Çok uzun zamandır hakiki kahramanlara rastlamıyoruz. Ne gerçek hayatta, ne türlü çeşit kurgu hikâyelerde tahammülümüz var onlara. Onları gerçekçi bulmuyoruz, ille de bir açıklarını arıyoruz, bizi ne zaman, nasıl kandıracakları konusunda hep uyanığız. Ama yine hem gerçek hayatta hem de önümüze serilen kurgusal hikâyelerde her çeşit düzenbazlığı bayıla bayıla izliyoruz. Düzenbazların hikâyelerini anlatan kurgu ürünlerin tam karşı tarafında ise artık çok da meyletmediğimiz trajediler var. Türlü çeşit imtihandan geçen, acı çeken, bütünlüklerini koruyamayan, parçalanan insancıkların hikâyeleri. Olur da tüm o belaların içinden, içinde bir yerlerde kendinden bir parçayı koruyarak çıkarsa bir hikâye kahramanı, yazarı romantik olmakla eleştiriyoruz. Hatta bize yalancıktan ümitler vererek acımızı uzattığını düşünüyor, ilişkimizi kesiyoruz onunla.
Okuduğum günden bu yana sık sık atıf yaptığım Albert Otto Hirschman, Tutkular ve Çıkarlar: Kapitalizm Zaferini İlan Etmeden Önce Nasıl Savunuluyordu (Çev: Barış Cezar, Metis Yayınları, Birinci Basım Ocak 2008) kitabında bu “tercih”imizin hiç de tesadüfi olmadığını anlatıyor. Ona göre kahramanlar son demlerini Orta Çağ’da yaşadılar ve tarih sahnesinden çekildiler. Çünkü artık “şan” (glory) kavramının bir manası kalmadı, kaldıysa da konusu, zemini değişti. Hirschman’a göre bu ahlakî ve ideolojik değişim “insanı hayretler içinde bırakacak kadar hızlı ve birdenbire” oldu. Fakat asıl önemlisi, bu değişimin ardındaki sebep bireylerin ansızın kahraman olmaktan ya da kahramanlara hayranlık duymaktan vazgeçmeleri değildi. Rönesans’la birlikte felsefeciler ve ahlakçılar, arzuları ve hevesleriyle gayet tehlikeli ve öngörülemez bir yaratık olan insanı dizginleyecek yollar aramaya başlamışlardı. İnsanın karanlık tarafları hakkında yapılan onca felsefi tartışmanın bir yanı baskıcı otorite arayışlarına açılıyordu. Ancak bu akış o zaman bile popüler bir karşılık bulmadı, çünkü garantisi yoktu. İkinci akışın yönü ise “rahatsız edici tutkuların daha yapıcı biçimlere dönüştürülmesi”ni öneriyordu. 17’inci yüzyıldan itibaren ana akımlaşan bu düşünceyi Hirschman’a göre en “dahiyane” şekilde formüle edenlerden biri “Bırakınız yapsınlar” felsefesinin de öncülerinden olan Bernard Mandeville’di. Mandeville, meşhur Arılar Masalı kitabında, bir politikacının ustalığını, bireysel günahları toplumsal faydaya dönüştürmek için gerekli koşulları yaratmasıyla ölçüyordu. Mandeville’in en ünlü takipçilerinden biri Adam Smith’ti. Hirschman’a göre Smith’in en büyük “numarası” “tutku” ve “günah” gibi terimlerin yerine “avantaj” ve “çıkar” gibi daha renksiz terimleri kullanarak Mandeville’in paradoksunun şok edici “sivriliğini” yumuşatmasıydı.
Hirschman’ın Tutkular ve Çıkarlar’ının geriye kalanını ilginize ve dikkatinize bir kez daha sunduktan sonra düzenbazlarla ilgili mevzuma dönebilirim artık. Bu hafta Hovarth ve arkadaşlarının yazdıkları çerçevenin izini, onlardan hayli evvel yazılmış bir makalede süreceğim. Çünkü benim kafam böyle çalışıyor, etrafında dolaşıp kendimi iyice yormadan yani kestirmeden sadede gelirsem yolculuğun tadı kaçıyor.
