Sene 1998 olsa gerek. Artık hayatta olmayan bir arkadaşım Frank Herbert’in Dune serisinin ilk dört cildini hediye etti. Mevsim yaz, herkesler tatile gidiyor ama benim param yok. İki hafta iznim var, alıp ciltleri eve kapanıyorum. Üsküdar’da bir apartmanın bahçe katı, arka tarafa bakıyor. Yaz sıcağını hiç sevmeyen biri için cennet gibi o bakımsız bahçe. Gölgeli ve serin. Eve gidip bir şeyler atıştırdıktan sonra elime alıyorum Dune’un ilk cildini. Öyle bir sarıyor ki iki hafta boyunca zorunlu haller dışında, durmaksızın okuyorum. Hayata döndüğümde burnumda Fremenler’in giydikleri özel giysinin vücut sıvılarını arıtarak ürettiği suyun kokusu var.
Çocukluğumda, Maraş’tayken, ev sahibimiz Hacı Teyze boyumdan büyük bir bakır kazanı bizim evin önüne yerleştirmişti. İçinde ne olduğunu görememiştim işin başında orada olmadığım için. Ama arada bir içine su ilave ediyordu. Beni kazanın civarında her gördüğünde, “sakın yaklaşma” diye sıkı sıkı tembihlenmese belki ilgimi o kadar çekmezdi. Etrafta kimsenin olmadığı bir vakit dayanamayıp ayağımın altına bir biriket koyaraktan uzandım kazanın ağzına doğru. Cık, boyum görmeye yetmiyordu. Ben de elimi daldırdım kazana. Güneşte iyice ısınmış yoğunca bir sıvıydı. Ve fakat, aman Allah’ım o nasıl kötü bir kokuydu öyle. Ne kadar yıkarsam yıkayayım çıkmadı. Elime naylon torba geçirmiştim kokuyu almamak için. Nişasta yapılmak üzere suda bekletilen buğdaymış meğerse kazandaki. Nişasta olmadan önce çürümesi gerekiyor ya mübareğin. Fremenler’in çölde giydikleri giysiden gelen suyun kokusunun o kazandaki mainin kokusuyla aynı olduğunu her türlü iddia ederim ama ispatlayamam.
Dune’da neyin peşine takılıp gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. Paul’cüğün büyüyüp Muad’dib’e dönüşürken çektiği acılar, verdiği kayıplar, katettiği mesafeler ve karşılaştığı zorlukların üstesinden gelme azmi vs değil. Sevmiyorum “kahramanın yolculuğu” zırvalarını. İktidar ne, güç ne? Güç, onu sahiplenene ne yapar, gibi şeylerle meşgul Dune. Mitolojiyi ve hatta dinler tarihini bütün evrende sınıyor! Gizemli ama bildik, olay örgüsü karışık ama demek istediği şey çok açık. Bir yandan da bölümlerin başındaki epigraflara deli oluyordum. Frank Herbert’in nasıl biri olduğunu anlamaya çalışıyordum. O korkunç, o dehşetli sahneleri hayal eden, bütün o kanlı taht oyunlarını kafasında oluşturan biri yanına yaklaşılmayacak kadar tekinsiz olmalıydı. Bu düşüncem birkaç yıl sonra, serinin altıncı kitabının sonunda, eşiyle nasıl tanıştığını, nasıl evlendiğini ve nihayet onu bir hastanede gördüğü hatalı tedavi nedeniyle nasıl bir anda kaybettiğini anlatan mektubunu okuyana kadar değişmedi.
