Adını Koyalım (89): Altılı Masa HDP ile neden görüşmüyor?

  • HDP ile Altılı Masa arasında neden iletişim yok?
  • Tek sorun İYİ Parti mi?
  • Muhalif partilerin anayasa değişikliği konusunda AKP’ye randevu vermemesinin anlamı

Adını Koyalım’da Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım” ile karşınızdayız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la yine bir konuyu ele alacağız — aslında bir buçuk konu diyelim. HDP’nin son açıklamalarını, daha doğrusu HDP ile Altılı Masa ilişkisini cumhurbaşkanlığı seçimleri ekseni üzerinde konuşacağız. İkinci turda, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliği konusunda, gerek HDP’nin, gerek İYİ Parti ve CHP’nin AKP temsilcilerine randevu vermemeleri meselesini de ele almayı düşünüyoruz. Herkese merhaba. 

Ayşe, seninle başlayalım. HDP olayı çok nüansları olan bir olay aslında. Yani tamam, kendileri aday çıkaracak, ama hâlâ bir müzâkere ihtimâline de kapıyı açık bırakıyorlar diye görüyorum. Ama şöyle bir şey oldu: Önce, Cuma günü Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın açıklaması yapıldı ve “Ortak adaya yakınız” açıklaması başlıklara çıktı. Ertesi gün, Cumartesi günü Pervin Buldan, “Kendi adayımızı çıkartıyoruz” dedi. İki açıklamada da cümlelerin başında ya da sonunda başka cümleler de vardı. Ama açıklamalar şöyle görüldü: ilk günkü açıklama: “Ortak adaya yakınız”; ikinci günkü açıklama: “Kendi adayımızı çıkarıyoruz”. Bu iki açıklama da 180 derece dönüş algısı yarattı. Çok daha karışık bir olayla karşı karşıyayız. Ortada ciddî bir sorun ve iletişimsizlik söz konusu. Altılı Masa’nın HDP ile bir ilişki kurma gibi bir arayışı yok galiba. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Önce Emek ve Adalet Platformu’nun içiyle ilgili bir şey söyleyeceğim. TİP’in, Erkan Baş’ın açıklaması da, “Kayıtsız şartsız sizin adayınıza oy vereceğiz” anlamına gelmiyordu. O da bir müzâkere çağrısıydı ve diyordu ki: “Artık şunu konuşmaya başlayalım. Seçmenin, halkın arzusu da sizin bir aday çıkarmanız ve bizim de onu desteklememizdir. Ama bu koşulsuz bir destek olacak ya da ‘kimi çıkarırsanız çıkarın ona destek olacağız’ demek değil”. Bunun koşullu olması da gayet normal bir şey. O nedenle, ben Pervin Buldan’ın daha sonra yaptığı açıklamayı burada el yükseltmek olarak gördüm. Eğer müzâkere masasını HDP’ye –aslında sâdece HDP’yi değil Emek ve Adalet Platformu’nu, “Altılı Masa dışındaki aktörleri” diye daha bile genişletebiliriz– açmıyorsanız, en azından…

Ruşen Çakır: Ayşe, bir düzetme yapacağım: Emek ve Adalet Platformu değil, Emek ve Özgürlük İttifâkı.

Ayşe Çavdar: Çok özür dilerim, haklısın. Emek ve Özgürlük İttifâkı olacak. Birbirlerine yakın isimler. Siyâsî olarak da birbirlerine çok uzak olduklarını düşünmüyorum açıkçası. Dolayısıyla Pervin Buldan’ın yaptığı açıklamayı karşı bir açıklamadan çok, bir tür el yükseltme olarak gördüm. Aralarında iletişime geçtiler mi geçmediler mi o kadarını bilmiyorum. Pervin Buldan’ın açıklamasından sonra gazetelerden biri –yanlış hatırlamıyorsam Sol Gazete–, EMEP’ten ve TİP’ten –başkanlarından değil ama başkan yardımcılarından, yöneticilerinden– görüşler aldı. Orada da artık geç kalındığı konusu söylendi. 

Bir de, şu an îtibâriyle Altılı Masa, artık cumhurbaşkanı adayının kim olacağını konuşmaya başlayacağını söyledi. Biz aylardır konuştuklarını biliyoruz, ama şimdi resmî olarak bu mevzûnun konuşulacağını açıkladı. Dolayısıyla tam bu anda Emek ve Özgürlük İttifâkı’ndan ve HDP’den öyle bir müzâkere dâvetinin gelmesi gayet normal. Ayrıca, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın ve HDP’nin buna her türlü hakkı olduğunu düşünüyorum. Çünkü aylardır köşeye sıkıştırılan bir HDP var. Meselâ Altılı Masa toplantısının yapıldığı gün, aynı saatlerde, HDP’nin Hazîne’den aldığı yardımın bulunduğu hesabın bloke edileceğine dâir bir karar verildi. Yasada târif edilmiş böyle bir uygulama, böyle bir cezâ yok. Eğer kapatacaksanız, yanlış kullandığını düşünüyorsanız, kesebilirsiniz, geri isteyebilirsiniz. Sonuçta, yasada târif edilmemiş bir cezâ kesildi. Kimi HDP’liler bunu, mahkemenin kapatmayla ilgili karârının önceden îlânı olarak okudular. 

Siz orada târihinizin en uzun toplantılarından birini yapıyorsunuz, çıkışta bir zahmet bir şey söyleyin. Bu, yalnızca HDP ile ilgili değil, genel olarak bütün siyâsî partileri bağlayabilecek bir karar. Karar da değil bu, kanunsuzluk. Dolayısıyla yapmaları gereken şey buna tepki vermekti. Bu kadar radikal bir noktada, bu kadar hukuksuzluğu kanunsuzluğu açık bir noktada bile tepki vermeyip… HDP’ye sâhip çıkmaktan bahsetmiyorum. Siyâsî partilerden ve giderek hızlanmakta olan bir siyâsî rekabetten, bir siyâsî yarıştan bahsediyorum. Böyle bir ortamda bile sesini çıkarmayınca, bence HDP’nin kendi adayını açıklamak için her türlü hakkı doğdu. Yine de çok cömert davrandıklarını düşünüyorum. Çünkü Pervin Buldan’ın konuşmasında vardı bu. Diyorlardı ki: “Şu ân itibariyle kendi adayımızı çıkarma karârındayız. Bu, değişmeyeceği anlamına gelmiyor”. Ben bu nedenle bunun açık bir müzâkere çağrısı olduğunu düşünüyorum, kapalı bir müzâkere çağrısı değil. Şimdiye kadar yapmaya çalıştıkları oydu: “Arka kapıdan kimseye göstermeden birbirimizle konuşalım, birbirimizi sâkin tutalım ama mümkünse ağyara açık görüşmeyelim”. Böyle iş olmaz. Bu gerçekten bence HDP için değil asıl Altılı Masa için onu kırıcı bir şey. HDP’nin, müzâkere masasını açıkça açmasını talep ederek, Altılı Masa’nın siyâsî onurunu da koruma girişiminde bulunduğunu düşünüyorum açık söylemek gerekirse. Dolayısıyla her türlü hakkı var.

Peki, ne olacak şimdi? Ne olacağı, Altılı Masa’nın nasıl bir aday çıkaracağına, kimi aday olarak çıkaracağına bağlı. Şu aşamada, İYİP’in eli kolu bağlı olduğu için, belki kongre sürecini tamamladıktan sonra eli kolu da açılır. Çünkü anladığım kadarıyla, İYİP de kendisinde bir sâdeleştirme yapıyor. Belki o aşamadan sonra Meral Akşener’in, İYİP’in eli biraz daha rahatlayabilir ve seçimi kazanmak için böyle bir tutum değişikliği yapabilirler. Haftalar boyunca sürekli seçimi kazanacak adaydan bahsettik; en büyük krizimiz buydu. Bir de, seçimi kazanacak siyâsî müzâkere çerçevesi var. Bence asıl mesele o. İYİP, seçimi kazanacak siyâsî müzâkereyi oluşturabilmek için elini biraz daha serbest tutabilir. Böyle bir durumda belki HDP ile ve Kürt seçmenle iletişim kurma meselesi, başkan adayı her kimse ona bırakılabilir ya da isteyene. Tabiî bunlar senaryo. 

Dolayısıyla şu andan îtibâren top Altılı Masa’da. Ne yapacaklarına, ne diyeceklerine karar verecekler. Orada belirleyici olan da, İYİP dışındaki herhangi bir partinin buna bir blokaj koyduğunu düşünmüyorum. O blokaj ne kadar serbest olacak göreceğiz. Dolayısıyla aslında kendi adayının Kürt seçmenle nasıl iletişim kuracağı ve dolayısıyla seçimde ne yapabileceği konusunda top Altılı Masa’da. Bakalım nasıl karar verecekler? Söylenecek fazla bir şey de yok. Bu kadar krizli, uzun ve bu kadar sert olmasının sebebi, bu konunun bu kadar gecikmiş olması. En başından îtibâren, bu siyâsî dayanışmanın aynı Altılı Masa’nın kendi içindeki ilişki süreçlerine benzer bir şekilde yürütülmesi gerekmezdi. Çünkü en başından îtibâren HDP çok cömert davranıp sürekli zemin açmaya çalıştı. Tutum Belgesi’ni çıkardı, “Sizin ittifâkınızda gözümüz yok” diyerek kendi ittifâkını kurdu. Ama şunu da söyledi: “Biz karşılıklı açık müzâkere istiyoruz. Bu mevcut hâli Kürt seçmene anlatamayız. Bu insanları çantada keklik olarak göremezsiniz”. Ya da: “HDP’yi kapatan ve bu kadar köşeye sıkıştıran AKP-MHP, yani Cumhur İttifâkı olduğu için onlara kızgınlıklarından otomatik olarak sizin adınıza oy verecekleri anlamına gelmiyor” gibi pek çok şey söylendi. Bunların hepsi bir tür sert yüzeye çarptı ve geri döndü. 

