Ayşe Çavdar yazdı: Düzenbazlar ve dinleri II

“‘İnanç norma, ritüele, gücün ortak kaynağına dönüştüğü ölçüde…’ İnancı adeta bir vakum içinde muhafaza edip, kitlelerden, dünyadan, hatta bütünüyle ‘insandan’ uzak tutmadığınız sürece bu olacaktır. İnanç elbette dünyevi, elbette mevcut güç ilişkilerinden bağımsız değil. Başka türlü olması mümkün mü? Diyelim mümkün. Dünyayla, güçle bir tür ‘bireşime’ girmeksizin herhangi bir inanç tarihsel olarak yayılıp, palazlanıp ‘din’ haline gelebilir mi? Dahası, adına ‘inanç’ dediğiniz ve neredeyse dünyanın mefhum-u muhalifi olarak tasavvur ettiğiniz olgu, önemli ölçüde ‘tevarüs edilen’ bir şey. Etnik aidiyet gibi. Herhangi bir inancın mensuplarına yakından bakın, yüzde 99’u o inancın içine doğmuşlardır. Belli bir inancın içine doğup ilgisiz kalanlar da yok mu? Var tabii, ama bu durum o inancın mensuplarının gerçekte inancı ‘seçtiği’ (dünyaya rağmen seçtiği) anlamına hiç gelmiyor. Tıpkı inanca ilgisiz kalanlar gibi, biliyorsunuz, etnik aidiyetten uzaklaşanlar da var. Kısaca, bırakın dünyanın ‘dışında’ olmayı, bu anlamda inanç, insanın ‘içine savrulduğu’ (Geworfenheit [dünyaya fırlatılmışlık], Heidegger) dünyanın bizatihi kendisinin mütemmim bir cüzü.

Yukarıdaki paragraf düzenbazlar ve dinleri hakkında geçen hafta yayınlanan yazıya X’ten bir twittaşın, Yahya Yakup’un (@yyakupruso) eleştirisi. Çok da haklı bir eleştiri. Elbette her şey bu dünyada olup bitiyor ve inancı dünyanın işlerinden soyutlamanın da korumanın da bir yolu yok. Zira o da bize başka bir yerden verilmiş ya da bizim başka bir yerden derleyip topladığımız bir şey değil. Tam da içinde yaşadığımız dünyevi koşullar içinde şekillenirken ürettiğimiz enerjilerden biri. Benim beceriksizce yapmaya çalıştığım, önce bir dine mensup olmakla o dine inanmak arasında bir fark olduğunu vurgulamak, sonra da ikincisinin birincisine üstünlüğünün inancın konusu ile otonom/özerk/müstakil bir ilişki kurma ihtimali olduğuna işaret etmekti.

İnancın konusu kurumsallaşmış, tarihselleşmiş bir din (hatta Yahya Yakup Bey’in gayet isabetle aralarındaki benzerliğe dikkat çektiği üzere), bir etnik ya da milli kimlik olsa bile onunla kendi sesini susturmadan, kalabalığın içinde o sesi kaybetmeden ilişkilenme ihtimalinin hem mü’min hem de inancın konusu için açtığı karşılıklı yenilenme, ol(uş)ma sürecinin bereketinden söz ediyordum. Buna izin vermeyen inanç toplulukları istisnasız çürüyüp gidiyor ve içinde bulundukları daha geniş çevreleri, mesela toplumları da çürütüyorlar. O yüzden bana sorarsanız bir inancın ya da kimliğin yaşama süresi başka inançlarla, kimliklerle temasa sağladığı olanak kadar. Başka inançlarla ve kimliklerle aralarına duvarlar ören (hatırladınız mı düzenbazların duvarları ne kadar sevdikleri hakkında da konuşmuştuk biraz) inançlar ve kimlikler hızla çürümeye, önce kötünün ve kötülüğün, sonra helakın emsali olmaya başlıyorlar. Dönüşümün bu türlüsüne örnek vermek zorunda olduğumu düşünmüyorum.

