Kimilerine göre 20. yüzyıl Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bitti. Nihayet bir dehşet dengesi üzerine kurulmuş Soğuk Savaş Dönemi bitmiş, o dengenin bir tarafı kendi zaferini ilan etmişti. Nasıl da yükselmişti umutlar değil mi? Kapitalizm insanın doğal düzeniydi, sosyalizmin çöküşü bu doğal düzenin ve üstünlüğünün tanınması anlamına geldi. Dünya artık daha yuvarlak ve her yer, herkes için daha erişilebilirdi. Demir Perde yırtılmış, ardından nice ”imkânlar” ortaya saçılmıştı. Çok geçmeden internet icat edildi ve hızla yaygınlaştı. İnsanlar eskisinden daha çok kazanıyor, daha çok insan oradan oraya seyahat ediyordu. Bölgesel ticaret anlaşmaları malların da sınır tanımaksızın alınıp satılması imkânını getirdi. Fakat bu akışkanlıktan en fazla nasibini alan şey kuşkusuz paraydı. Artık bir forma bile ihtiyaç duymayan, iyiden iyiye bir ruha dönüşen para…
Her şey çok hızlı oldu. Bu yazıyı yazmak üzere havaya girmek için 1990’ların ve 2000’lerin popüler dizilerinden birkaç bölüm seyrettim. Yarım yüzyılı henüz bulmamış ömrümde gündelik hayatta kullandığım nesnelerin ne kadar çok değiştiğini bir kez daha idrak edip, bir kez daha dehşete düştüm. Şehrin gündelik hayatında en çok değişen şeyin duvarlar olduğu kanaatim de pekişti yeniden. Köprülere ve duvarlara takıntılı olduğum içindir belki. Ama benim bu ikisine takıntılı olmam köprülerin haraca bağlanmak suretiyle birer duvara dönüştüğü, duvarların da yükselmekle kalmayıp üzerlerindeki dikenli ve jiletli, bazen elektrik verilmiş tellerle tehditkârlığın dozunu iyice artırdıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İşte bu yüzden geçen hafta kaldığım yerden, yani düzenbazların bu zamanı nasıl yurt edindiklerinden, bu yurdu nasıl duvarlarla kuşattıkları bahsine işaret ederek devam edeceğim.
Bitmeyen bir geçiş süreci, sonu gelmeyen bir araf, az gidip uz gidip gene üzerinde sıkışıverdiğimiz eşik. Bu geçiş sürecinin, neden ima ettiği hareketlilikle inatlaşırcasına yükselen duvarlarla temsil edildiği konusuna kafa yoracağım biraz.
Kıtalar ve ülkeler arasına, göçmenler, mülteciler ve kaçak mallar geçemesin diye örülen, üzerlerine dikenli ve elektrikli teller gerilen duvarlar da önemli tabii ve onların da büyük anlamları var. Ama gündelik hayatımıza şekil verme gücüne onlardan daha fazla sahip olan başka duvarları görünmezleştirmelerine de izin vermemeli. Her gün metrobüsle, otobüsle, dolmuşla ya da arabanızla geçtiğiniz otobanın kıyıları boyunca gördüğünüz, kendini yakınında olduğu ölçüde değerlendiği şehirden kıyasıya ayırmak için tıpkı kıtalar ve ülkeler arasına örülen duvarlar gibi yükseltilmiş, üzerine dikenli ya da jiletli tel çekilmiş duvarlar emin olun daha çok belirliyor hayatınıza verdiğiniz anlamı. Onlardan birinde bir mülk alabilmek için yaşadı benim kuşağım. Alan aldı, alamayanlar vazgeçti. Çünkü duvarlar yükseldikçe öyle bir yer alabilmek için ömürden verilmesi gereken zaman da uzadı ve nihayet bir ömür içinde alınamayacak raddelere ulaştı fiyatlar. Maliyetler demiyorum, fiyatlar yükseldi. Birileri şehrin orta yerinde yolumuzu kesen, manzaramızı parçalayan duvarlar ördükçe, o duvarların arkasına istif edilmiş hayatlara olan talep de arttı çünkü.
