Ayşe Çavdar yazdı: Düzenbazların siyasi ilahiyatı

Düzenbazları yakından tanıma macerama sizi de ortak etmeye devam edeceğim. Literatür çok zengin, biraz tekrarlıyor elbette kendini ama güncel siyasete bağlandığı noktalarda sürekli “ahan da” dedirten paragraflar bulup altlarını çiziyorum. Ama, siyasetçiler bir numaralı düzenbazlardır, onlardan medet umulmaz demek de değil niyetim, yanlış anlaşılmasın. Şükürler olsun o kadar sinik bir pozisyona düşmüş değilim henüz. Düzenbazları tanıyalım ki bize oyun kuramasınlar diyecek kadar hayalperest de sayılmam. Lakin içinde olduğumuz şeyi bilirsek, orasına burasına müdahale etmek için yöntemler de geliştiririz belki diye umutlanıyorum. Çünkü umudu, Ernst Bloch ve takipçilerinin izinden gidersek, bir his değil bir yöntem, hatta Hirokazu Miyazaki’nin söylediği gibi bir araştırma yöntemi olarak görme eğilimindeyim. Armut pişip ağzımıza düşmeyecek, göklerden üç elma inmeyecek, inse bile o elmalardan biri de bize pay edilmeyecek. Araştırma yöntemi olarak umut, karamsarlıkla daha yakın arkadaş yani. İyimserin umuda ihtiyacı yok ki, kendiliğinden, o kendisi olduğu için iyi şeyler gelecek onun başına. İyimserlerle muhafazakârların ortak noktaları da bu. Umutlu insan, ufukta kötü bir şeyler olduğunu, o şeylerin koştura koştura üzerimize üzerimize geldiğinin farkında. Bu konuda kesinlikle hemfikir karamsarlarla. Ancak eli kolu bağlı oturmayacak. Hiçbir şey yapamazsa bile, karanlığın nedenlerini ve inşasındaki kendi payını anlamadan ona teslim olmayacak. Belki sebebi, karanlığın nasıl teşekkül ettiğini anlarsa, daha da büyümesini, —oldu da geri çekilir gibi oldu diyelim— geri dönmesini engellemeye, geciktirmeye uğraşacak. Umut işte bu yüzden bir araştırma ve eyleme yöntemi. Düzenbazları ayırt etmek ve onların bu çağı niye bu denli rahat yurt tuttuklarını bilmek düzenlerini bozmaya yetmeyecektir elbette. Ama belki bazı kapılar açıp, kimi aynaların sırlarını dökmeye yarayabilir. Neyse işte…

Bu hafta 2023 yazında, Sherm Journal’da yayınlanmış bir makaleden bahsedeceğim. Makalenin yazarı Jack David Eller, emektar bir antropoloji hocası ama yazmaya devam ediyor, çok da yazıyor maşallah. Paragrafları arasında kendi kendime konuşarak yürüyeceğim makalesinin başlığı ise “The trickster: A political theology for our time” (Düzenbaz: Günümüz için bir siyasi teoloji.)

Eğer geçen hafta Birleşmiş Milletler’in kuruluşunda hayli katkısı olan bir Cizvit papaz hakkındaki başka bir makaleyi okumasaydım, bu başlık bu kadar gözümü almazdı. O makaleyi de Sarah Shortall yazmış, başlığı “Building the Earth: Pierre Teilhard de Chardin, Science, and the Spirituality of the United Nations” (Dünyayı Kurmak: Pierre Deilhard de Chardin, Bilim ve Birleşmiş Milletler’in Ruhaniliği).

Düzenbazların siyasi ilahiyatı
Teilhard de Chardin

Eskiden bu yana Cizvitlere, dünyayı algılama ve dünyada yaşama biçimlerine merakım var. Çünkü Katolik kilisesiyle aralarındaki gerilim gözümü alıyor. Kuruldukları 16’ıncı yüzyıldan bu yana yalnız bir dönem değil her dönem yönetici sınıflar yetiştirmek amacıyla, başta iktisat olmak üzere her türlü disiplinde eğitim verilen kurumlar oluşturan, bazen bu konuda çok ileri gittikleri için gene Katolik Kilisesi ya da kimi politikacılar tarafından yasaklanan, aşağı yukarı her tarihsel dönemeçte Katolik Kilisesi’ne Hıristiyanlık dinine duydukları sadakat dolayısıyla isyan eden alelacayip bir tarikat.