Şimdi artık dananın kuyruğunun koptuğu yerdeyiz. Şimdi artık Altılı Masa, seçimi kazanıp kazanmak istemediğini… “Nasıl ve kiminle kazanıp kazanmak istemediğini” demiyorum, çünkü seçim aritmetiği ortada. HDP’li seçmenin gönlünü kazanmadan, iki ittifâkın da, en azından birinci turda belirleyici bir sonuç çıkarması mümkün değil. Dolayısıyla şimdi artık Altılı Masa’nın karar vermesi gerekiyor. Bence bu, kalan son kriz noktalarından bir tânesiydi. Bunu da aşabilirlerse, artık Masa’nın şekli iyice belirlenmiş olacak. “Masa’nın kazanacağı ya da kaybedeceği” demiyorum; ama içeriği ve şekli, ayrıca geçiş döneminde ve sonrasında hangi sınırlara takılarak icraat yapacağı, önerdiği, pek güzel metinlerle ortaya koyduğu değişimlerin sınırı, onları ne kadar gerçekleştirebileceği bu müzâkereyle belli olacak. Çünkü “Kürt meselesi” dediğimiz, aslında “eşit yurttaşlık meselesi” dediğimiz hikâye, Türkiye’nin ekonomik sorunları dâhil olmak üzere bütün sorunlarının temelinde olan, çözülmediği müddetçe de bu sorunları sürdürecek olan, o sorunlardan oluşan rantı da paylaştıracak olan şey. Dolayısıyla, HDP ile müzâkere, yalnızca bir siyâsî partiyle müzâkere anlamına gelmiyor. Bu müzâkereyi yapıp yapmayacakları, nasıl yapacakları, bize asıl olarak, yazıp altlarına imzalâr attıkları o metinlerin ne anlama geldiğini söyleyecek. Bu kadar önemli bir meseleden bahsediyoruz. 

Dediğim gibi, HDP ve Kürt seçmen, bence şu âna kadar Altılı Masa’nın hak etmediği kadar cömert davrandı. Şu aşamada artık ellerini açık etmeleri gerekiyor. Bu bile bir destek. Yani “Bunu daha fazla ertelemeyin. Ertelerseniz, artık bizim seçmenimizi kendinize iknâ edebilecek bir hâliniz, söyleyecek bir şeyiniz kalmayacak. Hiç değilse bu aşamada –ki bu son aşamadır– artık yapacağınızı yapın” demek anlamına geliyor bence. 

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, çok sağ ol. Burak, özellikle şunu sormak istiyorum: Altılı Masa’da HDP konusunda sorun çıkartan tek partinin İYİ Parti olduğu yolunda bir algı var. Sence bu doğru mu? Bir de, İYİ Parti iletişim konusunda en azından çekimser kalırsa… Çünkü HDP, açık ve şeffaf bir şekilde görüşmek istiyor. İYİ Parti böyle bir şeye yanaşır mı? Ama öncelikle tabiî ki tek sorun İYİ Parti mi? Yanaşır mı? Yanaşırsa ne olur? Ne diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Ben tek sorunun İYİ Parti olduğunu düşünmüyorum ve orada bir işgüzarlık olduğu kanaatindeyim. HDP’nin son politikasının da, bu işgüzarlığa bir isyan olduğu düşüncesindeyim. Yani Türkiye siyâsetini, özellikle muhâlefet siyâsetini bir senedir paralize eden, felce uğratmış bir Altılı Masa mekanizması var ve bu Masa, sadece Masa’ya oturan partilerin değil, aynı zamanda HDP’nin de dengesini bozan, HDP ile pozisyon almakta zorlayan bir yapı. Niçin bunu söylüyorum? Çünkü Altılı Masa, Millet İttifâkı gibi siyâsî, mütevâzı, hedefe odaklanmış bir yapı değil. Yani seçimi kazanmakla avunacak ya da seçimi kazanmayı yeterli bulacak bir yapıdan ziyâde, muhâlefeti bir şekilde temsil etme iddiasında, yeni anayasayı tasarlayan, yeni seçilecek hükûmetin nasıl işleyeceğine karar veren, o hükûmet programlarını yazan, hattâ o hükûmeti bir şekilde yönetecek olan başkan üzerinde de bir denetim mekanizması öngören çok karmaşık bir yapı. Şimdi baktığınız zaman böyle devâsâ bir mekanizma tasarlamış oluyorsunuz. Sâdece seçimi kazanmak için bir araya gelmiş partiler değil. Dolayısıyla bütün bu iddiaların sâhibi olarak, sizin HDP’yi dışarıda bırakmanız hakîkaten çok komik oluyor. Yani en azından bir noktada HDP’yi dâhil etmeniz lâzım. O bakımdan, HDP’nin buradaki tavrının ve çıkışının çok önemli olduğu kanaatindeyim ve bence bir senedir ilk defa siyâset yapmaya başladılar. Yani HDP cephesinden, siyâsetin diliyle ilk defâ konuşuyoruz. Bu tabiî Altılı Masa’yı etkiler, o ayrı bir konu. 

Eğer seçime gidiyorsak, Altılı Masa muhâlefeti temsil etme konusunda büyük iddialar ortaya koyuyorsa, HDP’nin “Mutlaka temâsa geçmeliyiz” çağrısı sâdece HDP’nin kimliğiyle alâkalı değil, aynı zamanda Altılı Masa’nın kimliğiyle de alâkalı sonuçlar doğurur. Yani, Altılı Masa’nın kendisini yeniden îzah etmesini berâberinde getirir. Ayşe’nin söylediklerine tamâmen katılıyorum. O bakımdan, açık müzâkere vesîlesi ya da seçime girmeden önce bu hükûmetin uygulayacağı politikalara HDP’nin müdâhil olma meselesi, sâdece İYİ Parti’nin sorunu mudur? Cumhuriyet Halk Partisi gerçekten kamuoyu önünde HDP ile bir iktidar bölüşümü, bir program müzâkeresi yapar mı çok da emin değilim. Yani Diyarbakır’a gidip halay çeken öğrencileri alkışlamakla veyâhut bilindik ezberleri tekrarlamakla bu mesele çözülmüyor. Kürt meselesinde daha somut bir şeyler söylemek lâzım.

Altılı Masa’nın sorunu, somut şeyler söylemeyi vaat etmesi. Yani sâdece seçimi kazanmakla yetinmiyor, aynı zamanda büyük bir gelecek Türkiye inşâsı meselesi var. Gelecek Türkiye’yi inşâ edecekseniz, HDP’yi bu işin dışında bırakamazsınız. Yok, eğer sâdece seçimi kazanacaksanız, HDP de o noktada başka bir dille konuşur zâten. O yüzden bütün ihâleyi İYİ Parti üzerine bırakmanın da çok doğru olduğu kanaatinde değilim. Muhtemelen şöyle bir eğilim var: “HDP bir şekilde müzâkere etmek istiyor, İYİ Parti olduğu için müzâkere edemiyoruz. İYİ Parti de Masa’dan ayrıldığı zaman hep berâber ona faşist deriz ve bu meseleyi çözeriz” gibi bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum, ama bu mesele öyle değil. Burada başka bir fenomen var.

Dün akşam Ümit Özlale’yi, bu sabah da Meral Akşener’i dinledim. Meselâ “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulayacağız” diyor. Ümit Özlale açıktan kayyum atamalarına karşı çıktı. “Milletvekili dokunulmazlıklarına gözü kapalı ‘evet’ veya ‘hayır’ deme gibi bir usûlümüz yok” dedi. Bunlar, İYİ Parti’yi Milliyetçi Hareket Partisi’nden ve Zafer Partisi’nden, yani bu tip milliyetçi oluşumlardan ayrıştıran bir noktada. “Meclis’te, komisyonlarda kurumsal müzâkerelere tabiî ki hazırız. Meclis’te var olan bir partiyle berâber çalışmalar yürüteceğiz” dedi. Ancak seçimi kazanmak için ortaya konabilecek bir siyâsî müzâkereye girmeyeceğini söylüyor. Böyle bir nokta belirlemiş kendisi.

Altılı Masa’nın diğer partilerinin İYİ Parti’den ayrılabilmesi için o maddelerin üzerinde müzâkere etmeyi kabul etmesi gerekiyor. O zaman da, bir senedir hepimizin gözlerine indirilen perde yavaş yavaş kalkıyor; “Hadi bakalım, siyâset konuşalım” meselesine geliyoruz. Siyâset konuştuğumuz zaman da, Türkiye siyâsetinin, daha doğrusu Türkiye muhâlefetinin “3 temel sütununu –HDP’yi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni ve İYİ Parti’yi– nasıl bir araya getireceğiz?’’ sorusuna cevap aramamız gerekiyor. O soruya Altılı Masa’da bir cevap yok. Bana sorarsanız yok. Ama eğer seçim kazanılacaksa, her türlü mekanizmanın, her türlü hikâyenin, akşamları televizyonlara çıkıp “Altılı Masa’da her şey yolunda” mevzûunu yapan yorumcuların her türlü iddiasının ötesinde başka bir şeye ihtiyâcımız var. Türkiye siyâsetinde başarılı olmak istiyorsanız, HDP’nin seçmenini mobilize etmesi, İYİ Parti’nin seçmenini mobilize etmesi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçmenini mobilize etmesi, bunların da aynı anda olması gerekiyor. Altılı Masa bu formülü üretemiyor. 