Bilgin Saydam’ın Ara’f’dalık-lar kitabının başlangıcında “Arada-lık ve Öykü-nme” başlıklı sunuşu kaleme alan Yavuz Erten’in yazdığı bir paragrafın altını iki kere çizip yanına da “dindarlar” diye not düşmüşüm. Bu yazıyı hazırlarken o kitaba, altını çizdiğim satırlara ve kenarlara düştüğüm notlara bakma ihtiyacı hissettim ve çok güldüm bu notuma. Diyor ki paragraf, “Belki de kozmos’una (öyküsüne) aşırı bağlanan ve onu kapalı bir mit haline getiren, bu sebeple onu katı, esnekliği olmayan ve evrimleşmeyen bir donmuşluğa mahkûm eden tutumlar kaos’un varlığını narsisistik bir yaralanma olarak yaşayanlara aittir.” (s.11). Güldüm, çünkü 2017’de bu kitabı okurken dindarlığın dinle ilgili bir şey olduğunu düşünüyordum henüz. Dindarları muhafazakâr yapan şeyin de kendilerini içinde tanımladıkları öykünün “kapalı”lılığı olduğunu varsaymışım demek. Ne kadar naif, hatta safmışım.
Yavuz Erten, yukarıdaki alıntıdan önceki kısa paragrafta diyor ki, “Ana mesele en sonunda, arada oluş halinden çıkmak değil, insanın ‘ontolojik verili durumu olan ‘arada oluş hali’nden çıkma fantezisi’nden çıkmaktadır.” Yani mesele aradalığımız değil. Zira dünya bir arafyurttan başka bir şey değil. Ve fakat, kimi zamanlarda hepimizde ya da tüm zamanlarda bazılarımızda bu arafın dışında bir yurt arama ya da bu arafın araflığını inkâr cür’eti zuhur eder. Bizi yaralanmaya açık ve hazır kılan narsisistik organımızın salgıladığı gazdır o cür’etin kaynağı.
Duvar denilen nesnenin sebeb-i zuhuru da aynı cür’ettir. Kitabın 255’inci sayfasında Bilgin Saydam diyor ki, “Kaybolmuşluktan medeniyet çıkar. ‘Merkez-kent/iç-şehir’ kelimesinin Arapça karşılığı olan medine’den türetilmiş ‘medeniyet’ kavramı özellikle anlamlı bu meyanda. Zira, kendini artıran kalıcı ayrışmış-yapısallıkları mümkün kılan ‘şehir’dir. Doğanın şiddetinden korunaklı bir alanın kent surları içinde ihsası, ‘sükûnet’ demektir. ‘Evrenin merkezi’ (axis mundi) olarak alınan dağ/orman gibi doğal referansların yerine, insan yapısı olan tapınak ya da sarayların geçmesi, her şeye anlam veren ve yegâne-öncesiz-gerçek olan ‘Kutsal’a artık insan iradesi ve eylemiyle ulaşılacağının, hatta Kutsal’ın nasıl ve nerede olacağının insan tarafından belirleneceğinin ilanıdır.”
Erten’i çağıralım buraya yeniden, şu halde medeniyet bir tür fanteziden ibarettir. Kabil’in Tanrı’ya haddini bildirdiği ve ancak bu koşulla işlediği cinayetten pişmanlık duyup tövbe istiğfar ettiği yer, şehir. Kendinde Tanrı’ya haddini bildirme gücü bulamadığı zamanlarda ise öldürmeye devam edecek Kabil. O gücü kendinde bulana kadar cinayet işleyecek, kadınlarını ve çocuklarını kurban edecek, komşularına şüpheyle bakacak, kimseye güvenmeyecek, gaza edecek, cihat edecek, tanrı adına çalacak, çırpacak, yalan söyleyecek, düzen kuracak. Bu yolla tanrılaşmayacak elbette ama tanrı gibi olacak. Suçla ceza, günahla tövbe arasındaki o zaman aralığında yapacak sıçramasını yapabilirse. Sezai Karakoç’un Mona Rosa’da “sen günah kadar beyazsın, ben tövbe kadar kara” demesinin sebebi bu muydu ki? O kara, işlenen suçun yarattığı pişmanlığın değil, tanrıya yönelik meydan okumanın kayıtlara geçirilmesinin izidir belki de. Kim bilir?
