Teniste kadınlar dünya 1 numarası Iga Swiatek, The Players’ Tribune’e yazdı: “İçine kapanık Polonyalı bir kızın hikayesi”

Teniste kadınlar dünya 1 numarası Iga Swiatek, son Grand Slam olan Avustralya Açık’ta beklentileri karşılayamadı ve 4. turda elendi. 21 yaşındaki Polonyalı tenisçinin The Players’ Tribune için yazdığı “The Story of a Polish Introvert/”İçine kapanık Polonyalı bir kızın hikayesi” yazıyı Medyascope Spor’dan Kubilayhan Kavrazlı çevirdi.

Teniste kadınlar dünya 1 numarası Iga Swiatek, The Players’ Tribune’e yazdı: “İçine kapanık Polonyalı bir kızın hikayesi”

Hiçbir şey sizi ilk Grand Slam’inizi kazanmaya hazırlayamaz. Özellikle de benim gibi içine kapanıksanız ve kimsenin sizden teniste başarılı olmanızı beklemeyeceği bir yerden geliyorsanız… En azından şimdiye kadar böyle bir beklenti yoktu. 

Roland Garros’tan sonra, ben Fransa’dayken her şey oldukça normaldi. Ama Polonya’ya döndüğümde? Polonya’da gerçekten farklıydı.

Ailem, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki ödül törenine davet edildi. Şampiyonluğumun üzerinden üç gün geçmişti. Beni bir madalya ile onurlandırdılar ve bu sırada gazeteciler de peşimdeydi. Varşova dışında yaşıyordum ve şaşırtıcı şekilde gazeteciler evimin önünde kameralarla bekliyorlardı. 

Ben, babam ve bir güvenlik görevlisi, arabayla eve dönmeye çalıştık. Arabayı süren babam, aynı anda hem aynaları kontrol ediyor hem de ara sokaklara girerek izimizi kaybettirmeye çalışıyordu. Amerikan filmlerinden bir sahnenin içinde gibiydik. Ahahah… Kulağa ürkütücü geliyor ama biz tüm yol boyunca eğleniyor ve gülüyorduk. 

Şimdi bile, böyle bir şey hakkında konuşmak garip geliyor. Dürüst olmak gerekirse, başarılarınız hakkında konuşmak Polonyalı insanların mizacında yoktur. Ama o günü çok düşünüyorum. Şu anda bile o anın adrenalini hissedebiliyorum.

Saf adrenalin… Bunun nasıl bir şey olduğunu açıklamanın tek yolu bu. Beni, hiçbir şey bu duruma hazırlayamazdı. İlk Grand Slam’imi kazanmak benim için bir gecede her şeyi değiştirdi. Dünya üzerinde hala beni tanımayan birçok yer var. Biri bana bakarken, “Evet, o tenis oynuyor” demeyecek. Ancak Polonya’da böyle değil. Yiyecek bir şeyler sipariş ettiğimde insanların beni sesimden bile tanıdığı bazı durumlar yaşadım.

Minnettarım ama doğrusu bazen her şey garip ve kafa karıştırıcı geliyor.

Kazandığımda, hatta sadece sahada çekilmiş bir fotoğrafımı gördüğümde, çok fazla duygulanıyorum. Ama dürüst olmak gerekirse, ne kadar gerçeküstü olsa da, reklam panolarında ya da onun gibi bir şeyde olmak umurumda değil.

Anıların yaşanış şekli ise bana komik geliyor. Çünkü Roland Garros’u kazanmamın ardından Varşova’ya gitmeyi düşündüğümde; yaşadığım çılgın şeylerin hiçbirini hayal bile edemezdim. Veya devletin bana verdiği madalyayı… Hatta bizi kovalayan gazetecileri bile hayal edemezdim. O ara arabayı kullananan babama baktığımı ve yüzünde kocaman bir sırıtış gördüğümü hatırlıyorum. 