O zaman başka formüllere yönelmemiz gerektiği düşüncesindeyim. HDP şu anda çok baskı hisseden ve hayatta kalma savaşı veren bir parti. Böyle stresli zamanlardan geçen bir partiye, “Muhâlefeti bizi temsil ediyoruz, sizinle açık müzâkere yapmayacağız. Dolayısıyla hükûmeti yönetme programını oluşturduk; başkan adayını belirleyeceğiz, anayasayı belirleyeceğiz, hiçbir tânesini de size sormadık. Ama hükûmetin değişmesi için gelin bize destek verin ve bu riske ortak olun” demek, bana açıkçası çok hayalperest ve çok romantik geliyor. Netîcede haklar, özgürlükler tamam, ama bir de parti siyâseti diye bir şey var. Bu parti çok riskli bir dönemden geçiyor. Şu anda aday çıkartarak aslında bir duruş sergiliyor. 

Altılı Masa’nın ortaya koyduğu bir aday var diyelim. Bu adayın seçimi kazanması şüpheli. HDP, kendi adayını çekerek, seçimi kazanması konusunda soru işâreti olan bir adaya destek vermesi durumunda, doğrudan AKP karşısında bir pozisyon almış anlamına gelecek ve bu, HDP için çok riskli bir iş. Dolayısıyla eğer bir aday çıkacaksa, eğer seçim kazanılacaksa, daha başka bir dilden, siyâsetin dilinden konuşmak gerekiyor. Bence aday çıkartma hamlesini, Altılı Masa’yı daha siyâsî bir noktaya çekmek için yapmış olabilir. Çünkü Altılı Masa, her organizasyon gibi kendi içinde bir körlük içerisinde. Yani Altılı Masa’nın amacı Altılı Masa’nın devam etmesi gibi bir şey ortaya çıkıyor son zamanlarda. Seçimi kazanmak, seçim kazanma işine ortak olan aktörlerin faydasını maksimize etmek gibi işler, tâli meseleler hâline gelmiş durumda.

Geçen hafta İbrahim Uslu’yu dinledim. “Eksiksiz toplandı, çok başarılı” diyor. Böyle şey olur mu? Yani organizasyon şirketlerini tebrik etmemiz lâzım hakîkaten. O bakımdan, bu işin ve aktörlerin kendine gelmesi açısından HDP’nin çok önemli bir kapı açtığını düşünüyorum. HDP’nin açtığı kapı, Altılı Masa’yı yeniden îzah eder, aktörlerin siyâsî beklentilerini yeniden ön plana çıkartır ve bundan sonra uygulanacak proje, bu siyâsî beklentilerin uyumlandırılması meselesi olur. Muhâlefet olarak bu üç sütunu aynı anda mobilize edemezsek, seçmenleri sandığa götüremezsek, ne birinci turda ne ikinci turda seçimi kazanamayız, bunu kabul edelim. İYİ Parti daha fazla milliyetçi olarak oyunu artıramaz, HDP daha fazla Kürt olarak oyunu artıramaz. Bunlar gerçeklikler. CHP muhâfazakârlara göz kırparak oyunu daha fazla artıramaz. Yapamaz bunu. Seçimi kazanmak istiyorsak, üç sütunu eksiksiz şekilde ortak bir projede, ortak bir söylemde, ortak bir mekanizmada sandığa götürmek zorundayız. Altılı Masa’dan maalesef bu çıkmıyor.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal Bey. Noktayı sana koyduralım, ondan sonra da başörtü meselesiyle devam edelim. Ama belli ki biz HDP meselesini daha çok konuşacağız. Ne diyorsun? HDP’nin hiçbir şekilde ortak adaya oy vermeyeceği sonucunu çıkartabilir miyiz?

Kemal Can: Yok. Zâten bundan bizim nasıl sonuç çıkarttığımızla ilgili değil. Bunun böyle olduğunu en yetkili ağızlardan söylediler. Yani bu, zâten kapanmış bir deklarasyon olarak sunulmadı. Daha sonra, en son Mithat Sancar’ın da bir televizyon programında söylediği gibi, zâten bu kapının açık olduğunu ifâde ettiler. Daha önce de etmişlerdi, şimdi de ettiler. Dolayısıyla bunu bizim yorumumuza yer kalmayacak açıklıkta zâten söylemiş durumdalar. 

Ayşe de Burak da özetledi; bu çıkış, aslında herkese şapkayı önüne koyma fırsatı verip, “Bakın, siz kendi kendinize bir şeyler hesaplıyorsunuz, konuşuyorsunuz. Hakîkatin ne olduğunu size söyleyelim, onu bir önünüze koyun, ona göre düşünün ve ona göre konuşun” demenin bir yoluydu. Ama burada şöyle bir şey var — Burak da bahsetti, bunu daha önce burada da çok kez konuştuk: Anayasa değiştireceksen, yeni bir Türkiye ve yeni bir siyâsî mîmârîsi olan yeni bir sistem inşâ edeceksen, böyle güçlü bir gövde ile görüşmeden, böyle bir kesimle temas kurmadan bunu yapamazsın. Zâten anayasa değişikliği önerisi seviyesinde bile bunu yapman gerekirdi. Bu genellikte anlaşılır bir tarafı yok. Ama benim Burak’tan ayrıldığım nokta şu: Seçimi kazanmak gibi ayrı bir programda, HDP’siz bir formülün de olmayacağını düşünüyorum. Burak, “Anayasayı değiştirecek yüksek bir hedef koyuyorsan, bu zâten ‘görüşmüyorum’ diyerek olacak bir şey değil” diyor, ama “Seçimi kazanacağım” diyorsan da mümkün değil. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben de onu söylüyorum.

Kemal Can: Yani görüşme mecbûriyeti sâdece geleceğe, seçim sonrasına dâir tasavvurla değil, seçim tasavvuruyla da ilgili. Onun altını çizmek için söylüyorum. Senin de sonradan özetlediğin gibi, motive edilmesi, üstelik sâdece desteğinin alınması değil, o desteğin maksimize edilmesiyle ilgili bir problem var. Sorun şu değil: Bütün partiler ‘he’ dese de, adayın seçilip seçilmemesi, seçimin kazanıp kazanılmaması ya da kazanılacak seçimin kazanma karşılığı olacak kuvvette olup olmayacağını belirleyecek şey, hem o toplam enerjinin hem de parça enerjilerinin maksimum seviyeye çıkartılmasıyla ilgili. Dolayısıyla HDP ile temas, bu temâsın biçimi, kesinlikle ve kesinlikle seçimin kendisiyle doğrudan ilişkili bir şey. Aslında HDP’nin, “Biz adayımızı çıkartıyoruz” demesinin vurguladığı nokta da, “Sonraki şeylerde bizi hesâba katın. Bu anayasa değişikliğinde biz de masada olmalıyız” meselesiyle ya da iktidar paylaşımı meselesiyle değil, doğrudan seçim sonucuyla ilgili bir noktaya işâret ediyor. Yani: “Biz kendi adayımızı çıkartırız” demek, doğrudan seçime dâir bir şey.

Siyâset konuşmak meselesinden bakarsak, bu bence bir fırsat da oluşturdu. Çünkü bir süredir, Altılı Masa etrafında eleştirel olanları ya da çok şuursuz biçimde destekçi olanları ortak olarak kesen bir problem var. Herkes kurduğu hesapları durumun ne olduğuna göre değil, istedikleri birtakım rolleri dağıtarak kâğıt üzerinde yazıp, bunu bir mecbûriyet olarak anlatıyor. Aslında problem buradan başlıyor. “Bunu nasıl değiştireceğiz?”konuşmasına başlamadan önce durumun ne olduğuyla ilgili tespitte bir problem var. O yüzden bu, bence, “Durumu doğru anlayalım”demek. 

İkinci tarafı ise, eğer HDP, “Ben sizi destekliyorum. Hadi bu desteğin şartlarını konuşalım” diye böyle bir çıkış yaparsa, yani Burak’ın bahsettiği gibi peşin destek ve ardından bir görüşme talebi getirirse, bunun adı “pazarlık” olur. Böyle görüşmeler olabilir. Bir teklifle birine gidersiniz, “Ben sizi destekleyeceğim, bunun karşılığında şöyle bir şey yapalım” dersiniz. Bunun adı pazarlıktır. Bunun da siyâsette bir karşılığı vardır. Ama HDP’nin söylemek istediği, “Desteğe açık bir görüşme olarak görüşelim. Ama benimle temas kurmaktan sakınarak hesaplar yapamazsınız. Eğer yapmaya devam edecekseniz, ben bu hesâbın içerisinde kendi doğru pozisyonumu size anlatayım. Bakın, ben buradayım. Ona göre hesap yapın ve ona göre düşünün”.

Şimdi, HDP ile görüşme meselesinin kırmızı çizgilerine ve Altılı Masa’da buna kimin buna ayak direttiği meselelerine gelelim. Evet, Akşener’in birtakım konuşmalarından, Ümit Özlale’nin açıklamalarından böyle iyimser birtakım şeyler çıkartabiliriz. Ama Ümit Özlale’nin o programda manşete çıkan sözü o değildi. Manşete çıkan sözü şuydu: “Biz görüşmeyiz” sözünü atlıyor, “Altılı Masa’dan herhangi biri HDP’yle seçimi kazanmak üzerine ve sonrasına dâir müzâkere yaparsa biz o masadan kalkarız” diyor. “Ben görüşmem, görüşeni de tanımam. Görüşenle de aynı masada oturmam” diyor. Bunu söyleyen de İYİ Parti’nin radikal diye işâret edilen isimlerinden biri değil, merkez siyâsetin vitrini olarak gösterilen isimlerden biri.