Düzenbazlar işte tam da böylesi kararma zamanlarının muhafızları… Dünyada olmakla talim ettiğimiz aradalık yetmezmiş gibi, ezberimizdeki hikâyelerin arada olduğumuz bilgisinin verdiği acıyı dindirmeye yetmediği, evlerimizin başımıza yıkıldığı, enkaz altından çıktığımız topografyayı zelzele esnasında geçirdiği dönüşüm yüzünden tanıyamadığımız anlarda işlediğimiz suçların ve günahların kâtipleri. Lakin öykü repertuarları hiç de geniş değil gördüğünüz gibi. Sabitlenme vehmine hitap etmeseler anlattıkları o pespaye kıssalarla kimseyi peşlerine de takamazlar aslında. Şu halde düzenbazların işaret ettiği müşterek halet-i ruhiye ile ülkeler arasında ve şehir içlerinde yükselen duvarların işaret ettiği halet-i ruhiyenin birbirinin tıpkısının aynısı olmasında bir hikmet olmalı.
Kestirmeden söyleyip, sonra ayrıntısına gireyim. Düzenbazların güç kazanması da duvarların yükselip görünürleşmesi de müşterek ya da kamusal hayatın çökmekte olduğunun, o hayatı kuran hikâyelerin anlamsızlaştığının ve işlevsizleştiğinin, içinde yaşadığımız kalabalıkla aramızdaki ilişkinin derinliğini ve kıvrımlarını kaybettiğinin yani düzleştiğinin, bizleri bir arada tutan her şeyin yerini korkunun aldığının işaretleri. Elimizde olanları kaybettik, bizi bir arada tutacak yeni şeyler de bulamadık henüz diyoruz düzenbazlara göz kırparak. Kendi aramızdan senden daha iyisinin, iyi herhangi bir şeyi çıkabileceğine olan inançsızlığımızı deklare ediyoruz. Onu kendimize kayyum atıyoruz bir bakıma. Çünkü sorumluluk almak istemiyoruz. Oyuna getirilmektense oyuna getirenle iş tutarak kendimizi yine ondan korumaya çalışıyoruz. Bizden, ortaklığımızdan iyi bir şey çıkmayacağına olan inanç kadar güvensiz hissettiren, korkutan ne olabilir? Peki içinde bulunduğumuz bütünden bu kadar korkarken hangi parçamızı koruyabiliriz ördüğümüz yüksek duvarlarla? Bu koşullar altında kendimizi dünyanın sabiti haline getirme girişimimiz, bilakis o duvarlarda korkumuzun sabitlenmesi neticesini doğurmaz mı?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Duvar sessizliği
Agnes Horvath da duvarların bir bakıma bu sabitlenme, güvende olma vehminin tezahürleri olduğunu ve tam da böyle oldukları için sabitlik ve güvende olma hissiyatının yokluğunu ima ettiklerini, yani duvarların çevrelerine güvensizlik ve korku yaydıklarını söylüyor:
“Duvar inşası, onu takip eden tüm saçma sosyal mühendislik fikirlerinin hem arketipi hem prototipidir. [Çünkü] işaret ettiği zaafı gidermek için ortaya koyduğu öneri teknik çözümlerden ibarettir: sağlam bir duvar inşa ederek istenmeyenlerin dışarıda tutulabileceği ve içerde kalanların da [birbirlerine] eşitlenebileceği fikrine dayanır. Ancak bu [teknik] çözüm kısa sürede, kendiliğinden, yetersiz olduğunu kanıtlar ve bir dizi benzer teknik ve prosedürel suistimale yol açar… Duvar inşa etmek başlı başına bir problemdir: gerçeklikten bağımsız anlamlar üretebilir, teknolojik, siyasi ve iktisadi etkiler yaratsa da, hakiki dürtüleri ve algıyı sürekli bloke ve sterilize eder.” [Adeta donuklaştırır da diyebilir miyiz?] (“Walling Europe: The perverted linear transformation”, Walling, Boundaries and Liminality içinde, editörler: Agnes Horvath, Marius Ion Benta ve Joan Davison, Routledge, 2018, s.18)