Fakat işte inancın konusuyla mütekabiliyet temelinde ilişki kuran mü’minlerden hiç haz etmiyor düzenbazlar. Çünkü ortada bir karşılıklılık varsa ve mü’minin iradesi bu karşılıklılık içre sürekli bir yenilenme halindeyse (mü’min inancının konusunu daimi olarak yeniden yaratma gücüne sahipse, kimsenin onun varlığına ya da kendisinin imanına şahitlik etmesine ihtiyaç duymuyorsa), düzenbaz hesaba bir şekilde (sonuçta dünya onun egemenlik alanı ya) girse bile muhasebeyi yapan, payları dağıtan olmayacağı için bu ilişkiden istediği gibi nasiplenemez. Zira inancın konusu ile müstakil bir ilişki kurmakta ısrar eden mü’minin üstlendiği, sırtlandığı, teslim olduğu, öpüp başına koyduğu türden bir belirsizlik üzerinde hiçbir düzenbaz egemenlik kuramaz. O yüzden aşkın deriz o alana. Bu dünyanın dışında olduğu için değil, bu dünyanın kirine pasına bulaşmadığı için de değil, ulaşılamaz olduğu için hiç değil. Sabitlenme ihtimali olmadığı için, mü’min kendini o sonsuz kaosta emniyette hissettiği için. (Nedense sözün tam burasında aklıma Ah Muhsin Ünlü’nün, “Allah varsa devlet şirktir, duyan safına çekilsin” dizesi geldi. Çekilsin madem!) 

Düzenbazın düzeni ise dünyanın, dolayısıyla inancın konusu ile mü’min arasındaki ilişkinin de, sabitlenebileceği vaadi üzerine kuruludur. Kimi zaman kayıp bir dünyanın yeniden bulunabileceği, çökmüş bir medeniyetin ihya edilebileceği, yani dünyanın o kayıp ya da çöküş nedeniyle düçâr olduğu belirsizliğin sonunda bir geri dönüş ve dönülen o yerde sabitlik ihtimalinin olduğu fantezisi alır inancın konusuyla mü’min arasındaki müstakil ilişkinin yerini. Düzenbaz, mü’mini inancın konusuyla arasındaki belirsizliğin yarattığı kaostan özgürleştirir. Alın size cennet vaatlerinin ortak paydası…

Mü’min, içinde bulunduğu belirsizlik hali için bir sebep aradığı için düşer bu vaadin peşine. Düzenbazın vaadi aracılığıyla hem kendisini, hem inancın konusunu cennet vaadinde sabitler. Belirsizliğin sebebi artık ne kendisi ne de inancın konusudur. Bazen zamandır, bazen içinde yaşanılan yer ve koşullar, bazen siyaset, ne bileyim dış düşmanlar, sosyal medya, başkalarının baştan çıkarıcı hayatları vs. Bu sebepleri böylece sıralayarak düzenbaz, mü’minin (cezai) sorumluluğunu ortadan kaldırır ama karşılığında inancın konusuyla arasında tercümanlık yapma otoritesi alır. Artık inancın konusuyla mü’min arasındaki ilişki, ikisinin dışında bir birime, bir sabite(ye) bağlanmıştır. Düzenbaz, bu tercümanlık otoritesi karşılığında mü’mini inancın konusuyla direkt ilişki kurması halinde kendini mecbur hissedeceği pek çok yükümlülükten kurtarır. Bir başka deyişle bir bedele mahsuben özgürleştirir mü’mini inancın konusundan: “Yoldan çıkabilirsin, böyle bir dünyada yoldan çıkmayıp da ne yapacaksın, ben sana yoldan çıkmanın fiyatını söyleyeceğim, ödeyecek ve affedileceksin.”

Geçen haftaki yazıyla ilgili düşüncesini ileten bir başka sosyal medya arkadaşım, Bluesky’dan Can Baysal (@canbaysal.com) dikkatimi çekmese görmezdim artık kul hakkının da Allah tarafından affedilebileceğine dair fetvaların ortalıkta dolaşmaya başladığını. Meğerse hayli zamandır varmış böylesi fetvalar. Birini de Bediüzzaman Said Nursi’nin öğrencilerinden Mehmet Kırkıncı’nın takipçileri tarafından kurulduğu anlaşılan bir sitede gördüm. Diyalogu okursanız, soruyu soranın daha önceden bu yolda bir önermeyle karşılaştığını, inanmak istemediğini, siteye söz konusu önermenin yanlışlığından emin olmak için yazdığını ve ilk okuduğundan daha detaylı bir “Allah şirk hariç her şeyi affeder, dilerse kul hakkını da affeder” cevabıyla karşılaştığını göreceksiniz. Can Bey sayesinde dini cemaatlerin kimlikleştirerek kemikleştirdikleri dini nasıl yontup kendileri için birer oyuncağa dönüştürdüklerine dair bir örnek daha edinmiş oldum.