Burak Bilgehan Özpek: Ama orada bir model işâret etti Kemal Abi. “Aday çıktıktan sonra o kendi müzâkeresini yapabilir” dedi. 

Kemal Can: Ama burada mantıksal bir sorun var. Çünkü İYİ Parti’nin de hâlâ dâhil olduğu Altılı Masa, “Aday Altılı Masa’nın adayı olacak” diyor. O zaman, “Altılı Masa’dan biri konuşmaz” dediğinizde, adayı da içeren bir lâf etmiş oluyorsunuz. Bu problemli bir şey. Bunun nasıl bir sonuç doğurduğu önemli değil. Burada tıkayan şey, bunu deme ihtiyâcını doğuran şey. 

Şöyle bir problem var: “Aday mı sonraki iktidârı paylaştırsın, yoksa iktidar paylaşımı Altılı Masa vesâyetine mi bırakılsın?” tartışması çok uzun sürecek. Ama şunu biliyoruz ki, ister çok geniş bir sistem değişikliği yaratılsın, ister bu iktidârın yarattığı hasârın hızlı tâmiri olsun, ister geçici ve kuvvetli bir sorun çözen icrâsî hükûmeti olsun, her ne kurulacak olursa olsun, sâdece seçimi kazanmak için değil, oradaki Parlamento bileşimi ile ve adayın faaliyetleri ile ilişkili olarak da HDP’yle temasta olunması ve desteğinin alınması gerekiyor. Seçimden önce temas meselesini çözememiş bir muhâlefet ittifâkının, sâdece seçimden sonra yaşayacağı sorunları değil, seçimden sonra yaşayacağı sorunlar bugünden göründüğü için, seçmen nezdinde de bir sorunu oluyor. Yani kazanabilirliği riske sokan şey, asıl olarak bu. Çünkü istedikleri kadar, “Seçim öncesi seçim kazanmak başka bir mesele, seçim sonrası başka bir mesele” densin, hiçbir seçmenin kafasında bunlar başka meseleler değil. Bunlar arasındaki ilişki gayet sarih görünüyor. İstediğiniz kadar, “Altılı Masa’da hiçbir sorun yok, süper gidiyoruz” dense bile, oradaki sorunu nasıl herkes görüyorsa, bunu da görüyor.

Bu mesele, seçmenin yüksek bir siyâsî bilinçle davranıp davranmaması meselesinden bağımsız. Bunun için yüksek bir bilinç gerekmiyor. Bunlar çok kaba gerçekler. Bunları kabul etmeyerek bir yere varamıyoruz. O yüzden de burada hakîkaten olayın gereklerini ve olayın hangi noktalarda tıkandığını daha sarih konuşmaya başlamak lâzım. “Aslında biz de iyi şeyler de söylüyoruz” kısmını geçmek gerekiyor. Çünkü zâten HDP’nin “Altılı Masa’ya biz de oturalım” gibi bir talebi yok, hiçbir aşamada talebi olmadı. 

Durup durup Altılı Masa’ya HDP’nin oturamayacağı iddiasını tekrar etmenin kimseye artı bir faydası yok. Şimdi bunu murat edip etmediği başka bir şey. Onu murat ederek söylememiş olması yetmiyor. Çünkü bunun siyâsette nasıl bir etki yarattığıyla ilgisi var. Bu, herkeste bir sonuç doğuruyor. Onun için bu meseleleri artık sâdece Altılı Masa’nın tıkanıklığı penceresinden görmemek, muhâlefetin bütünü açısından konuşmaya başlamak gerekiyor. Siyâset konuşmaksa ve hakîkatler üzerinden siyâseti konuşmaksa, hesap yapmaksa, biraz buradan yürümek gerekiyor.

Bu pencereden bakıldığında, birtakım insanlar HDP’nin bu çıkışına, “İyi, o zaman görürsünüz. Siz de daha beter olursunuz. Erdoğan tekrar iktidar olur, siz adayınızı çıkartırsınız, ona kazandırırsınız” diyorlar. Bu yorumun içerisinde “Anlaştınız” diyenler var, “Görürsünüz gününüzü” diyenler de var. Bir de “Madem onlar adayını çıkarıyor, milliyetçiler niye kendi adayını çıkartıp herkes kendi adayıyla yarışmıyor?” diyenler var. Dolayısıyla bütün bunlara neden olmuş bir çıkış var. 

İkinci turda konuşacağız, ama daha önce anayasa meselesinde de konuşmuştuk: AKP’nin HDP’ye heyet göndermesini bir fırsat olarak mı kullanacaksınız, yoksa tam tersine onu, “Yeni bir açık bulduk. Oradan iktidâra birkaç tâne boş yumruk savururuz. Onlar da boşa gider” şeklinde mi kullanacaksınız? Zâten iktidar bununla çok ilgilenmiyor. Hatırlarsanız onu konuşmuştuk ve öyle kullanılmıştı. Ama şimdi HDP bir başka hamle daha yaptı. Anayasa görüşmesi için gelecek heyeti kabul etmeyerek, aslında kendi sürecini de tamamladı. Yani pazarlık iddiası sâhiplerine de ikinci bir cevap vermiş oldu. Çünkü sâdece Altılı Masa’yı bir gerçekle yüz yüze getirmiş değil, aynı zamanda iktidâra da bir cevap vererek gerçekle yüz yüze getirmiş oldu: Altılı Masa aktörleri daha önce bu fırsatı kullanamamışken, yine de kullanma ihtimâlinden veya imkânından faydalanmaya çok hevesli olmamalarına rağmen, “Bizi kullanarak siyâsî zemini manipüle etme imkânını vermeyeceğiz” hamlesini yaptı. Dolayısıyla bunu bir fırsat olarak kullanmak ve temel endîşe olan “Vay! Kiminle temas ettik? Bize ne derler?” meselesinin muhâlefet seçmeninde önemli ölçüde yatıştığını, buna karşılık Altılı Masa’nın seçim kazanma riskinin daha büyük bir endîşe hâline geldiğini görmesi ve buna göre hareket etmesi gerekiyor. “Bize ne derler?” endîşesiyle hareket edenler, gelinen durumun gerisinde kalanlardır. Bu çok temel bir mesele. Altılı Masa’nın bileşiminden daha temel bir mesele. Her partinin kendi siyâsî çizgisinde bir tutarlılık, bir süreklilik, bir de sonuç alıcılık açısından önemli bir nokta ve açıkçası bunun bir imkân olduğunu da düşünüyorum. Bunu kullanıp kullanmayacaklarını göreceğiz. Belki aday süreci hızlandırılırsa, aday üzerinden bazı şeyleri normalleştirmek daha kolay olabilir. Burak’ın söylediği gibi, açılan o kapıyı öyle kullandırmak daha kolay olabilir. Ama açıkçası ben, öncesinde bu işin çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Çözülmekten kastettiğim, tamâmen başka rollere geçmek değil; ama bu işin manipülasyonunu iktidârın elinden almak ve muhâlefetin, seçim zaferi başta olmak üzere, sistem değişikliğinden anayasa değişikliğine kadar temel politik kararlarda birlikte davranma, birlikte sonuç alma irâdesinde, bu temas-mesâfe ayarı meselelerini kendi irâdesine çekmesi gerektiğini, hattâ seçmenin irâdesine yakın hâle getirmesi gerektiğini düşünüyorum. Her zaman söyledim, daha önce de söylemiştim: Çünkü seçmenin irâdesinin, şu anda siyâsî aktörlerin biraz daha ilerisinde olduğunu düşünüyorum. Siyâsî aktörler seçmen irâdesini bâzen negatif anlamda manipüle ediyorlar. Bu, birtakım eski ezberlere dayanıyor. “Bizim kırmızı çizgilerimiz var”, “Bize şunu derler” ya da “Biz böyle yapmalıyız” gibi birtakım ezberlere yaslanarak herkes için olağanüstülük atfederek birtakım görevler atıyorsanız, sizin de bu olağanüstülüğe uyacak birtakım pozisyonlarda artık daha cesur ve daha kararlı olmanız gerekir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Evet, ikinci turda anayasayı konuşalım demiştik. Şimdi şöyle bir şey oldu: Önce HDP, esas olarak Hazîne yardımının bloke edilmesini öne çıkartarak randevu vermedi. Ardından, CHP ve İYİ Parti de randevu vermedi. Zâten onlar Altılı Masa’nın 10. toplantısının ardından yaptıkları açıklamada, bu tavırlarını açıklamışlardı. Bugün AKP ve MHP buluştu ve haftaya komisyonda anayasa değişikliğinin görüşülmeye başlanacağını söylediler. Referandum gibi tartışmalar da var; ama bu hâliyle bile hem Altılı Masa’nın ya da Millet İttifâkı partilerinin, hem HDP’nin kendi gerekçeleriyle ikinci tur görüşmelere katılmamasının siyâsî bir anlamı da var diye düşünüyorum. Biraz bunu konuşalım. Mümkünse hızlı konuşalım, ama önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. 

Ayşe Çavdar: Ruşen, böyle söyleme. Ne zaman böyle söylesen mevzû uzuyor. O yüzden öyle söyleme.

Ruşen Çakır: Dükkân senin. Sen istediğin kadar konuş. Kemal ile Burak daha az konuşur.