Dune’un epigrafik tarihi
Ne diyordum, epigraflar… Biz olup bitenleri içinde yaşıyormuş gibi okurken, bizim okuduğumuz olayların bittiği zamandan birileri, Paul’ün hikâyesini yazıyordu. Epigrafların alıntılandığı, Frenk Herbert için hayali ama Dune evreninin aktörleri için gerçek olan kaynaklar, Paul Atreides’ten sonra kurulan dünya hakkında ipuçları veriyordu. Paul’ün dostları, düşmanları, takipçileri, mü’minleri olan kişiler ve halklar vardı aralarında. Mesela Paul’ün kâğıt üstünde eşi olan Prenses Irulan, aynı zamanda Padişah Dördüncü Shaddam’ın, yani Paul’ün babasını ve tüm ailesini yok etmek için türlü planlar kuran bir adamın kızıydı. Bu adaletsiz, haksız ve kanlı komplodan başlayarak her şeyi, biraz da babasının yaptığı pis işlerden aklanma arzusuyla kayıt altına almış olabilirdi Irulan.
Biz okurlar, epigrafların alıntılandığı kaynakların kaleme alındığı değilse bile kategorize edilip arşivlendiği zamanın öncesindeydik ama onları okuyabiliyorduk. Öykü devam ederken bazen Paul de kendi zamanından önceki olayları öğrenmek, bir bakıma içinde yaşadığı cehennemin anlam ve önemini kavramak için arşivlere başvuruyordu. Paul bunu bilmiyordu ama, o ve biz iki ayrı tarih arasında, Frank Herbert’in müellifi olduğu bir şimdide bulunuyorduk. Zaman içindeki o gitgelleri çok seviyordum, çünkü o zaman henüz tarihe merak sarmamıştım. Seneler sonra Star Trek Voyager’in Kaptan Jane’inde bu türlü zaman hesabının baş ağrısı yaptığını görüp şaşırdım ama hak da verdim doğrusu.
Dune’a dönelim… O zaman okuduğum kitaplar (Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural çevirisi olan versiyon) elimin altında değil. O yüzden altını çizdiğim yerleri hatırlayıp sizinle paylaşamıyorum. Dost Körpe çevirisiyle İthaki’den çıkan versiyondaki epigrafları gözden geçiriyorum. Ancak ilk üç cilde yetti zamanım, Çöl Gezegeni Dune, Dune Mesihi ve Dune Çocukları. Buyrun beraber olsun:
“‘Mali sistemi ve mahkemeleri kontrol edin yeter… Gerisini ayaktakımına bırakın.’ Padişah İmparator size bu tavsiyede bulunuyor. Ve diyor ki: ‘Kazanç istiyorsanız hükmetmelisiniz.’ Sözlerinde haklılık payı var ama kendime şu soruyu sormadan edemiyorum: ‘Ayaktakımı kim, yönetilenler kim?’” Prenses Irulan, Arrakis Uyanıyor, Muad’dib’in Landsaraad’a Gönderdiği Gizli Mesaj, Dune I, s. 508.
“Ortodoks bir dine siyasetin karışması kaçınılmazdır. Bu iktidar mücadelesi ortodoks cemaatinin eğitimini ve disiplinini etkiler. Bu baskı yüzünden, böyle bir cemaatin liderleri kaçınılmaz bir soruyla yüzleşmek zorunda kalır: Liderliklerini korumak için tamamen oportünist mi olmalı, yoksa ortodoks etiği adına kendilerini feda etme riskine mi girmelidirler?” Prenses Irulan, Muad’dib: Dinsel Sorular, Dune I, s. 520.
“Kanunlar ve görevler din çatısı altında birleştiğinde, insan asla tamamen bilinçli olamaz; asla kendinin tamamen bilincine varamaz. Asla tam bir birey olamaz.” Prenses Irulan, Muad’dib: Evrenin Doksan Dokuz Harikası, Dune I, s. 529
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Yasaların çapraşık üslubu, birbirimize karşı duyduğumuz şiddet hissini saklama ihtiyacının etrafında şekillenmiştir. Bir insanı hayatının bir saatinden mahrum etmekle hayatının tamamından mahrum etmek arasında sadece boyut farkı vardır. Ona şiddet uyguladığınızda, enerjisini tüketmiş olursunuz. Öldürme niyetinizi laf ebelikleriyle gizleyebilirsiniz, ama bir başkasına uygulanan şiddetin ardında hep su düşünce yatar: ‘Ben senin enerjinle besleniyorum.’” İmparator Paul Muad’dib, Divan Bildirgesi’ne Ek, Dune II. s. 207.