Bu makalede de yine o isyankâr Cizvit papazlardan birinin, aynı zamanda bir paleontolog ve matematikçi olan Pierre Teilhard’ın üstelik yazdıkları, söyledikleri yani düşünceleriyle kilise otoritesini sarsarken bir yandan da Birleşmiş Milletler’in insan hakları, barış ve sürdürülebilirlik gibi artık suyu çıkmış olsa da şu ya da bu şekilde, kısmen iş gördüğü de olmuş ilkelerinin tarifine nasıl ilham kaynağı olduğu anlatılıyor. 1950’lerde, küreselleşme dememiş de “gezegenleşme” (planetization) demiş içinden geçtiğimiz şu herkesin herkese kelebek etkisiyle bağ(ım)lı yaşadığı zamana. Ruh kavramından vazgeçmemiş ama Evrim Teorisi’ni benimsediğini (sağlam bir inanç krizi yaşadıktan sonra), ruhların da tıpkı bedenler gibi evrimleştiğini iddia ederek dile dökmüş mesela. ABD ve Avrupa’da, 1950’lerde ve 60’larda o kadar çok okunmuş ve tartışılmış ki, makalenin yazarı Sarah Shortall, akla gayet yatkın deliller de göstererek BM bürokratları (bilhassa Robert Muller ve Butros Ghali) üzerinde, özellikle UNESCO’nun bir fikir ve kurum olarak şekillenmesi sürecinde önemli bir etkisi olduğunu öne sürüyor.

Böyle olunca, hazır sömestr de bitmiş, öğrencilerin sınav kâğıtlarını göndermelerini beklerken düştüm Teilhard’ın peşine. Biraz yukarda umudun aslında bir araştırma yöntemi olduğuyla ilgili söylenmiştim ya. Ben gibi bir gariban tabii umudu ancak siyasi ve toplumsal bir araştırma yöntemi olarak görebilir. Teilhard ise umudun aşkınlık kavramının merkezinde olduğunu savunmakla kalmıyor, diyor ki, öyle bir yöntemdir ki umut, insanlığın bilimi kullanarak geleceği şekillendirme kapasitesini de yaratır. Böylece gelecek insanlığın sorumluluğu altında olan bir alem olmaktan çıkar, insanlığın sorumlu olduğunu bildiği bir olgu haline gelir. Malum sorumlu olmakla, sorumlu olduğunu bilmek arasında, geçen hafta Sezai Karakoç’tan alıp söylediğim günahla tövbe arasındaki kadar büyük bir ayrım ve köprü var. Sorumlu olmak günah kadar beyazsa, sorumlu olduğunu bilmek de tamı tamına tövbe kadar kara.

Biyografisini okumaya devam edeceğim Teilhard’ın arada, ne zamandır bu kadar enteresan biriyle karşılaşmamıştım çünkü. Ama kafamın karıştığını da teslim etmeliyim -ki kafamın en sevdiğim halidir. Teilhard niye mi ilginç geldi? Şu soruyu sordurdu çünkü bana: Herhangi bir dinin değişimi açıklamaya ve yaptığı o açıklamada dünyayı sabitlemeye girişmeksizin bir ahlak üretmesi mümkün mü? Normatif olmayan bir ahlak mümkün mü diye sormakla aynı şey bu? Fıkıhsız bir din olabilir mi yani? Teilhard’ın evrimi benimserken geliştirdiği akıl yürütme yöntemi böyle bir yol arayışı gibi geldi şimdilik. Teilhard’ın gelecekteki din diye tarif ettiği şey aşağı yukarı böyle bir şeye tekabül ediyor ama az daha ilerleyeyim, göreceğiz bakalım. Bu soruların şu yaptığım düzenbazlık araştırması için önemi ise ortada.