Ayşe Çavdar: Estağfurullah, asla öyle bir şey söylemiyorum, ama ironik. Sen ne zaman bu müdâhalede bulunsan, kısa tutalım desen, konuşma uzuyor. 

Ben şuradan başlamak istiyorum: Bir kere bu anayasa değişikliğinin başörtüsüyle alâkası sıfır gerçekten. Ve ilk defâ, AKP’nin başörtüsüyle kurduğu ilişki bu kadar ayan beyan ortada. Bir çıkar, bir güç ilişkisi bu. O yüzden biraz geriye gideceğim. Ben 2006-2007’de bir üniversitede ders veriyordum — 2007’ydi galiba. Öğrenciler bir iki hafta okula başörtüsüyle geldiler. Sonra onları kapının önünde ağlayarak başlarını açarken gördük. Bu, bir seçime hazırlanırken, AKP’nin tam olarak, “Sizin adınıza ben dayak yiyorum. Bakın ben kaybettiğim zaman siz neyi kaybediyorsunuz” deme yöntemiydi. Sonra 2013’e geldik. 2013’te çözüldü bu mesele biliyorsunuz. Bu meseleyi niye 2013’te çözdü? Çünkü Gezi’den sonra çözdü meseleyi. Ve öncesinde, “Kabataş Yalanı” diye bildiğimiz manipülasyonu yaptı. O yalan orada niye söylendi ve niye o kadar etli butlu bir yalandı? Niye o kadar kolektif bir şekilde sahnelendi o yalan? “Ben yenilirsem siz neyi kaybetmiş olursunuz”u söylemek için. Bu şekilde kullandı. 

Şimdi durum radikal bir biçimde farklı. Çünkü mutlak güce sâhip. Yani bir gecede memur maaşı zamlarını %25’ten %30’a çıkaracak kadar güçlü. Herhalde istihâreye yatmıştır diye düşünüyorum. Böyle bir ortamda, bizim gündemimize bir başörtüsü meselesi koyuyor. Üstelik anayasa düzeyinde bir değişiklik koyuyor. Neden? Açıkçası, AKP ile başörtüsü arasındaki mevzûyu okuyamayan bir ana muhâlefet lideri yüzünden ve kendisini, geleceğini, belki kendi başkanlığını, belki partisinin geleceğini… Bu sâdece bu seçimi kazanmakla ilgili bir mesele olmayabilir. CHP kendisini muhâfazakârlaştırmak, târihini bu şekilde yeniden kurmak da istiyor olabilir. Meselâ yani târihini bu şekilde yeniden kurmak da istiyor olabilir. Orada gayet hayâlî, uzaktan bakılan, ne deyip ne söylediği birtakım temsilciler yoluyla bilinen bir muhâfazakâr seçmene ayarlı bir siyâset götürüyor. Ne dedi Kılıçdaroğlu? Niye yanlıştı o hikâye? Bu konuda seninle hiç hemfikir olmadık şimdiye kadar galiba Ruşen. Niye yanlıştı Kılıçdaroğlu’nun “Kanun yapalım” hikâyesi niye yanlıştı? Çünkü Kılıçdaroğlu bu teklifi yaparak Tayyip Erdoğan’a, “Ben iktidar olduğumda, başörtülülere zulmetmeyeceğimin kefili sen ol” diyordu. Bu o demek. Eğer iktidardakinden bağımsız bir kanun yapamıyorsanız, onun güç kaynağı olarak kullandığı bir meseleyi –ki bu herhangi bir mesele değil–; bir Kürt meselesi, bir de başörtüsü meselesini güya onun elinden almaya girişirken yaptığınız şey aslında buydu. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a sorduğu soru, “Benim başörtülere zulüm etmeyeceğime kefil olur musun?” Ve tabiî ki geri tepti. İçerikten hiç bahsetmiyorum bakın. Gayet şekilsel ve siyâsî rekabette, müzâkerede ve mücâdelede, mevzûnun nereye geldiğine dâir bir şey söylüyorum.

Peki, ne oldu?  Kılıçdaroğlu yalnızca kendisini değil bütün muhâlefeti, yani sâdece Altılı Masa’yı bile değil, HDP’yi ve Emek ve Özgürlük İttifâkı’nı da bir samîmîyet testine tâbi tuttu. “Siz ne kadar özgürlükçüsünüz? Muhâfazakârların haklarını, kazanımlarını ne kadar koruyacaksınız? Yine aynı yere, eski Türkiye’ye mi döneceğiz?” sorularının yarattığı bir samîmîyet testine dönüştürdü. Sonra Erdoğan, “Anayasa değişikliği yapalım” diyerek el yükseltti. Sonrasında bir metinle geldi — ki metin gerçekten kötü bir metin. Ben başörtülü olsam utanırım gerçekten, benimle ilgili böyle bir metin niye yazıldı diye. İki paragraftan da bahsediyorum; hem başörtüsüyle ilgili paragraftan, hem de altta aileyle ilgili bir paragraftan. Ben başörtülü olsam, “Beni bir kez daha niye sopa olarak kullanıyorsun?” diye sorarım. “Ben kaybedersem, siz dayak yersiniz”den sonra, bu defâ, “Siz elimdeki sopasınız” ifâdesi, anayasanın maddelerinin kompozisyonunda var. “Siz benim silâhımsınız. Siz benim kalkanım, benim gücümsünüz. Ben sizinle insanları döveceğim, muhâlefeti döveceğim, iktidârımı da sürdüreceğim” hikâyesi var orada. Ben başörtülü olsam buna çok kırılırım, çok darılırım, çok gücenirim ve çok kızarım.

Bir de zamanlama meselesi var. 6 ay kalmış seçime. “Gelmezseniz ben bunu referanduma götürürüm” deyip şantaj yapıyor. Bu bir şantajdır. Üstelik kendi yaptığı anayasaya uymuyor. Bütün maddî koşullar, bütün objektif koşullar, o siyâsî partilere şunu söylüyordu: “Kardeşim, niye görüşüyorsun bunu onunla? Ne münâsebet? Niye geliyorlar senin kapına?” Başka hiçbir konuda seni dinlemeyen, bütün soru önergelerine, değişiklik önergelerine, kanun tekliflerine “hayır” diyen, acayip fırsatçı ve giderek zâlimleşen bir iktidar var karşında. Ve sen ona, bulunduğun o zayıf noktadan, “Ben ‘ileride başörtülere zulmetmeyeceğim’in kanıtı olarak senin bu berbat anayasa değişikliği teklifine ‘Evet’ diyeceğim. Çünkü seni sâkinleştirmek istiyorum. Çünkü seni sâkinleştirmeden bu seçime girersem, kaybederim” diyorsun. 

Başka bir tarafını daha söyleyeyim: Muhâlefet, içeriğine rağmen, referanduma gitmemesi için “Evet” diyecekmiş ya? Bu tamâmen, “Anayasaya aykırı, ama ‘Evet’ diyeceğiz” demeye benziyor. Niye? Yine onu sâkinleştirmek için. O, verebileceği zarârı, niyet ettiği zarârı vermesin diye. Erdoğan’ı sâkinleştirmek, onun gücünü belli bir sınırda tutmak için sürekli onu pışpışlamak gerekiyormuş gibi davranıyor. Kürt meselesinde de, HDP meselesinde de aynen böyle davranıyorlar. Bence burada çok kaybediyorlar, her neyse. 

Anayasa değişikliği teklifi referanduma gitmesin diye 400 oy gerekiyor. 400 oyu oraya götürecek olan milletvekillerine bir bakalım. Meclis’e hangi durumlarda ne kadar gitmişler? Meclis’e gitme, oylamalara katılma ve fikirlerini beyan etme frekansları neymiş o muhâlefet milletvekillerinin? Çünkü AKP tam kadro orada oluyor. AKP’nin teklifi referanduma götürebilmesi için 360 milletvekili bulması gerekiyor, ama buna yetmiyor; 21 milletvekili daha bulması gerekiyor. Bir taraftan da mevcut muhâlefet o 21 fireyi vereceğinden korktuğu için de, 400’e çıkarmak istiyor mevzûyu. Bütün muhâlefetten bahsediyorum. Çünkü ne CHP ne HDP ne İYİP, o 20’yi vermeyeceklerinden emin değiller. Bence öyle bir mesele de var. O 20 milletvekili çıkarsa ne olacak? Sâdece Altılı Masa ile değil, toplam muhâlefetin kendi özgüveni ve birbirlerine olan güven sorunlarıyla ilgili bir şeyden bahsediyorum. 

“Biz o 20 fireyi vermeyeceğimizden emin olamadığımız için, bu berbat anayasa maddesi referandumda karşımıza gelmesin diye, 400 milletvekilini, yani 400 ‘Evet’ oyunu oraya sereceğiz.” Mesela Gelecek Partisi çok sık söylüyor bunu: “Biz bunu seçmenimize anlatamayız”. Niye anlatamıyorsun? Süreç o kadar açık ki. “Sizi Türkiye’nin geleceğini karartmak için bir araç olarak kullanıyorlar. Sizi kullanıyorlar.” Torba yasa gibi anayasa maddesi değişikliği mi olur? Başörtüsüyle âile konusundaki mevzûları yan yana ekleyip götürüyorsun, bunların birbiriyle ne alâkası var? “Ülkenin geleceğini karartmak için sizi araçsallaştırıyorlar” dersin. Bunu anlatmanın bin bir yolu var. Ayrıca, bu anayasa değişikliğinin geçmesini isteyen AKP seçmeni bile bunu gayet iyi biliyor. Çünkü onun bu konuyla tecrübesi daha doğrudan bir tecrübe. Sonuçta 400 milletvekili orada sıralanacak. Erdoğan diyecek ki: “Ben bu berbat metni yazıyorum. Bu işi niye yaptığım belli. Böyleyken böyle. Yine de ben bu adamları, üstelik hiç Meclis’e gelmeyen adamları karşımda sıraya diziyorum. Bana ‘Evet’ demek için birbirleriyle yarışıyorlar”. Niye? Arka planı ben söylüyorum: “O 20 milletvekili firesini vermeyeceklerinden emin değiller. Kendi zaaflarından, kendi zayıf halkalarından korktukları için, tam kadro gelip bana destek oluyorlar”. Konunun başörtüsüyle hiçbir alâkası yok. 