“En güçlülerin bile uygulayabileceği kuvvetin bir sınırı vardır; bu sınırı aştıklarında kendilerini yok ederler. Devlet yönetiminde asıl sanat, bu sınırı saptayabilmektir. Gücün yanlış kullanımı ölümcül bir günahtır. Kanunlar intikam aracı, rehine ya da şehitleştirdiği kişilere karşı bir tahkimat olarak kullanılamaz. Bir bireyi tehdit ederseniz, bunun sonuçlarına katlanırsınız.” Muad’dib’in Kanun Üstüne Sözleri, Stilgar’ın Tefsiri, Dune II. 252.
“Zulmün zulüm olduğu hem kurbanın kendisi hem de zulmeden kişi tarafından, yapılanlardan az çok haberdar olan herkes tarafından bilinir. Zulmün bahanesi veya hafifletici sebepleri olmaz. Zulüm asla geçmişi dengelemez, geçmişte yapılmış hataları telafi etmez. Zulüm gelecekteki zulmün yolunu açar, o kadar. Kendi kendini sürdürür… barbarca bir ensest şeklidir. Zulmeden herkes, bunun yol açacağı zulümlerin sorumlusudur.” Muad’dib Apokrifi, Dune III, 138.
Dune’dan sonra siyaset
Yukardaki gibi cümleleri pek çok kaynakta bulabilirsiniz. Hiçbiri bilinmeyen işler değiller. Din, siyaset, hukuk ve ekonomi arasındaki ilişkilerin nasıl yürüdüğü konusunda hepimizin bir fikri var ve yine hepimizi birden karamsarlığa sürükleyen de bu. Nitekim Dune’un birinci cildinde, Prenses Irulan’ın Muad’dib’in Toplu Özdeyişleri’nden aktardığı bir başka epigraf diyor ki: “İlerleme fikri, bizi geleceğin dehşetinden koruyan bir savunma mekanizmasıdır.”
O yaşımda, o zaman diliminde Dune’un hangi yarama iyi geldiğini de hatırlıyorum. 28 Şubat sonrası siyasi ortam. Sath-ı siyasette gene bütün ihtimaller birbirinden beter! Gencim, çocukluğumdan beri hayal ettiğim mesleği elime almışım, şehir değiştirip yeni bir hayata başlamışım. Ama yok. Gitmeyen, devam etmeyen bir şeyler var. Tanıdığım herkesle el ele vermiş hayatı, sanki benzini bitmiş bir arabaymış gibi, iteleyerek ilerletmeye çalışıyoruz. Olmuyor bir türlü.
Sonra deprem oldu. Ülke kelimenin tam anlamıyla başımıza yıkıldı. Ne yaptığımı çok da bilmeden Değirmendere’ye gittim. Gördüklerime anlam vermem hayli zamanımı aldı. AKP’nin kurulduğu ve pek çoklarının ondan bir şeyler ummaya başladığı dönemlerde burnuma gene Fremen giysisinin vücut sıvılarından damıttığı suyun kokusu musallat olmuştu. Üzerimize yıkılan şeyin nasıl yağmalandığına şahit olduk bunca zaman. Enkazdan çıkan değerli mallar ve hurdalar -şaka değil ya hu, bakır kablolar bile- yok fiyatına pazarlarda satıldı. Geriye posa olarak kocaman, yaralı, kızgın, bezgin, öfkeli, tüm müşterekleri kirletilmiş ya da çalınmış bir halk kaldı.
Birlikte üzülelim diye yazmıyorum bunları. Bu satırları okuma ihtimali olan herkesin bütün bunların benden kat be kat fazla farkında olduğundan da adımın Ayşe olduğu kadar eminim.