Siteye “doğru değildir değil mi, Allah kul hakkını affetmez” mealindeki bu soruyu soran mü’min ne yapmıştır sizce? Teskin olup, “Öyleyse Allah’a şirk koşmadığım ve ona inancımı ispatladığım sürece istediğim kadar kul hakkı yerim, cehenneme de gitmem” rahatlığına mı kavuşmuştur? Yoksa, “Böyle din mi olur, benim dinim bu mudur, ne saçmalıyor bu adamlar böyle?” diyerek başka bir kaynak aramaya ya da mevzunun muhasebesini kendi vicdanında yapmaya mı girişmiştir? İlk yolu seçtiyse vebali ona Allah’a şirk koşmadığı müddetçe kul hakkı da yiyebileceğini söyleyen fetvacı ve cemaatine devrettiğini düşüneceği için, kendisini bu konuda özgürleştiren otoriteye bağımlılaşır. Onlarla olduğu müddetçe böyle bir ”imkân”dan yararlanabilecektir zira. (Saatlik nikâh “imkân”ından yararlanabilmek için birkaç saatliğine mezhep değiştiren adamları duymamış olamazsınız.)

Cemaatler, tarikatlar nasıl büyür zannediyordunuz, insanları günaha girmekten koruyarak mı? Aksine… Kendilerine gösterilen sadakat karşılığında, müritlerin işledikleri kimi günahların vebalini üstlenerek. Sermayesi günah olan yatırımların ürettiği “artı değer”e el koyma imtiyazı karşılığında önce üstlenir, sonra tabana paylaştırırlar vebali. Bunu fetih sonrası yağma “festivali” gibi düşünebilirsiniz. Fethedilen “günah” olduğu söylenen fiildir, ne kadar çok ortağı varsa o kadar çıkar ”günah” olmaktan. Böylece günah işlemek yalnız bir özgürlüğün değil, bazen cihadın konusu olur. Kutlanır icabında, ölünür, öldürülür hatta! Cemaatin hayrına bir fiilden sırf o fiil günah olduğu gerekçesiyle kaçınmak, kendi günahlarınla başbaşa kalmaya ve yalnız bu dünyadakilere değil öteki taraftakine de tek başına hesap vermeye razı olmak demektir.

Yani, o soruyu soran mü’min ikinci yolu seçtiyse emin olun kul hakkı konusunda daha dikkatli olmak zorunda hissedecektir kendisini. Çünkü orası artık eskiden olduğundan bile belirsiz bir alandır ve böylesi bir fiilden hasıl olan günahı ve vebali ondan alıp tabana yayacak bir düzenbazın kolaylaştırıcılığından, tercümanlığından, ördüğü duvarlarla sınırlarını belirlediği site bloklarından ve duble yollardan da mahrum kalacaktır.

Bu noktadan sonrasını Mustafa Öztürk Hoca o kadar güzel anlatmış ki geçen hafta yayınladığı bir videoda, özetlemeye bile çalışmayacağım. Şu kadarını söylemekle yetineyim. Mustafa Hoca’nın itikat dediği şeyle benim düzenbazların dini dediğim şey birbirine çok benziyor. Kolaylaştırılmış, ezberlenen bir amentüye, üç-beş ibadete, aslında gösteriye indirgenmiş bir inanma(ma) halinden söz ediyoruz… İman ise bambaşka bir mevzu… Yukarda demiştim ya, biraz kaosta kendini bulmak gibi…

İşte geçen hafta anlatmaya çalıştığım müstakil iman konusu bundan ibaretti. Yoksa tam da Yahya Bey’in dikkat çektiği gibi, elbette her şey burada, dünyada gerçekleşiyor ve yine burada, dünyada yürüyüp giden güç ilişkileri çerçevesinde gerçekleşiyor. Fakat kimin o dünya? Nasıl bir dünya? Burada olmaktan muradımız ne? Dünyaya fırlatılmışlığımızla ne yapacağız? Bu sorulara cevap verirken hangi kaynaklara bakacağız? Değil mi ama?!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.