Burak Bilgehan Özpek: Çok doğru. 

Ayşe Çavdar: Konunun âile ile de hiçbir alâkası yok. Ve bunu anlatmanın bin tâne yolu var. Ayrıca o kadar anlatmanız da gerekmiyor. Bunu muhâfazakârlar da gayet iyi biliyorlar. Bundan dolayı size oy verecek ya da vermeyecek muhâfazakâr yok orada. Yeter ki kendiniz anlatın. Söyleyecek şeyiniz de var: “Kardeşim, bak, bir anayasa değişikliği metni yazmışım, sayfalarca. O kadar güzel ki…” Oradan bakıldığı zaman bu bir ayrıntı. Bunun yerine, yine ilk turda sıraya girdiler. Niye? Altılı Masa’nın aralarında bir HDP sorunu olduğu için… Bence zayıf noktalarından birisi de o. Çünkü HDP sorunu oldukça, “Ne yapsam da muhâfazakâr seçmenin gönlünü alsam?” sorunu hep olacak. 

Dün Kılıçdaroğlu’nun yaptığı konuşma, sürekli ülkücü CHP’lilerden bahsetmesi, CHP’nin geleneksel seçmeni için çok kırıcı bir konuşmaydı bence. Eğer kendi içinizde Kürt sorunu varsa –orada sana hak veriyorum Burak; bu mesele sâdece İYİP’in meselesi değil CHP’nin de problemi–, HDP ile masaya oturamıyorsanız, ülkücülerle oturmanın yollarını arayacaksınız. Kaçtığınız şey sizi bir yere doğru itecek. Altılı Masa’nın “muhâfazakâr seçmen” diye bir problemi niye var? Meselâ CHP’nin sâdece oradaki muhâfazakârlardan dolayı mı böyle bir problemi var? Hayır. Kendi geleceğiyle ilgili bir tercih yapıyor şu anda ve bu tercihte Kürt seçmenle ilgili bir şey var. Allahtan koşullar onları buna zorluyor. Hem seçmen kitlesi hem rakamlar hem sayılar hem de realite. Yani hangi sorunlarla seçime gittiğimiz ve bu seçimin nasıl bir seçim meselesi olduğu zorluyor. Yoksa normal koşullar altında, o Masa’da oturanların hiçbirinin herhangi bir hayâtî konuda herhangi bir perspektifiyle, herhangi bir sorunun çözüldüğünü düşünmüyorum. Allahtan koşullar zorluyor. 

Gelelim “Hayır” demelerine: “Hayır” deme süreci de hakîkaten bir acayip. İlk “Hayır” HDP’den geldi. Dediğim gibi, bence ilkinde hepsinin birden “Hayır” demeleri gerekirdi. Hattâ, “Tayyip Erdoğan, sen kendini bunlarla yorma, zâten emekli olacaksın. Bu işlerle biz ilgileniriz. Anayasayı biz elden geçiririz” diye dalga da geçebilirlerdi. İkincisinde de, birileri kapatılma sürecinin ortasında bu karârı verdi. Altılı Masa’nın görüşmeyi reddetme gerekçesi çok komik. Bir İYİP ve bir CHP’li milletvekili hakkında fezleke hazırlanmış. “Bu fezlekeler varken bu konuyu görüşmeyiz” diyerek, bence verdikleri “Hayır” cevâbının değerini düşürmenin yine bir yolunu buldular — ki aslında doğru bir cevaptı o. 

Biz programın birinci ve ikinci bölümünde farklı şeylerden bahsetmedik aslında. Üzerinde, bırakın anlaşmayı, doğru dürüst konuşmayı beceremedikleri, çünkü pozisyonlarının haklı olmadığını gayet iyi bildikleri… İYİP de, CHP de, pozisyonlarının doğru bir pozisyon olmadığını ve geleceğe bir katkısı olmadığını biliyor. Bu pozisyonları savunabilecek durumda değiller. Bütün realite, bütün hayat bu pozisyonlar konusunda onları değilliyor. Bilerek yaptıkları yanlışlar ve kötü tercihler nedeniyle başka kötü tercihler yapmak zorunda kalıyorlar ve Erdoğan tarafından rahatlıkla manipüle ediliyorlar. Zaafları birbirlerinden kaynaklanan şeyler değil. Zaafları, siyâset yelpâzesinde üzerinde oturdukları yeri dönüştürme, değiştirme, yeniden gözden geçirme ve bu zamâna, şimdiye uyarlama cesâreti bulamadıklarından kaynaklanıyor. O cesâreti bulamıyorlar; çünkü Erdoğan’dan korkuyorlar. Arkasındaki güce rağmen bu kadar rehin alınmış bir muhâlefet… Çünkü şu anda Altılı Masa’nın da Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın da şöyle bir gücü var: Biz hayâtımızda ilk kez böyle bir seçim görüyoruz. Bu seçim bize “Kimi istemiyorsun?” diye soruyor. Biz bu soruya cevap vereceğiz. Şu anda bu soruya cevap verirken sefil bir vaziyetteyiz. Çünkü Altılı Masa’ya seçimi, “Islak tuvalet terliğine bile oy veririm” diyenler kazandıracaklar. Ne korkunç bir şey. O yüzden HDP’nin az önce konuştuğumuz teklifi, aynı zamanda Altılı Masa’ya haysiyetini kurtarma teklifi sunuyor. Şöyle bir ortamda, o berbat yazılmış anayasa maddelerini önererek, Erdoğan da “Siyâsî haysiyetinizi kurtarabileceğiniz bir fırsat veriyorum size” diyor. Ama kullanmadılar. Yani inanamıyorum. Altılı Masa “Hayır” demesine rağmen bu fırsatı tepti. “Bizim milletvekillerimize fezleke düzenlediniz. Biz de küstük, oynamıyoruz” demeye getirdi. O maddeye bu nedenle mi “Hayır” denir? Bu değişikliğe, bu teklife, bu şantaja bu nedenle mi “Hayır” denir? Böyle mi “Hayır” denir? Hiç yoktan iyidir diyorum, en azından “Hayır” dediler. Ben bu “Hayır”ın oylamaya da yansımasını umuyorum bütün kalbimle. Dediğim gibi mevzûnun başörtüsüyle alâkası yok. Mevzû tamâmen siyâsî haysiyet, seçmenle ve Türkiye’nin meseleleriyle kurulan ilişkiyle ilgili. 

Gördüğün gibi uzattım Ruşen. “Kısa konuş” deme bana ne olursun. 

Ruşen Çakır: Evet. Ayşe’ye “Kısa olsun” demedim, ama siz biraz kısaltarak konuşun. Başörtüsü meselesiyle “Adını Koyalım”ı toparlıyoruz. Burak, sen bunu nasıl yorumluyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Ben Kemal Kılıçdaroğlu’nun grup konuşmasını da dinledim. Orada sorunlu bir muhâfazakâr seçmen okuması ve sorunlu bir Türkiye modern târihi okuması var. Aktörleri topyekûn mesul kabul etmek ve onları bir günah çıkarma âyinine dâvet etmek gibi bir tavır var — ki bu tavır aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal mîrâsına da pek yakışmıyor ve biz bunu biraz post-Kemalist dediğimiz anlatıdan görüyoruz. Çok kaba kavramsallaştırmaları var. Aktörler arasında ayrım yapmıyorlar ve hayâtı böyle melekler-şeytanlar, iyiler-kötüler gibi bir ikilemde okuyorlar. Halbuki birçok akademik çalışma da bu meselenin böyle olmadığını gösterdi. Aslında yıllardır muhâlefette durarak bir şekilde bedel ödeyen veyahut kendi sivil inisiyatifiyle bu işe teslim olmayan insanlara, zamanında ne için teslim olmadıklarının hesâbını soran, “Niçin 2010’da referanduma ‘evet’ demediniz? Niçin 2007’de AKP’ye oy vermediniz?” gibi bir tavır. Yani “Biz geçmişte böyleydik, şimdi değiştik” demek, “Onlar da geçmişte daha sivildi, şimdi değiştiler” demek, “Biz militaristtik, sivilleştik; AKP’liler sivildi, militaristleşti” demek, bence çok haksızca bir yaklaşım. Hatâlı bir okumaya dayanıyor. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi veyâhut genel itibarıyla muhâlefet dediğimiz seçmen, orduyu kontrol eden bir siyâsî aygıta sâhip değildi. Tam tersine, Millî Güvenlik Kurulu siyâset üstü bir noktadan siyâsî aktörleri kontrol ediyordu ve siyâsî gündemi belirliyordu. Siyâsî gündemi de “millî güvenlik” kavramı çerçevesinde belirliyordu. Yani makbul olma şartını topluma, seçmenlerine, muhâliflere ya da vatandaşlara Cumhuriyet Halk Partisi sunmuyordu. Bunu sunan, Millî Güvenlik Kurulu’ydu. 