İşte böyle etrafta dolaşırken yakalandığım makalelerden biri İngiliz Edebiyatı profesörü Raney Stanford’un 1967’de yazdığı (The Journal of Popular Culture, Kış 1967) ama pek referans almadığı için kıyıda köşede kalmış bir yazısı. İlgimi çekmesinin sebebi ise, kahramanla düzenbazı birbirinden nasıl ayıracağımızı, bir kahramanın ne zaman bir düzenbaza dönüştüğü ya da kahraman rolü yapan düzenbazları nasıl ayırt edeceğimiz sorularının kafamda dönüp durması. Tabii bu kapıdan çıkınca yol, neden yalnızca siyasette değil, edebiyatta, sinemada, popüler dizilerde düzenbazların cazibesine bu kadar kapılıyoruz, nasıl oluyor da onları kendimizde, kendimizi onlarda buluyoruz gibi deli sorulara da açılıyor. Öyle olmasa, örneğin siyaset bilimciler, geçen haftalarda isimlerini listelediğim kimi düzenbaz siyasetçilerden bahsederken, “kitleler onlarla özdeşleşiyor” gibi cümleler kurarlar mı hiç?
Kitleler neden kahramanlarla değil de düzenbazlarla özdeşleşiyor? Bu soruyu şöyle de sorabilirim aslında: Deprem olduğunda arama kurtarma çalışmalarına gitsinler diye gözlerinin içine baktığımız “kahraman madenciler,” ekmek paraları ya da bakımsızlıktan çöken bir madenin altında can vermemek için grev yaptığında ve bu nedenle polisten ya da jandarmadan şiddet gördüğünde birden sessizliğe bürünüyorsak içimizin çok da derin olmayan bir yerinde onların patronlarıyla özdeşlik kurmuyor muyuzdur?
Bir zaman en makbul arzularımızı, özlemlerimizi, heveslerimizi seslendiren, varlarını, yoklarını, enerjilerini ve geleceklerini o makbul arzular, özlemler ve hevesler için sarf eden insanlar sırf ortağı olduğumuz o güzel düşler hayata geçmesin diye ve hepimize ibret olsun da bir daha düş kurmayalım diye hayatın içinden rehin alınmak suretiyle çekilip alındıklarında büründüğümüz “çaresizlik” kisvesinin ardında, kahramanlara duyduğumuz “başımı belaya sokacaksın” korkusu ve bu korkunun neden olduğu öfkenin ördüğü zırhlarımız yok mudur?
Bu uzun soruları kısaltayım biraz: Düzenbazlarla farkında olarak ya da olmayarak kurduğumuz özdeşlik ve ortaklıkta, kahramanların artık kaçınılmaz olan akıbetlerinden payımıza düşeni almak korkusu olmasın sakın? Nasılsa kötülerin kazanacağı, kendimizden ve başkalarından iyi bir şeyler çıkacağı beklentisinin, yani umudun, olsa olsa canımızı yakacağı ve bizi “aptal” durumuna düşüreceği dersinde sınıf geçme telaşımız olmasın düzenbazların hayatın her alanında bunca araziye el koymalarının altında? Bilmiyorum ki…
Öte yandan, Raney Stanford, “yok canım, o kadar da kötümser olma Ayşe Kadın” diyor sanki. Her düzenbazın içinde bir miktar kahramanlık öğesi, her kahramanın da düzenbazlık potansiyeli taşıdığını ima ediyor. Zira mitolojilerdeki, folklordeki düzenbaz tipler kurnazlıklarıyla şeytani bir potansiyele sahip olsalar da, insan suretine büründükleri ya da zaten bu surette hayat buldukları için kahramanlık ihtimalini de ima ediyorlar.