Her zaman bana inandı. Benden daha çok bana inandı. Bu da onu gerçekten ya harika bir baba ya da bir deli yapıyor. Ahahah…

Büyük bir tenis oyuncusu olmayı hayal eden bir çocuk olarak bütün gece uyumadığımı düşünebilirsiniz, ama hayır… Gerçeği söylemek gerekirse, geceleri sosyal ortamlarda biraz daha rahat hissetmeyi hayal ettim.

Hayatımda o kadar içe dönük olduğum bir zaman vardı ki insanlarla konuşmak gerçek bir meydan okumaydı. 17-18 yaşıma kadar insanların gözlerinin içine bakmakta zorlanıyordum. Bu durumun zorluğundan nefret ediyordum. İnsanlarla iletişime geçememek beni çok kötü hissettiriyordu. Nasıl konuşulacağını açıkçası bilmiyordum. Havadan sudan konuşmak benim için doğal şeyler değildi.

Benim hikayem diğer pek çok sporcuya benzemiyor.

Kortta bile; rakete hemen aşık olan o çocuklardan değildim. Diğer sporculardan farklı hikayeler duyuorum. Ama bir çocuk gerçekten o dönem bunu hissedebilir mi? Çünkü benim için asla öyle olmadı. Oynamayı seviyordum ama başlarda profesyonel bir tenisçi olmayı hayal etmiyordum.

O zamanlar babamın hayali buydu. Kızının spor yapmasını, hareketli olmasını ve belki bir gün sporcu olmasını istiyordu. Hatırlıyorum da on yaşımdayken (o dönem biraz daha dışa dönüktüm), tenis antrenmanı yapmaktansa okuldan sonra kalıp diğer çocuklarla futbol oynamak isterdim. Babam okula gelip “Igaaaa, gel buraya!” diye bağırırdı.

Tenis özelinde kendimi zorlamak istemediğim bir çok an oldu. Ancak babam her zaman yanımdaydı, bana inanıyordu. Bana nasıl profesyonel olunacağını, disipline ve sorumluluk duygusuna sahip olunacağını öğretti. Hem spor hayatımda hem de hayatımda kullanabileceğim şeyler öğretti. Çok sert olduğundan bu şekilde davranmıyordu. Ancak uygulamalar ve rutinler konusunda öyle katıydı ki, geriye dönüp baktığımda ona minnettarım. Babam kafamın içinde bana her zaman doğru yolu gösteren o sesti.

15 yaşındaydım. Roland Garros’taki ilk Junior Grand Slam’imdi. Ve beni gerçekten şaşırtan şey, turnuva sırasında tüm şehrin iki hafta boyunca tenisle yaşamasıydı. Ve sporculara sağladıkları kalite daha önce hiç yaşamadığım bir şeydi. Gençken Polonya’da antrenman yaptığım yerde, kapalı alanları bile ısıtmazlardı. İçerisi üç derece olurdu. 

Fransa’da ise kortlar büyük ve gerçekten çok güzeldi. Sıra sıra dizilmiş mükemmel kırmızı kortlar… Topa vururken kortu ayaklarınızın altında hissetmek gerçekten harikaydı. Oynamaya başladığımda, bilmiyorum ama top her zaman istediğim yere düşüyor gibiydi… Beni gerçekten çok etkiledi çünkü böyle anları pek sık yaşamamıştım. Ve bahsettiğim şey sadece kortlar ve atmosfer değildi. Aynı zamanda tüm büyük şampiyonlarla aynı havayı soluyordum. Nadal, Serena ve diğerlerini görmek, onlara daha yakın olmak… Nasıl daha iyi olabileceğimi düşünerek Paris’ten ayrıldım. Sadece daha çok çalışmak ve daha iyi olmayı arzuladım. 

Ama bir Grand Slam kazanmamın veya dünya bir numarası olmamın gerçekten mümkün olacağına asla inanmadım çünkü tenis oynama geleneğine sahip bir ülkeden değildim. Amerikalı olsaydım, genç yaştan itibaren kendime çok daha fazla inanırdım çünkü başarılı olan pek çok sporcusu var. (Ayrıca, Amerikalılar bu konuda büyük bir yaygara koparıyorlar….. “Amerikan rüyası” falan). Kısa bir süre önce Polonya’da kaç kişinin teniste gerçekten başarılı olduğuna baktım. Ve sadece Agnieszka Radwanska’yı gördüm. Bu yüzden kendimin tenisin zirvesine çıkmasının mümkün olacağını düşünmedim. 