Gerek AKP ve sonradan bu enkaz ticaretinde ona ortak olan MHP’nin -ki bu işe son dönemeçlerden birinde girmesi hayli manidardır- yaklaşmakta olan seçimlere öyle müthiş bir heyecanla, hevesle, isteyerek hazırlandıklarına dair tek bir emare yok. Kirli propaganda tekniklerine ve karşı takımın insicamını bozmaya yönelik taktiklerle seçim kazanamayacaklarını gayet iyi biliyorlardır. Onlar bu haldeyken, enkazın ezeli ve ebedi bekçisi niteliğindeki “devletlû” taifenin seçimler esnasında arkalarını kollamayacağını, ne bileyim olur da akıllarına öyle şeyler geliyorsa, sandık düzeyinde bir operasyona ortak olmayacağını da kestiriyorlardır. Seçim ekonomisi uygulamaları bile, “Ya hu olur da ülke başımıza kalırsa ne ederiz”, tedirginliğiyle yüklü. Sanıyorum bütün bu ayrıntılar da gözünüzden kaçmıyordur. İktidar mahfiline ne zaman baksam giderek havası kaçmakta olan bir balon görüyorum. Ama patlatılmamış, dışardan müdahale yok. Ağzı gevşemiş balonun, yavaş yavaş içine çöküyor ve sızdırdığı gazın kokusundan kendisi de rahatsız.
Tabii bunda, AKP’nin yukardaki epigraflarla dikkatinizi dolaylı olarak çekmeye çalıştığım bütün tuşlara basmış bir siyasi ekip olmasının da büyük payı var. Ürettikleri siyasi enerjiden beklentileri bundan fazla değildi, yani hayal edebildikleri en yüksek düzeyde gerçekleştirdiler kendilerini. Bakın buna şahidim. Mal, mülk, servet, güç istediler… Başkaca bir talepleri hiç olmadı. Hepsini de elde ettiler. İşin eğlenceli yanı şu ki bindikleri araba bu yüzden ilerlemiyor artık. Onların sorunu deponun boş olması değil. Aksine ağzına kadar dolu. Fakat işte başka hiçbir şey yok. Kaporta var gıcır, yakıt da en bir karbonlusundan. Ama olmuyor. Çok yakında birbirlerini şiddetli kelimelerle suçlamaya, hatta binbir türlü yolla hırpalamaya başlayacaklar, “Bu araba niye kaldı yolun ortasında, neden mabadımız bu kadar açıkta” diye.
Onlardan olmayanlar nasıl “Kara gün kararıp kalmaz” diyerek avutuyorlarsa darlanan yüreklerini, onlardan olanlar da “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sorusuyla karşılaşacakları günün korkusuyla yaşıyorlar. Yok yok öte dünyadan değil, bu soruların burada sorulmasından korkuyorlar.
Bugünün yarını
Cidden radikal bir dönüşüm bekliyor memleketi. AKP’den ve şeriklerinden kurtulmak değil tek mesele. Zorunlu olunan o dönüşümü gerçekleştirebilmek. Hayatın her alanına sirayet edecek, birbirimizle ve yıkılmaktan beter olmuş devletle ilişkimizi yeniden düzenleyecek bir dönüşüm olmaksızın bir adım daha gidecek halimiz yok. Aklınıza gelen tüm yıkım teşbihlerini sıralayın buraya: Ağaçtıysa devlet kendinden olan kurtlar yediği için çürüdü. Evdiyse miras kavgası yüzünden satıldı ve yıkıldı. Ormandıysa yandı. Nehirdiyse kurudu. Köprü idiyse çöktü. Kuş idiyse kanatları kırıldı, tüyleri yolundu (çok özür dilerim bu benzetme için).