Burada kalsa iyi. Horvath, birkaç sayfa sonra öyle bir paragraf yazıyor ki, sanki duvardan değil de aynadan söz ediyor:
“Duvar inşa etmek, dikey bir yapı ile kuşatma işlemidir. Amacı, dürtüleri bölmek ve yönlendirmek suretiyle iki farklı şeyi [boyutu diyebiliriz] kesiştirmektir. İlki karakter (ki bir varlıktır), ikincisi ise çıkar (o da na-mevcut bir varlıktır). Karakter sınırlıdır, çıkar ise sınırsız. …Çıkar, karakteri ele geçirip onu kendine benzetme eğilimindedir.” (S.20)
Horvath’a göre her ne kadar sabitlenme vehminin bir ürünü olsa da duvar, çıkarın karakteri kendine benzettiği bir dönüşüm hikâyesi anlatır. Bu hikâyeyi anlatmak için akışı durdurur. Arazi üzerinde bir kesinti olarak zuhur eder. Bu bana biraz, Osmanlı, Selçuklu hikâyeleri anlatan dizilerde bir sakallı dedenin hiç olmadık bir yerde “bizden” olan savaşçıların karşısına çıkıp hayatlarını bir kıssayla kesintiye uğratmasını hatırlattı ne yalan söyleyeyim. Duvarlarla o kıssaların, menkıbelerin ortak bir işlevi var. O kıssalardan beklenen de savaşçıları değil, ekran karşısında diziyi izleyeni, hikâyeden aklının erdiği değil, anlatıcının murat ettiği anlamı çıkarması, yani arkasına davet edildiği duvara dönüşerek geçmesidir.
Horvath’ın duvar inşası (ya da duvarlama) hakkındaki teorik önermeleri bana bir başka şahane kadını, Catherine Malabou’yu hatırlattı. Ontology of the Accident: An Essay on Destructive Plasticity (Kazanın Ontolojisi: Yıkıcı Plastisite hakkında bir Deneme) kitabında plastisitenin şekil alma ve verme yetileri arasında bir dengelenme hali olduğunu hatırlatıyor ve tekrarlayan ya da akut ve sert travmatik deneyimlerin yaratabileceği bir yıkıcı plastisiteden de söz etmemiz gerektiğini vurguluyor. Başına çok kötü bir kaza gelmiş ya da ne bileyim mesela ağır bir suça maruz kalmış birinin öncekinden çok farklı bir kişilik geliştirdiğini düşünün. Böyle bir durumda deneyimlenen yıkım yeniden şekillenmenin zeminini oluşturur. Peki ama nasıl şekillenecektir kişilik yeniden, hangi kaynaklarla? En yakın ve erişilebilir kaynak travma deneyiminin kendisi ise ne olacak?
Horvath’ın duvarı, Malabou’nun sözünü ettiği travmatik yıkım sonrası ortaya çıkabilecek ihtimali andırıyor. Malabou, büyük travmalar yaşayan, kazalar atlatan insanların travmadan hemen sonra duygusuzluk, tepki verememe, yani donakalma ve bir süre öylece devam etme hallerini hatırlatıyor sık sık. Duvar da bir fikir olarak, yüksekliği ve aşılamazlığı ölçüsünde —Simmel’in ona yakıştırdığı “sessiz” olma niteliğini akılda tutarsak (“Bridge and Door”, in Theory, Culture & Society, 1994 (1909), ss: 2-12)— kendisinin zuhur etmesinden yalnızca bir an öncesinde gerçekleşmiş bir yıkımın, o yıkım karşısında hissizleşme, donakalma, o anda sabitlenme eğiliminin bir tezahürü olarak görülebilir. İçeri girmek isteyenlere koyduğu koşul da, içeri aldıklarına sunduğu vaat de bundan ibarettir. Aynı metaforu çeşitli nedenlerle başkalarına güvenmekten vazgeçen insanların, duygusal alışverişi de azaltarak kesmeye odaklanmış savunma mekânizmaları için de kullanırız sık sık. Deriz ki, “etrafına duvarlar örüyorsun, sana ulaşamıyoruz.”