Şu anda geldiğimiz noktada ise Millî Güvenlik Kurulu ile AK Parti MKYK’sı arasında bence bir fark yok. Şu anda askeri kontrol eden yapı siyâset. O yüzden geçmiş bir dönemde yaşanan hak ihlâllerinin vebâlini Cumhuriyet Halk Partisi seçmenine yüklemek çok anlamsız değil mi? Hakîkaten bir tek bana mı anlamsız geliyor? Ben bunu niye söylüyorum? Çünkü başörtüsü yasağı kalktıktan sonra, CHP seçmeniyle başörtülü kızlar aynı üniversitede okudular ve hiçbir problem çıkmadı; toplum kendi içinden bir gerilim üretmedi. Çünkü bu gerilim hattı yapay bir şekilde dışarıdan empoze ediliyordu ve siyâsî partilerin iktidâra gelebilmek için halktan oy almak yerine MGK ile daha uyumlu çalışmak gibi bir zorunluluğu vardı. 

Burada daha iyi yapısal bir şey var. Sosyolojik bir okuma yapıp CHP seçmenini “azgın azınlık”, “Beyaz Türk”, “agresif sekülerler” şeklinde tanımlayan yaklaşım, şu anda Cumhuriyet Halk Partisi söyleminin çerçevesini çiziyor. Aynı yaklaşım, muhâfazakârları da kendi insânîliğinden arındıran, dünya ile ilişkisinden koparan, onları sâdece kimlik üzerinden okuyan, bütün hareketlerini kimlikle ilişkilendiren bir yaklaşım içerisinde. Dolayısıyla bu başörtüsü meselesinde, “Aman buna ‘evet’ deyin, yoksa biz sokağa çıkamayız” diyen insanların varlığı bizi şaşırtmamalı. Çünkü hayat okumaları bu. CHP tabanını ve muhâfazakârları böyle okuyorlar. O yüzden Kemal Bey’in kapısına gidip, “Bu anayasa değişikliği teklifine ‘evet’ demezseniz, sizin için oy isteyemeyiz” diyorlar. Halbuki muhâfazakâr seçmenin başka öncelikleri de olabilir, başka bir hayâtı da olabilir. Onlara biçtiğimiz rolün dışında da bir rol oynamaya hevesli olabilirler. 

Bu çok temel bir problem ve bu problemli söylem, bence dört tâne çok da sağlam olmayan varsayım üzerinden muhâlefeti bir şekilde manipüle etmeye çalışıyor. Varsayımlar şunlar: 1) Bir arada kalındığı zaman seçim kesinlikle kazanılıyor. 2) Ortada kazanılmış bir seçim var. 3) Kimse buradan ayrılamaz — HDP ayrılamaz, İYİ Parti ayrılamaz. 4) Hepsinden önemlisi: Seçmen gelip tıpış tıpış oy verecek. Bu dört varsayım, artık bu birliktelik bozulmasın diye insanların dışarıdan getirip her şeyi boca ettiği bir durumu ortaya çıkartıyor. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Çok küçük marjinal bir ajandanızı, büyük bir muhâfazakâr okumanın arkasına gizleyerek muhâlefete empoze edebilirsiniz ve “Biz zâten bu seçimi kazanacağız. Yeter ki bir arada kalalım. Bir arada kaldığımız zaman kazanılmış bir seçim bizi bekliyor. İktidâra koşacağız. Siz de yıllar sonra ilk defâ iktidâra gireceksiniz. Dolayısıyla bunu kabul ederseniz birliktelik bozulmaz” gibi bir yaklaşım içerisindeler. Bunu Cumhuriyet Halk Partisi’nin reddetmesi lâzım. İYİ Parti’nin, kendisine gelen erkek, sağcı, andropoza yaklaşmış taşra siyâsetçilerinin ön kabullerinden kurtulması lâzım. “Buna ‘evet’ demezsek sokağa çıkamayız”… 

Çocuk büyüttüğüm için biliyorum, hakîkaten birçok insan da benimle aynı durumdadır. Âile babalarının şu anda oy verme tercîhini etkileyen son şey, anayasa değişikliğinin başörtüsüyle alâkalı olan kısmı olabilir. Düşünsenize, çok sıkıntı çekiyorsunuz. İYİ Parti’ye veya CHP’ye oy vermeyi planlıyorsunuz. Ama bunlar bu değişikliğe ‘hayır’ dedikleri için ya da Meclis’e gitmedikleri için, “Ben bu sıkıntıyı çekmeye devam edeyim. En azından bu anayasa maddesi geçsin” demezsiniz. Böyle bir muhâfazakâr seçmen okuması olabilir mi? Gerçeklikten bu kadar kopuk bir muhâfazakâr seçmen okuması, berâberinde böyle söylemleri getiriyor ve böyle hatâları yaptırıyor. “Bunu yaparsak milyonlarca muhâfazakâr bize güven duyup koşa koşa gelecek” gibi bir şey yok. Bunu söylemem lâzım. Çok uzatmayayım, genel olarak Ayşe’ye katılıyorum. Genel olarak değil, tamâmen katılıyorum. 

Ruşen Çakır: Bu arada “erkek, sağcı, andropozlu” sözü çok çarpıcıydı. 

Burak Bilgehan Özpek: Siz kurtarıyorsunuz abi. Siz solcusunuz. 

Ruşen Çakır: Evet, Kemal Bey, buyurun. 

Kemal Can: Sâdece sağcıdan bile kurtarıyoruz. “Erkek, yaşlı, andropozlu”ya giriyoruz ama sağcıdan kurtarıyoruz.

Ayşe Çavdar: Ben gayet güvenli alandayım galiba. 

Ruşen Çakır: Kemal Bey, söz sizde.

Kemal Can: Ben de şöyle başlayayım: Her ikisine de katılıyorum. Bu da sanıyorum ki kısa konuşmamı sağlayacak. Burak’ın söylediği gibi; muhâlefetin ve genel olarak akademiden medyaya kadar her alanda, memleketi, memleketin seçmenini, siyâsî zemini, toplumsal dinamikleri nasıl algıladığıyla ilgili problem, çeşitli zamanlarda böyle tuhaf, alanı domine eden birtakım yaklaşımlarla bozuldu.

Ama bu yaklaşımlarla bozulmanın arkasında, bir hedefe odaklılık ve “Önümüzdeki toplumsal-siyasal problemi nasıl çözeceğiz?” sorusuna verilen biraz kestirmeci cevaplarla da ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hatırlanırsa, AKP’nin 2010 referandumundan sonra, tek başına %51’ler seviyesinde bir oyu tutturup, 2015’te de milliyetçi ittifâkıyla beraber ağır bir sağ gövdeyle, neredeyse toplumsal-siyasal destek toplayacak, yenilmez bir güç hâline gelmesi karşısında, “Bununla nasıl baş edilecek? Bu nasıl halledilecek? Bunu yenmenin ya da aşmanın yolu ne olabilir?” meselesiyle ilgili soruya verilen cevapta kilitlendi. Bu cevap, çok kabaca özetlenen, “karşı taraftan oy almak” gibi bir başlığın altına sıkıştı. “Karşı taraftan oy almak” dediğiniz şey şu: Muhâalefet, giderek radikalleşmiş milliyetçilik, dindarlık ve muhâfazakârlığın bütün siyâseti radikalleştiren tutumuna karşı, oralardaki radikal olmayan unsurların kazanılması üzerine kurulan stratejilere yüklendi. Bu, aslında şöyle bir tuhaflık yarattı: Bütün zemini parçalar hâlinde düşünüp, her bir parçaya da özel olarak iknâ edici ya da cezbedici formüller bulmak. Gerekirse milliyetçilerden ve ülkücülerden oy almak için otobüs üstünde bozkurt işâreti yapıp, “Ben en büyük ülkücüyüm” demek, muhâfazakârlar için başka bir şey bulmak, başörtüsü önerisi getirmek… Her gruba parça parça, iknâ edici, yatıştırıcı, cezbedici formüller bulmak ve onlara özel bir şey anlatmak. Bu Kürtler için de geçerli olacak biçimde böyle ilerler. Ama aslında temel mesele, şimdi çok ihtiyaç duyulan, “bütün davranmak”tı. Yani îtiraz edilen şeyi ortaklaştırmak gerekirken, tam tersine, îtirazları, rahatsızlıkları parçalara bölüp, onlar için küçük küçük cevaplar üretme enerjisine çok fazla zaman ayrıldı. Halbuki rahatsızlıkları bütünlemek, bu iktidârın değişmesi ihtiyâcını politik bir güce çevirecek asıl motivasyondur. Hâlâ yapılmayan şey bu. Şimdi parçalar hâlinde muamele ettiğiniz bir kalabalığı, bütün olarak davranmaya iknâ edemezsiniz — problem bu. Muhâfazakâra bir tâne paket, Kürt’e başka bir paket, milliyetçiler için başka bir paket sunacaksınız. Sonra o paketlerin her birinden iknâ olanlar, sizle buluştukları için, size güvendikleri için bir bütün oluşturacaklar. Halbuki muhâlefetin ve ana aktörlerinin, iddiaları “birlikte” davranmaksa, onların îtiraz ve rahatsızlıklarını ortaklaştıran, aynı kaynaktan beslenen ve aynı biçimde çözülebileceğine iknâ edilmeleri üzerinden bir motivasyon üretmesi gerekiyordu. Yapılmayan şey bu. 