Malum, düzenbazların en çok sevdiği zamana dinlerin evrene, dünyaya, hayata ve insana dair teorilerinin yanlışlanması üzerine girmiştik. O çağlardaki göreli istikrar, demir yumruklarıyla, engizisyonlarıyla, kısaslarıyla, diyetleriyle ve birbirlerine karşı ve kendi içlerinde sürdürdükleri kanlı savaşlarla dinlerin eseriydi. Onların ağır tütsü kokulu perdeleri yıkılınca dünyanın dönmekte olduğunu, cirmimizin evrende minnacık bir mavi noktacıkla sınırlandığını öğrenmiş, aynı zamanda bu bilgiyle bu hacmi aşacak cür’et edinmiştik. Tanrıların yarattığı dünyadan, bizzat şekillendirebileceğimizi düşündüğümüz gayet parçalanmış, parçalanmışlığında bütünleşik bir dünyaya hicret edivermiştik. Bir bakıma bir kez daha kovulmuştuk cennetten, belki de bu defa sonsuza kadar… Çünkü biz tahayyül etmeyi bırakınca, cennet de yok oluvermişti. İşte bu göç halimiz ve yollarımız düzenbazların arayıp da bulamadıkları fırsatlar yaratmıştı. David Eller bu geçişi hayli yoğun bir paragrafta özetliyor:

“Çağların kayası uzun zamandır aşınıyor. Bu sürecin dönüm noktalarından biri, Galileo’nun dünyanın ne merkezde ne de hareketsiz olduğunu keşfetmesiydi. Bu keşif, kilisenin bu buluşu kınamasının ardından Galileo’ya atfedilen ünlü meydan okumaya ‘E pur si muove’ (yine de dönüyor) ilham verdi. Modern döneme ulaştığımızda, bundan yaklaşık iki yüzyıl önce Marx, 1848 tarihli Komünist Manifesto’da, ‘katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insan nihayet ayık bir şekilde, yaşamın gerçek koşulları ve insan ilişkileriyle yüzleşmek zorunda kalıyor’ diyordu. Ardından, otuz yıl geçmeden Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü ilan etti. Şen Bilim’de bu mesajı bir çılgının ağzından veriyordu: ‘Peki şimdi [evren] nereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz? Tüm güneşlerden uzaklaşıyor muyuz? Sürekli düşmüyor muyuz? Geriye, yana, ileriye, her yöne? Yukarı ya da aşağı diye bir şey var mı? Sonsuz bir hiçlikte kaybolmuş gibi değil miyiz? Boşluğun nefesini hissetmiyor muyuz?’ Nietzsche, bu uçuruma bakmanın yarattığı baş dönmesini ve tiksintiyi vurguluyor, ancak nedenselliği zıt yönde kurguluyordu: Evren, Hıristiyanlığın tanrısı öldüğü için yerinden oynamış değildi. Aksine, evrenin hareket ettiğini fark ettiğimiz için, o Tanrı bizim gözümüzde artık ölüydü, yani inandırıcılığını kaybetmişti.”

Sonra birkaç kişiden daha söz ediyor Eller. Sartre diyor mesela, Baudrillard’ın simulakrumundan söz ediyor, Badiou’nun “akışkan modernlik” kavramsallaştırmasına da uğruyor. Onlardan evvel asıl Carl Schmitt’in kapısını çalıyor. Schmitt’in egemenliğin anahtarı ve gücün kaynağı olarak kanunu değil de, istisnayı, yani düzeni ve devamlılığı değil, krizi ve istikrarsızlığı görmesi, “karar”ı merkeze alması, hülasa egemeni yasanın üzerine çıkarak kriz yaratma kapasitesi üzerinden tarif etmesi, bu yeni çağın açıkça değilse bile sinikçe bir içtenlikle benimsenmiş siyasi ilahiyatının hülasasını oluşturuyor Eller’e göre. Hayır elbette bu kişileri düzenbaz olarak görmüyor, düzenbazlar çağını farklı perspektiflerden nasıl anlattıklarını kaydediyor sadece.

Düzenbazların siyasi ilahiyatı
Jack David Eller

Değişmeyen şeyin değişim olduğunu tekrar edip durduğumuz bir zaman bu. Sürekli bir geçiş ve dönüşüm halinde yaşıyoruz. Yalnız gelecek ve şimdi değil, geçmiş de durmaksızın değişiyor. Bazılarının söylediği gibi bir gemideyiz ama bu denizde çapa atabileceğimiz bir zemin yok. Müthiş ve bitmek bilmeyen bir baş dönmesi halinde yaşıyoruz yani. Düzenbazlar da aynı halde yaşıyorlar ama onlar kendilerini herhangi bir ahlaki, etik, teolojik, insani, hatta hayvani bir kodun, kuralın bağlamasına izin vermedikleri için, işte bu nedenle, bu zamanın sabitleri. Nasıl hareket edeceklerini biliyor değiller, onlar da bilmiyorlar ve öngöremiyorlar olayların seyrini. Bildikleri şey bizim bir çapaya, derede sürüklenmekten kurtulmamızı sağlayacak bir yılana nasıl da ihtiyaç duyduğumuz.