Şimdi bu gözle, şehir içinde gördüğünüz o duvarları bir kez daha düşünün. Yanlarından geçerken, Erten’in bahsettiği narsisistik yaralanmayı, en az ülkeler ve kıtalar arasına örülmüş o duvarlar kadar temsil ettiklerini duyumsayacaksınız. Onların gündelik hayattaki bu karşılığını, yani bize verdikleri “güvende değilsin, korkuyla dol” şeklindeki “subliminal” mesajı çözümlemeye başladığımızda, ülkeler arasındaki sınırlara örülen duvarlar da yeniden anlamlanacak. Wendy Brown da Türkçe’ye Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik (Metis, 2011, çev: Savaş Kılıç) adıyla çevrilen kitabında ülkelerin sınırlarına ördükleri duvarların güçlü bir şekilde kurgulanmış egemenliğe değil, aksine (küreselleşme, ticaret anlaşmaları, kontrol edilemeyen göç hareketleri vs) egemenlik sahalarındaki daralmanın, erozyonun; egemenlik kaybının olası sonuçlarından duyulan korkunun bir ifadesi olduğunu kaydeder. Üstelik o duvarlar, durdurmayı vaat ettikleri hiçbir hareketi de durduramazlar. Sabitledikleri tek şey o “ürkütücü” akışların durdurulamazlığından duyulan korkudur. Tıpkı sitelerin etrafındaki duvarların, site sakinlerinin hem dışardakilerden hem de içerdekilerden duydukları korkuyu azaltmadığı, aksine artırdığı gibi. Etrafı duvarla kuşatılmış bir hanenin ya da yaşam alanının merkezinin artık o duvarlardan, ortak yaşam bilgisinin de o duvarların hatırlattığı travmatik deneyim ya da potansiyel ve ihtimalden ibaret kalması gibi.
Muhafazakârlar ve duvarlar
Hülasa o duvarlar, insan evlatlarının bizatihi kendi sabitlenme arzularıyla debisini artırdıkları zamanın akışını yalnızca kendileri için haz dolu bir anda sabitleme gücüne duydukları açlığın, bu açlığın hiçbir şekilde giderilmeyeceği bilgisinin yarattığı hırslı ve hasetkâr umutsuzluğun temel ve kolektif kişilik özelliği haline gelmesinin tezahürleri olarak yükseliyorlar. Yükseldikçe birbirimizi şekillendirme, kendimize başka, bilmediğimiz hikâyelerde yer bulma potansiyelimizi, kamusal olanın içindeki hareket kabiliyetimizi ve yerimizi yok ederek işgal ediyorlar şehri. Biliyor musunuz, özellikle büyük şirketlerin yaptıkları site inşaatlarında duvar için kullanılan arazi parçası şirketin satın aldığı ya da uzun süreliğine kiraladığı arazinin içinden değil, dışından kırpıştırılıyor. Yani yalnızca görüntüleriyle ve ima ettikleri müşterek halet-i ruhiye ile değil, fiziksel olarak da işgalci o site duvarları.
Hal böyle iken şehirlerin duvarların yükselmesi nisbetinde güvensizleşmesi hiç de acayip değil. Ayakları yere basan bir açıklaması var: Zenginlerin zenginliklerinin görünürleşmesi, aynı zamanda gelir adaletsizliğinin görünürleşmesi demek. Bu da şehrin hamurundaki haset ve hıncı ayyuka çıkaran bir gidişat. Bütün bunlara özellikle büyük şehirlerin dünyanın her yerinden aldıkları göçlerle nasıl birer tanışma değil tanımama, kozmopolitleşme değil içe kapanma, sınıf atlama değil olduğu sınıftan aşağı düşmemek için olduğu yerde çırpınıp durma yerleri haline geldiğini eklerseniz her şeyi açıklamış olur musunuz? Kısmen ama yetmez… Bütün bu katmanlar arasında birikerek sıkışmakta olan çeşitli gazlardan da bahsetmezsek izahatımız eksik kalır. Havada asılıp kalan ve çürük yumurtadan beter kokan adaletsizlik gazından mesela. İsyan etme hakkının bile elinden alınması ve isyan etsen bile hiçbir şeyi değiştiremeyeceğin hissiyle yükselen boşvermişlik ve hınç gazından. Boşvermişlikle hınç arasındaki ikiz kardeşlik vaziyetinin ayrıca tartışılması gerekir. ‘Adaaaaam sen de bir düzgün insan ben mi kaldım, el alem neler yapıyor’ kalıbıyla temsil edilen katılımcı çürüme gazını da ekleyelim manzaraya. Atmosferi bu gazlardan oluşan bir dünyada bir an sonra kıyamet kopacakmış gibi yaşamasın da ne yapsın insanlar? O kıyameti bir an önce koparmak için alametleri kendi elleriyle tezgâhlayan düzenbazlara kapılmak için bundan daha uygun bir iklim bulunabilir mi?