Muhâfazakârlar konusunu şimdi başörtüsü meselesi olduğu için çok konuşuyoruz, ama başka alanda da oldu. CHP’den pek çok insan, çok önemli, son derece radikal, milliyetçi aktörlerin, sîmâların ölüm yıldönümlerini, doğum günlerini iştahla kutlama seferberliğine girdiler. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşmasında Sinan Ateş niye şehit olarak söylendi? Saldırıya uğramış ve öldürülmüş birisi, ama neyin şehidi? Bu kavramı kullanarak kurduğunuz ilişki, oraya özel bir ilişki. Tıpkı muhâfazakârlar meselesinde yaşandığı gibi. 

Ayşe’nin söylediğine buradan gideceğim: Aslında doğru yapılması gerekeni bilememeleri bir görme problemi ya da bir miyopiden kaynaklanmıyor. Bu doğruları ya da yapmak zorunda oldukları asıl şeyleri yapmaktaki zorluklar, başka alanlardan doğuyor. O zaman da Ayşe’nin söylediği şey ortaya çıkıyor: “Özrü kabahatinden büyük”. Gerekçe diye uydurdukları şey, doğru yapmak için bulmaya çaldıkları gerekçe, daha büyük saçmalıklar ya da yanlışlar içeriyor. Ama eğrisi doğrusuna denk geldi ve bir biçimde “Hayır” noktasına gelindi. Burada bir küçük parantez açayım: HDP başında da “Hayır” demeliydi, ama bu temas meselesini açmak istediği için, iktidârın kendisiyle masaya oturduğu resmini vermek için orada basit taktiksel bir şey kullandı.

Ayşe Çavdar: Çok haklısın, kesinlikle öyle.

Kemal Can: İktidârın başörtüsünü nasıl kullandığıyla ilgili Ayşe’nin anlattıklarına katılıyorum. Ama özel olarak anayasa meselesinin biraz da şöyle kullanıldığını düşünüyorum: Anayasa değişikliği zâten yapılacak mıydı? Âile ile ilgili, hattâ LGBTİ’lerle ilgili dozu daha yüksek bir şey yapılacaktı da Kılıçdaroğlu yasa teklifi önerisini getirince mi değiştirildi? Hangisi önce hangisi sonra bilmiyorum. Ama iktidârın bu meseleye biraz taktik olarak yaklaştığını, HDP ile görüşme ihtimâli ve fire ihtimâli dâhil, bu meselenin genel olarak toplumda bir sopa olarak kullanılmasının yanında, bunun muhâlefet ittifâkının içinde bir ayar bozulmasına yol açacağını hesapladı ve öyle davrandı. Sonuçta “Hayır” noktasına gelişte bile bu ayar bozulmasını yaşadık. Gelecek Partisi örneğini verdiniz. Saadet Partisi bu teklife destek vereceğini söyledi. İstanbul Sözleşmesi de böyleydi. Bence iktidar hâlâ bu fire ihtimâlini çok zayıf görmüyor. Onu güçlü bir ihtimal olarak görürse, Meclis’te birtakım hamlelerle devam etme ihtimâli bence tamâmen kapanmış değil. Bütün partiler şu anda “Hayır” demiş olsa bile, grup kararı alınmadığı için, anayasa teklifinde fire ihtimâli varsa –ki bu konuda çok sayıda kapalı temas yürüttüklerini düşünüyorum– 360 bulacak fire çıkmasa bile, 360’a yaklaşacak ve muhâlefetin fire verdiğinin resminin işine yarayacağını düşünürse bu hamleyi yapabileceğini düşünüyorum. O yüzden Ayşe’nin söylediği çok önemli. Burada gerekçesini doğru kurmak, doğru şey yapmaktan bâzen daha önemli. Ya da doğru şeyi yaptığınızda ve bunu yanlış gerekçeye bağladığınızda, yaptığınız doğru da bir işe yaramıyor. Şu anda kötü bir noktada değiliz ve açıkçası burada kadınların büyük bir katkısı var. Buna değinmeden de geçmeyelim. Bunu söylemek Ayşe’ye düşerdi. Andropozlu yaşlı bir erkek olarak ben söylüyorum.

Ayşe Çavdar: O kadar uzattım ki söylemeye vakit kalmadı. Ama Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun (EŞİK) önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü haftalardır inanılmaz bir diplomasi sürdürüyorlar. 

Kemal Can: Bu hakîkaten çok önemli. Siyâsetin, alanda ve siyâsî aktörlerden bağımsız olarak nasıl yapılabileceği konusunda, genel olarak kadın hareketinin ve bu olay özelinde de EŞİK Platformu’nun çok önemli etkisi olduğunu da unutmayalım. Dolayısıyla, Ayşe’nin çok güvendiği, benim biraz mesâfeli baktığım toplumsal dinamiklerin bâzen çok etkili olabildiğini görüyoruz. 

Bir de, Burak’ın, bu mâkul olanı belirleyen siyâseti muhâfazakâr ya da radikal milliyetçiliğin taarruzundan uzak tutmanın, siyâseti genişletmek ve rahatlatmak açısından çok hayâtî olduğunu düşünüyorum. Fakat şöyle bir problemle karşı karşıyayız. Kılıçdaroğlu ya da diğer insanların böyle özel, bazen helâlleşme, bazen başka yollarla birtakım açılımlar yarattığı zeminde bâzı sorunlar var. Radikalleşme nasıl problemliyse, normalleşmenin unsurlarını târif de aynı şekilde sorunlu olmaya başlıyor. Meselâ Burak’ın sık işâret ettiği gibi, bir zamanlar AKP’nin varlığını ve iktidârını normalleşme, vesâyetten kurtulma, hattâ bir toplumsal tabanın kendiliğinden demokrat olma mecbûriyetine yaslanarak târif edilmesi ve şimdi hâkim kılınan yanlış târih anlatısına dayanmış şey ne kadar rahatsız ediciyse, bunun karşısında ana gerilim olan sekülerlik ve milliyetçilik ittifâkının çatısında bir normalleşme iddiası da aynı şekilde problemli. Siyâseti radikalleştirirken yaşanan kutuplaştırma ne kadar saçma ise, normalleştirirken kurulan bloklaşma da o kadar riskli bir tablo olarak şu anda önümüzde duruyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Bu bir sektör Kemal Abi. Biliyorsunuz, “ılımlılık sektörü” diye bir sektör var. 

Kemal Can: Biliyorum, hattâ sen bu konuda bir yazı yazdın. Bu tehlike şu anda çok kuvvetli bir tehlike olarak var. Bu normalleşme, seçim kazanma işi bir normalleşme sürecinin başlangıcıysa, bunu motive edecek temel dinamikleri târif açısından çok sorunlu bir alan var. Ve bu normalleşmenin bloklaşması da, en az kutuplaşmanın bloklaşması kadar sıkıntılı bir şey vaat ediyor — onu işâret etmek istedim. Çünkü bu tartışmaların hepsi onun parçası.  

Ayşe Çavdar: Bir de birbiriyle soru cevap ilişkileri olduğu için de böyle bir şey ortaya çıkıyor. Doğru soru sorulmadığı için. 

Kemal Can: O yüzden, parçalara dönük şeyler geliştirmek yerine parçalardaki dertleri bütünlemeye doğru hamle eden bir akıl yürütmenin çıkış olacağını düşünüyorum. Bu kadar.

Burak Bilgehan Özpek: Ben bu Sinan Ateş meselesiyle ilgili bir şey ilâve edeyim: CHP bu meseleyi hakîkaten çok sâhiplendi. Benim aklıma, Churchill’in Chamberlain’e söylediği bir söz geliyor. Hitler Avrupa’da yükselirken, Chamberlain Appeasment Policy diye bir politika uyguladı. Alttan alma, yatıştırma politikası. “Bize saldırmadıkça, bir yerde durur. Çok üstüne gidip kışkırtmayalım” gibi bir yaklaşımdı bu. Churchill şöyle dedi: “Size haysiyet ile savaş arasında bir seçenek sunuldu. Siz hem barıştan oldunuz, hem haysiyetinizden oldunuz”. Yani şimdi Sinan Ateş olayında, bu “ülkücü şehit” terimi meselâ. Bunu milliyetçi câmia kendi arasında kullanabilir, ama bu jargonla Cumhuriyet Halk Partisi grubunda konuşmak bence çok fazla esnemek.

Ayşe Çavdar: Esnemek değil o. Bayağı elini kolunu kaptırmak. 

Burak Bilgehan Özpek: Ayşe, daha da vahimi, bunun bir getirisi de yok. 

Kemal Can: Lüzumsuz yani.

Ayşe Çavdar: Ayrıca Bahçeli, Sinan Ateş meselesiyle ilgili anahtar bir şey söyledi dün. “Açıklamadığımız bir görevden alma gerekçesi var” dedi.  Ben o işin çok karışacağını düşünüyorum. O yüzden CHP’nin, başörtüsü meselesiyle ilgili anayasa değişikliği konusunda risk alamazken ve korka korka risk alırken, böyle bir mevzûda bu kadar açıktan risk alması bana biraz tuhaf geliyor açıkçası. Elbette bir cinâyettir, adlî sistemin çalıştığını göstermek ve adâletin yerine geldiğini göstermek için soruşturulması gerekir.

Kemal Can: Tabiî. Orada söylenecek çok şey var.

Ayşe Çavdar: Bunu bir ideolojik angajman hâline getirmenin gereği yok. Sen muhâlefet partisisin. Üstü örtülmeye çalışılan bir cinâyet olduğunu düşünüyorsun; buradan yürü git. Bunu ideolojik angajmana dönüştürmenin ne âlemi var? Çok saçma. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”a noktayı koyuyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Ve tabii ki izleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. Haftaya görüşmek üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.