Bu yazıların başlamasına vesile olan Horvath’ın çalışma arkadaşlarından Arpad Szakolczai ile aralarında önemli bir fikir ayrılığı olduğunu da kaydediyor Eller. Anlaşmazlığın konusu ise yukarıda nasıl hissedildiğini azıcık anlatmaya çalıştığım “kalıcı araf” (permanent liminality) halinin nasıl işlediğiyle ilgili.

Eller diyor ki, “Szakolczai, kalıcı araf’ı, ‘geçici olarak askıya alınmış ya da günlük, sıradan, herkesçe kabul gören durumdan sapma halinin kalıcı hale gelmesi’ olarak tanımlıyor ve ….’Bugün hayat, sosyal yaşamın sabit unsurlarının-sadece bireysel özgürlük üzerinde katı dış kısıtlamalar değil, aynı zamanda anlamlı bir yaşamı mümkün kılan unsurların— birer birer tasfiye edildiği sonsuz bir geçiş sürecini içerir’ [diyor]. Szakolczai ve arkadaşları, kalıcı arafı eşiğin üzerinde donakalma durumu olarak tanımlıyor. Ancak bu tam doğru sayılmaz ya da en azından insanların çoğu bu durumu böyle deneyimlemez. Kalıcı araf, bir yerde [eşikte] asılı kalmaktan ziyade (her ne kadar bazıları, örneğin mülteci kamplarında ya da bekleme istasyonlarında [yani yok-yerlerde] yaşayan sığınmacılar durumu böyle deneyimlese de), sonsuz bir eşikler dizisi olarak karşılanır. İş ve kariyer, yaşam tarzı, kurumlar ve değerler ya da politik otoritelerle ilgili olarak, şeylerin aynı kalmasını beklemek (tamamen modern öncesi bir zihniyet) ya da değişimin ardından yeni bir duruma yerleşip orada kalmayı ummak yerine, değişimin sürekli ve sonu gelmeyen bir şey olmasını beklemeye alıştık. Bir eşikten, bireysel ya da kolektif olarak geçip yeni bir ‘odaya’ adım attığımız anda, başka bir eşik ve başka bir oda ile karşılaşıyoruz, sonra bir tane daha ve. Bir tane daha, sonsuz bir döngüde.”

Eller’in paragrafına yok-yer sözcüğünü o anmasa da iliştirmemin bir sebebi var ve bu sebep, söz konusu fikir ayrılığında galiba Eller haklı dememin de sebebi aynı zamanda, bir iki şey de ben ekleyeceğim izninizle. “Kalıcı araf”ı Szakolczai ve arkadaşlarının tarif ettiği şekilde, bir eşikte asılı kalmak gibi deneyimleme halimiz kanaatimce 1989’da, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte bitti. Hemen ardından, Eller’in sözünü ettiği göçler başladı ve giderek arttılar. İnsanların içinde asılı kaldıkları yok-yerler arttıkça, biz hayatlarımızı sabit tutmak için giderek kalabalıklaşan yüzer-gezer, yersiz-yurtsuz kitlelerin o eşiklerde sabitlenmelerine izin verdikçe de nihayet bütün dünya bu defa Eller’in sözünü ettiği bir eşikler, üzerinde duracak yeri olmadan bekleyenler alemine dönüştü (Bunun böyle olacağı konusunda hayli öngörülü sözler edilmişti, bkz. Giorgio Agamben ve Bülent Diken).

Bu dönüşümün miladı da kanaatimce 2001’de İkiz Kulelerin vurulmasıyla tetiklenen ve 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaliyle kapıları açılan dehşetengiz akıştı. Adeta zamanın önündeki baraj kapakları açıldı ondan sonra. Irak’ta denenen bir formül —(küresel) pazara dahil olmayan kürenin mezarına dahil olur şeklinde özetleyebiliriz o formülü— bir şekilde kendi versiyonlarını üreterek uyarlanıp duruyor çeşitli “yer”lere. Biz de olduğumuz ama aslında duramadığımız, tutunamadığımız yerlerden, “dünyanın haritası değişiyor,” falan gibi büyük laflar arkasına saklıyoruz şaşkınlığımızı.