Müsadenizle Erten’in yukarıda fantezi dediği şeyi, yani araftan çıkma, sabitlenme arzusunu ben vehim olarak adlandıracağım burada. Bu vehmin muhafazakârlığın dokusuna ne denli içkin olduğu konusundaki çeşitli iddialarımı 2023 genel seçimleri yaklaşırken yazmaya çalışmıştım. Kendisinde bir orijinal/sabit “ben” vehmeden muhafazakâr, o vehimden hareketle dünyayı kendine göre şekillendirmeye girişir, yani her şey değişir, akışırken muhafazakâr kendisinin sabit kalabileceğini, daha doğrusu bendini tanımayıp akan şeylerin orta yerindeki sabitin kendisi olabileceğini vehmeder. Onun kendisiyle ilgili bu vehmini onaylamayan her söz hakaret, her hareket suç ya da tehdittir. Muhafazakârı ezeli ve ebedi mağdur kılan da budur. Ona benzemek yetmez, mümkün de değildir zaten. O mutlaka temas ettiği her şeyde ona benzemeyen bir şeyler bulacaktır. Çünkü civarda ona benzeyen bir şey varsa, orijinal ve sabit olduğu vehminden taviz vermek zorunda kalacaktır. Namümkündür bu. Bununla birlikte o olmayan her şey, onun, o olmaklığına meydan okuduğu için terör kaynağıdır.
Söz konusu vehim aynı zamanda bir hegemonik tasarımdır. Dönüp duran dünyanın ve akıp giden zamanın, tam da muhafazakârın kendisinin orijinal bir benliği olduğu vehmine kapıldığı anda her ne ise o halinde, yani an ne olursa olsun yine onda, sabitlenmesi için geliştirilen yöntem ve araçlar oluşturur o hegemonik tasarımın temelini. Fakat bu da mümkünatı olan bir proje değildir. Çünkü muhafazakâr da “akışta”dır, dünya ona aldırış etmeksizin döner. Bu nedenle onun sabit olduğunu vehmettiği orijinal benlik de değişir durur, hatta değişmeye direnebileceğini vehmettiği için daha hızla ve radikal bir biçimde değişir, dönüşür. Parayı bulur değişir, kaybeder dönüşür mesela… Zaman ne kadar hızlı akarsa (yaşlılıkta olduğu gibi) sabitlenebileceği vehmi de o kadar müstehcenleşir. Çünkü söz konusu vehmin kendinde başlayıp yine kendinde bitmekte olduğu iyiden iyiye açığa çıkar. Bu muzır sahnede değişmeyen, sabit kalan tek şey vehimdir. Sabit tek şey olduğu için de vehim muhafazakârın çapası yani varlık koşuludur. O vehimden başka hikâyesi yoktur muhafazakârın.