“Düzenbazlar şeytanî olanın temsilcisi olarak, insanın tüm duyusal arzularını serbest bırakırlar: herkesle ve her şeyle cinsel ilişkiye girerler, her şeyi çalarlar ve bütünüyle sebepsiz bir şekilde, sadece güçlerini ve kurnazlıklarını sergilemekten keyif aldıkları için kötücül numaralar ve şakalar yaparlar. Ancak, aynı figürler kültür(ün) kahramanları olarak, insana ateşi getirir, ona sanat ve zanaat öğretir ve kültürün her yönden ilerlemesini mümkün kılarlar…. Hırsız ama şifa getirici Hermes, bereket tanrısı Balder’in ölümünden mesul olsa da halkına ateşi hediye edip zanaat kazandıran İskandinav düzenbazı Loki” gibi…
Onları bunca çekici kılan aslında tanrıların insan üzerindeki hakimiyetini azaltan, olanakları ve ihtimalleri genişleten becerileridir yani. Ben olsam buna düzenbazlar toplumları öyle ya da böyle sekülerleştirirler derdim, siz de gülerdiniz ne güzel. Öngörülemezliklerinin kaynağı, bizim bilmediğimiz alemlerde giriştikleri mücadelelerdir. O mücadelelerde kazandıkları ganimeti bizimle paylaştıkları sürece kahramanlaştırırız onları. Yani onlara verdiğimiz kahramanlık payesinin önkoşulu bizden yana olmaları, ganimetten payımıza düşeni vermek konusunda cömertlik göstermeleridir. “Çalıyor ama şifa da veriyor,” “onun sorumsuzluğu, hovardalığı sayesinde ateşi çalmadık mi tanrılardan?” Çünkü diyor Stanford, “Düzenbaz kahraman, kurnazlık, pratik zekâ ve stratejik korkaklık sayesinde hayatta kalır. Bunlar, insanların zor durumlarda sığındıkları temel nitelikleridir ve günümüzde grotesk ve gerilim dolu pek çok kurgu eserde düzenbaz figürler bu niteliklerle karakterize edilir.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tam da bu aşamadan sonra Hirschman’ın iddiasına bağlanıyor yazı. Modernliğin edebi janrı olarak bildiğimiz roman türünün daha ilk örneklerinden itibaren şehirli kapitalizmin yarattığı yeni düzenbaz tiplemelerinden hiç de iğrenmeyle bahsetmediklerini hatırlatıyor. “Aksine, düzenbazın da burjuvanın da gelişebileceği heyecan verici yeni bir dünyaya karşı olumlu bir coşku vardır (bu romanlarda). Onaltıncı ve onyedinci yüzyılın düzenbaz kahramanları, sömürdükleri toplumun değerlerini kabul ederler.”
Ahan da… Galiba anahtar bu… Düzenbazların bunca kabul görmelerinin sebebi, onları kabullenenlerin nitelikleri her ne ise o halleriyle kabul etmeleri… “Beni olduğum gibi sev ki, seni olduğun gibi seveyim.” Demek ki düzenbazlarla toplumların yaptığı özdeşlik sözleşmesinin temelini bir karşılıklı tanı(n)ma ve onay vaziyeti oluşturuyor.