Asıl acayip olan —çelişkili gibi duran ama bence hiç de çelişki arzetmeyen— mesele ise dünyanın bir yer olmaktan çıkmasında, zamanın zembereğinin bozulmasında en önemli rollerden birini, bir önceki çağda kurdukları otoriteyi dünyayı sabitledikleri ilüzyonuna borçlu olan dinlere düşmesiydi. Devletsiz piyasaların başlıca manipülatörü ve komisyoncusu olarak bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün dinler adeta düzenbaz üretme yarışına girdiler.

Teori buna “post-seküler çağ” dedi. Hiç hoşlanmadım bu “post-seküler” kavramsallaştırmasından ne yalan söyleyeyim. Bir kere mutlak karşıtlıklar üzerine kuruluydu iddia. Seküler ve dindar niye ve nasıl karşıt olsundu ki birbirine hayatın bu kadar karmaşık, öngörülemez ve düzensiz olduğu bir zamanda? Ne zamandan beri ikiden seçmeliydi sınavlarımız?

O yüzden benim iddiam, dinlerin tam da Nietszche’nin dediği gibi bir kez daha dünyevileştikleri, sekülerleşme sürecinde kaptıkları “yücelik” tahtından inmeye niyetlendikleriydi. Bunu yapabilmelerini ise devletin piyasanın ve kamunun düzenindeki kimi işlerini onlara devretmesine borçluydular. Yani önce ticaret, sonra siyaset aracılığıyla dünyevileşiyorlardı. Ticaret ve siyaset aleminde ortaya çıkan her nimetten ve külfetten paylarına düşeni alacaklardı yani. Bu, sekülerleşmenin sonu değil, yeni bir aşamasıydı yalnızca.

Bu yeni aşamanın ayırt edici özelliği dindarların kutsal kitaplarını düzenbazların “kişisel gelişim” kitabı olarak yeniden tefsir etmeleriydi. Eğer dindar değilseniz bunu bir tutarsızlık olarak görmezsiniz. Dinler daha önce de böyle çalışmışlardı, gene böyle çalışıyorlar der geçersiniz. Dindarsanız gene bir tutarsızlık görmeyeceksiniz bu paradoksta. Çünkü sahip olduğunuz takva böylesi bir tutarsızlığı görmezden gelme kabiliyetinizle ölçülür ve siz bunu bilirsiniz. O nedenle gözlerinizi kapar inanmak için elinizden geleni yaptığınız dini, dünyanın sabiti olarak kabul etmeye devam edersiniz. Sanki din sizden ayrı bir varlıkmış da kaybettiği, ondan gaspedilmiş bir hakkı, gücü geri alıyormuş gibi gelir. Siz de onun bu yeniden fetih girişiminin bir paydaşı olarak bir yer edineceksinizdir, tabii onun nezdinde. Planlarınızı böyle kurduysanız, kuracak başka plan da yoksa etrafta, yer tahayyülünüz bundan ibaret kalacaktır. O yere başkalarını almamak için de elinizden geleni yapacaksınız. Yeni mü’minlere inanmayacaksınız mesela, kendinizden başka herkesin inancından şüphe edeceksiniz, onlar da sizinkinden şüphe edecek. İnancınızla dünyayı yerinden oynattığınız için din sabitine dayanarak yer edinme planlarınız da suya düşecek böylece. Kaybolacak ama bir anlığına tutunduğunuz her eşiği kendi yurdunuz zannedeceksiniz. Eğer bu zanna tutunmazsanız kaybolduğunuzun farkına varırsınız. O farkındalıkla yaşamanın sorumluluğunu alabilecek misiniz? Eğer buna niyetiniz yoksa o göz aldanmasının peşinde sürüklenip duracaksınız, çünkü o sizi her türlü sorumluluktan azade kılacak. Hakikat can sıkıcı ve baş edilemez olduğundan, göz aldanmanıza, sizi bir yere değil ama kalıcı araf’a bağlayan tek bağ olduğu için sadakatle tutunacaksınız, yani radikalleşeceksiniz giderek. Radikalleşmek kendini indirgemekten, düzleşmekten, yavanlaşmaktan başka ne ki… 

Ay aman! Çok tanıdık geldi bu hikâye. Bir ağırlık çöktü üzerime. Böyle ortada bir yerde bırakıp gelecek hafta zamane siyasetçilerinin dini retoriklerine nasıl ekledikleri ve bunun nasıl bir düzenbazlık çeşidi olduğu sorusuyla yoluma devam edeyim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.