Hikâyeleri kaybetmek
Bilgin Saydam yukarda da andığım Ara’f’dalık-lar kitabı boyunca insanın dünyaya fırlatılmışlığıyla, arafta, eşikte oluşuyla baş etmek için icat ettiği yöntemleri gözden geçirir. O yöntemlerin başında da öyküleme gelir. Binlerce yıldır durmaksızın öyküler mırıldanarak arada yani dünyada kalmışlığının acısını dindirmeye çalışır insan evlatları. Denilebilir ki bildikleri, duydukları, anlattıkları öyküler acılarını dindirmeye, arada kalmışlıklarını unutturmaya yetmediğinde kendilerini bitmek bilmeyen zelzelelerle örülmüş buhran dönemlerinde bulurlar. Arada kalmışlık sadece sıkışmışlıktan, hareketsizlikten ibaret değildir. Daha beteri, yeri ayakların altından kaydıran sarsıntılarla yaşamaktır. Böyle zamanlarda daha çok vehim üretir insan, bir başka deyişle kösnül bir iştiyakla muhafazakârlaşır…
Temeli sağlam olmayan tüm yapıları yerle yeksan eden acımasız sarsıntılar, sabitlenme ihtiyacını artırdıkları ölçüde vehimlere kapı aralar. Yanlış oldu, yeniden söyleyeyim: Vehim nehirleri zamandan bile hızlı akmaya başlar. O zelzelelerle yıkılan şehirlerin enkazlarından sağ çıkabilenler dünyadaki yerlerini kaybetmiş olarak bulurlar kendilerini. Zamanla yeni kendilikler bulacaklar ve o kendilikler aracılığıyla yeni ortaklıklar icat edecekler. Ama bunun için anlatacak ve dinleyecek yeni hikâyeler bulmaları lazım. Hikâyeler çeşitlendikçe arafa katlanmanın yolları da çeşitlenecek. Şu hikâyede değilse bunda, birinde değilse diğerinde kendilerine bir yer bulacak, farklı hikâyelerde kendilerine buldukları çoklu yerlerden kendileri için orijinal değilse bile dünyada olmanın ve buradan yok olmanın acısını unutabilecekleri bir hal kotaracaklar. İşe önceki hayatlarını ellerinden alan zelzeleleri hikâye ederek başlayacaklar, o hikâyeler zamanla mekânlara, şehirlere dönüşecek.
Fakat işte yıkımla yıkımın parçaladığı hikâyeleri toparlayıp onlardan anlatacak yeni hikâyeler üretmek arasında bir boşluk var. Yukarıda aynı boşluğu günahla tövbe, suçla ceza arasındaki zaman aralığı diye tarif etmiştim. Yıkımın tanığıyız ama nutkumuz tutulmuş, dona kalmışız, “söz bitmiş,” hikâyelerimizi anlatmaya başlayamıyoruz henüz. İşte tam bu aralıkta sabitlemek istiyor düzenbazlar zamanı. Muhafazakârların vehimkârlığı da düzenbazların en büyük sermayesi. Çünkü düzenbazın muhafazakârlara, “dünyanın sende sabitlendiğini kabul ediyorum, şimdi düş peşime gönlüne hoş gelecek bir düzen kuralım” demesi yetiyor. Muhafazakâr da biliyor tabii bu vaadin bomboş olduğunu ve vaadin içindeki boşluğun duvarlarla kuşatılmış bir arazi parçası üzerindeki boşluk gibi işlev gördüğünü. Ama hiç önemi yok. Düzenbazın anlattığı hikâyenin, kıssanın sabiti o olduğu sürece, geriye kalan elementlerin ve anlatıcının tutarsızlığı onu bağlamıyor. Yani tam da sabitlenme arzusunun şiddeti yüzünden tutarsız ve bu nedenle öngörülemez bir hikâyenin, düzenbazın hikâyesinin figüranına dönüşüyor.
İşin tuhafı, neye dönüştüğünün de farkında ama bunun da bir önemi yok. Başa dönüyoruz yine, düzenbaz anlatmaya “anlatılan senin hikâyendir” diye başladığı müddetçe hiç sorun değil. Kahraman olmak gibi bir gailesi olmayan düzenbaz için hiçbir sakıncası yok herhangi birine “bu senin hikâyendir” demenin. Onun derdi peşpeşe zelzelelerin yarattığı buhranı sürdürmek, hikâye kahramanı olmak değil. Zira başka, insanların duvarlara değil birbirlerine ve ortaklıklarına güvendikleri zamanlarda düzenbaz olsa olsa anlattığı tutarsız hikâyelerle panayırlarda komiklik yapmaya muktedir olur.