Aklıma çok acayip şeyler üşüşmeye başlıyor lafın tam burasında… Bana, yalnız bana mı birbirlerine de sürekli, “Deli olma, bu toplum böyle” diyen “büyükler”im geliyor mesela. Gönüllerini hoş tutan yalanların peşine, söylenenin yalan olduğunu, o yalanın kendisini eksilttiğini bile bile koşanlar. Onaylanabilmek için onaylayanlar yani. İçsel diyalog şöyle başlıyor: “Madem baştakiler çalıyor, ben de çalarım o zaman.” “Madem baştakiler yalan söylüyor, ben de söylerim o zaman.” “Madem yasa uygulayıcılar bile suç işliyor, ben neden işlemeyeyim?” Aslında ima edilen şudur: “Çalsınlar ki ben de çalabileyim, yalan söylesinler ki ben de yalan söyleyebileyim, entrika çevirsinler ki ben de düzen kurabileyim, suç işlesinler ki suçum görünmez olsun…” Düzenbaz lider, onunla masaya oturanı, ona oy vereni, ona gönlünde yer açanı içindeki kahramanca kalıntılardan özgürleştirerek ödüllendiriyor yani…
Stanford romanlardan bahsediyor, ben politikadan bahsediyorum. O modernliğin ilk hallerinden başladı konuşmaya, ben kendini yiye yiye tükettiği bir aşamasını kavramak için çırpınıyorum burada… Yine de bir şekil anlaşıyoruz sanki… Çünkü elbette sadece ülke idaresinden bahsetmiyorum. Stanford’un düzenbazlarla geriye kalanlar arasındaki ilişkinin temellerine ilişkin söylediklerini bütün “siyasi” birimlere, içinden geçtiğimiz her türlü kolektife teşmil edebiliriz. En çok da aileye… Dürüst, ekmeğinin peşinde, yardımsever, müşfik bir baba kadar kötü kim vardır böyle bir dünyada?… Çocuğunu o kahramanca ahlaki ilkelerin arkasına hapsetmekten, dolayısıyla ondan hayatta kalmanın sırrını esirgemekten başka ne yapar bu türlü bir baba, değil mi? Ya da çocuğu için her şeyi, ama her şeyi yapmayacak bir anne iyi bir anne midir? Yakınları için yalnız yasaları değil, etiğin sınırlarını da zorlayan karakterlere hayran olmamızı beklemeyen tek bir anlatıya tanık oldunuz mu son zamanlarda?
Bir dizi roman* arasında gezindikten sonra Stanford, özellikle 20’inci yüzyıl edebiyatında düzenbazlıkla kahramanlık arasında enteresan bir ilişki kurulduğuna dikkat çekiyor: “Modern kahraman daima kendini biraz aptal hisseder, çünkü (kahramanca gerçekleştirdiği) eylem (hem) gerekli (ve hem de) absürddür. Fakat bu farkındalığa ulaşmak da kahramanca erdemin bir parçasıdır.”
Hakiki, sert ve süreksiz bir sarsıntı anında, mesela depremde, hayat kurtarmak için ihtiyaç duyulan madenci, tam da bunu yaparak, sert olmayan sürekli sarsıntı anında yalnız kalmayı hak etmekte olduğunun farkındadır. Buna rağmen hayat kurtarmaya gittiği için kahramandır ve tam da bu nedenle madencinin hayat kurtarmaya gitmesi absürd bir vakadır. Hatırlıyor musunuz, dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik (artık parti içi düşük yoğunluklu muhalefetin sözcülerinden), Soma’daki katliam gibi “kaza”dan sonra, o madende gereken iş güvenliği önlemlerinin maliyetleri artıracağı için alınmamasının gerekçesinin, oradan çıkarılan kömürün yine AKP tarafından seçim dönemlerinde yoksullara dağıtılmak üzere satın alınması olduğu ortaya çıktığında ne demişti: “‘Fakirlere dağıtılan kömürü zenginler çıkarsın!’ Böyle bir mantık kurulabilir mi? …’Fakirlere kömür dağıtılıyor, dolayısıyla bunları zenginler çıkarsın; fakirlerin ürettiği kömürü fakirler kullanmasın’ gibi bir mantık olmaz.” Sonra da kendi mantık zincirini takip edemeyip, bu cevapla karşıladığı soruyu soran gazeteciye şöyle demişti: “Sorunuzun mantığını kamuoyu tartışsın.” O kadar emindi ki, böyle bir tartışmanın yapılmayacağından.