Çok radikal bir durum bu. Buradan çıkış da radikal dönüşümleri göze alarak ve örgütleyerek mümkün. Toplum, en azından muhalefet etmekten vazgeçmeyen seçmen, bunu çoktan anlamış görünüyor. Anaakım muhalefete baktıkça umutsuzluğa kapılmasının sebebi de bu zaten. Bu çürüyen, satılan, yıkılan, yanan, kuruyan, çöken, kanatları kırılıp tüyleri yolunan şey, her neyse, onun hayatının tam orta yerinde duruyor. Fakat “Hadi artık bir şey yapın” diye baktığı ehl-i siyaset bu ahval ve şeraiti inkâr eden bir vaziyette davranıyor, hâlâ ve her türlü alamete rağmen. Bir masa etrafında toplanıp birlikte siyaset yapmaktan anladıkları şey çok garip. Bunca yıldır başlıca işi düşürdüğü ülkenin enkazını bulabildiği pazarlarda satmak olan bir iktidardan esirgedikleri her türlü denetim, gözetim, sınırlama tekniğini ve taktiğini birbirleri üzerinde deniyorlar. Davutoğlu’nun tarif ettiği mekanizmalar bu yüzden sinirlerini hoplatıyor insanların. Üstelik hepsi muhalefetteler henüz. Seçime ortak listelerle gitmeleri halinde gerçek anlamda sınanmış da olmayacaklar. O zaman, yeni partilerden bahsediyorum, o masada oturma ve o Meclis’te iktidar ortağı olarak bulunma kapasitesini, gitmekte olan iktidarla yaptıkları ortaklık üzerinden geliştirmiş bulunacaklar. Mesele böyle olduğu için, Altılı Masa’nın, seçimi kazandıktan sonra nasıl çalışacağı yolundaki açıklamaların DEVA ve Gelecek partilerinden gelmesi, bunca yıldır her şeye rağmen muhalefette olan insanları çileden çıkartıyor. Kendilerini haksızlığa uğramış hissediyorlar. Nasıl hissetmesinler? Tuhaf olan, gerek bu iki partinin siyasetçilerinin, gerek diğer aktörlerin bu basit hadisenin farkında değillermiş gibi davranmaları. İnsanın aklına garip garip şeyler geliyor. Muhalif seçmenin gönlünü almadan nasıl kazanacaksınız siz bu seçimi?
Keşke şu birbirlerini sahada dengeleme ve denetleme işlerini seçimden sonraya bırakacak cesaretleri olsa. Yazık ki hiçbiri kendi evsafından emin olmadığı için erteleyemiyorlar bu işi. Tamam anladım, işleri kolay değil, ama eğer siyaset yapıyorlarsa iş tanımlarından biri de seçmenin işini kolaylaştırmak. Seçime kalan gün sayısının her türlü azaldığı bir dönemde her biri kendi bulundukları yerden herkesin işini zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor.
Her neyse… Daha da uzatmayayım. Ana akım siyasiler, kendilerini birlikte oturup yazdıkları metinlerle ülke yönetebilecek yeterlikte görenler, her nasılsa gerçekten neyle uğraştıklarını bilmedikleri görüntüsü vermekte olağanüstü bir başarı gösteriyorlar. (Ne yapayım olumlu bir cümle lazımdı buraya.) Onlar bu acayip başarılarını kutlayadursunlar geçen haftanın en umut verici vakası, TİP Milletvekili Barış Atay’ın BabalaTV’de ortaya koyduğu siyasi performanstı. İki gün önce yüklenmiş video, şu saatte 5,3 milyon kişi izlemiş. Arada dönüp dönüp alttaki yorumlara bakıyorum. İyisi de var, kötüsü de var yorumların ama “ya hu ben bu insanları böyle bilmiyordum”lar çoğunlukta. Bunca yıldır iktidarlar eliyle anaakımlaştırılan kimi soru olma niteliği taşımayan sözüm ona sorular iyi düşünülmüş, açık ve sarih cevaplarla karşılaştığında neler olduğunu gördük o programda. Üstünden zaman geçmiş olacak ama arkasından gelecek yorumları da iyice gördükten ve bir kez daha seyrettikten sonra haftaya yazacağım o karşılaşmayı. Şimdilik diyebileceğim şundan ibaret: Hak ettiği, bunca yıldır ertelenen, kendisinden zorla ve şerle çalınan o dönüşüm için sabırsızlanan pek çok insan var. İktidarı oluşturan ittifakın serencamına anaakım muhalefetinki eklenince görünen o ki bu radikal dönüşümü erteleyebilecek evsafta bir siyasi odak da kalmadı artık.
Velhasıl-ı kelam yarın ola hayrola!