Peki neden yapılmayacaktı böyle bir tartışma? Hüseyin Çelik, böyle bir öneride bulunacak kadar emin olmayı nasıl başarmıştı bu tartışmanın olmayacağından. Hirschman’ın ve Stanford’un yazdıklarından hareketle diyebiliriz ki, kendileriyle “kamuoyu” arasındaki karşılıklı onaya dayalı sözleşmenin içeriğini gayet iyi biliyorlardı. Kim ki bu sözleşmeyi kasasına koyar, iktidar odur zaten. İkinci kopya milyonlar arasında pay edilmiştir, onlar kendilerini daha az suçlu ve daha çok masum hissetsinler diye. Bu şeyler en tepeden ne kadar büyük bir açıklıkla söylenirse, düşük yoğunluklu benzerleri aşağılarda o kadar yaygınlaşır ve Çelik’in bu vakada temsil ettiği “kamuoyuna güven” halinin arka planında da bu yaygınlaşmaya, karşılıklı tanı(n)ma ve onaya, özgürleşmenin bu türüne olan arzunun farkındalığı vardır.
Her neyse, dönüp gene Hirschman ve Stanford’la bitirelim. Bu iki —birbirlerini tanıdıklarını pek de sanmıyorum, umarım tanışmışlardır— kafadarın anlattıklarından yola çıkarak şöyle iddialı bir laf edebilirmişim gibi geldi: Moderniteyle birlikte insanlık dünyanın bitmek bilmez bir geçiş sürecinde olduğunu fark etti. Hatta belki de modernliği yaratan şey bu farkındalığın kendisiydi. Daha da abartalım: Batı’nın Rönesans’ı, dinin yarattığı ve dayattığı istikrar örtüsünün altında giderek güçlenen bu farkındalığın dile gelmesinden ibaretti. Bu farkındalığın yaygınlaşması, yani dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, her şeyin değiştiğini, dönüştüğünü, değişim ve dönüşümün giderek hızlandığını idrak edenlerin korkuları ve sorumluluktan kaçışları ölçüsünde sahne düzenbazlara kaldı. Düzenbaz arketipinin bugünün siyasetinde bulduğu geniş karşılık ve onay, şu içine girip çıkamadığım literatüre bakılırsa, insanlığın düzenbaz olmayan kimselere inancının kalmadığını, bu arketiple alışverişi olmayan insanlara gerçek insan gözüyle bakmadığını öne sürüyor. Bu sayede yalan olduğu herkesçe malum yalan hakikatin yerini alırken, sahtekâr olduğunu gururla itiraf edenin dürüstlüğü göklere çıkartılıyor.
Öte yandan tam da böyle bir zamanda bildiğimiz dünyanın değil, fiziksel dünyanın sonunu getirebilecek güçte silahlar ve krizler icat ediliyor her gün. Sürekli bir kıyamet arefesi halet-i ruhiyesinde yaşıyoruz. Demek ki, kahramanların düzenbazlara yenilmesiyle başlayan dönüşümün de bir sonu var ve biz hızla oraya yaklaşıyoruz. Oradan sonra ne olacağı sorusuyla hakikaten ilgilenmiyorum. Ama müsadenizle, içinde yaşadığımız hali daha yakından tanımak için düzenbaz arketipinin izini sürmemiz gerektiği fikrimde ısrar ediyorum. Gelecek hafta da kaldığım yerden devam edeceğim.
*Stanford’un kahramanlarını detaylı olarak ele aldığı romanları özellikle anmadım, onun yazdıklarından yola çıkarak ana hatlarını çizdiğim karakterlerin izlerini izlediğiniz dizilerde, filmlerde, okuduğunuz romanlarda aramanızın daha iyi bir egzersiz olduğunu düşündüm. Bu eksikliğin, düzenbazlıkla kahramanlık arasındaki sınırın geçirgenliğini de, düzenbazlığın bir kahramanlık türü olarak hayatımızda ne kadar geniş bir yer tuttuğunu fark etmeyi de kolaylaştıracağını umuyorum.