Koçum Tomasz, 2021’in sonunda birlikte çalışmaya başladığımızda, hedefin bir yıl içinde 1 numara olmak olduğunu söylemişti. Komik… İçimden “Evet, aynen öyle olur” diyerek durumu dalgaya alıyordum. Bunun sadece bir filmdeki koçun konuşması olduğunu hissettim, anlıyor musun? Ted Lasso gibi ahahah. Bir Grand Slam kazanabilmek için pek çok şeyin aynı anda olması gerekiyor. Bu yüzden her şeyin benim elimde olduğuna inanmadım. 

Polonya henüz bu “sisteme” sahip değil. Sporcular için koşullar o kadar iyi değil, doğrusunu söylemek gerekirse paramız da yok. Bazen oynayacak hiçbir yerim dahi olmadı. Bu yüzden babam her zaman şartlarını zorlamak durumunda kaldı. Tüm parasını bir koça ve üzerinde antrenman yapılabilecek bir korta sahip olmaya vermek onun için kolay değildi.

Bu kısım, açıkça paylaşmak zorunda kaldığım en zor kısım ama dürüst olmak istiyorum.

Babamı düşündüğümde, her zaman bu kadar mutlu olmadığını hatırlıyorum. Beni, tenis dışındaki gerçeklerden korumak için çok uğraştı. Eskiden olimpik bir kürekçiydi ve en başından beri, benim ve kız kardeşimin spor konusundaki yeteneklerini fark ettiğinde, bizi kendisinden daha iyi bir sporcu yapmak için uğraştı. Tüm hayatını bu amaca adadı. Bize bunu hiç söylemedi ama ben görebiliyordum. 

Duyguları konusunda pek açık bir insan değil. Bu durumun biraz da Polonya’ya özgü bir şey olduğunu söyleyebilirim. O nesilden gelen insanlar hislerini belli etmekte zorlanıyor. Özellikle baba olduğunda, güçlü olmak ve çocuklarınıza bir şey için endişelendiğinizi göstermemeye gayret ediyorsunuz. Ama her şey ortada… O zamanlar paramız yoktu ve bu yüzden hiçbir şey kolay değildi. Babamla, filmlerde gördüğünüz gibi duygusal bir konuşma yapmadık ama onun nasıl hissettiğini biliyordum. Bana ne kadar inandığını da biliyordum. 

Ash’in (Ashleigh Barty) emekli olacağını öğrendiğimde babamı aradığını hatırlıyorum.

Mart ayıydı. Miami’deki tenis turnuvası için bir otel dairesindeydim. Sanırım Parks and Recreation falan izliyordum. Ta ki psikoloğum Daria gelip Ash’in emekli olduğunu açıklayana kadar… İlk başta anlamadım. Ne? Bu nasıl mümkün olabilir. Ve sonra ağlamaya başladım.

Ne olduğuna dair bir kafa karışıklığım vardı çünkü sadece üç gündür dünya ikincisiydim. Bu yüzden babamı aramaya karar verdim. Polonya’da gecenin bir yarısıydı. Normalde onu asla aramam; her zaman Messenger veya WhatsApp’tan konuşuruz. Bu yüzden kötü bir şey olduğunu düşündü. Ama bence o kadar uykuluydu ki ne dediğimi bile anlamadı. Sadece “Tamam, harika” der gibiydi. 

Ama ben ağlıyordum. Ağlamamı durduramadım. Dürüst olmak gerekirse; ağlamamın sıralamada yükselmekle pek ilgisi yoktu. Garip gelebilir ama o kadar kafam karışmıştı ve şok olmuştum ki Ash 25 yaşındaydı ve emekli oluyordu.

Ash’in en iyi tenis oyuncusu olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden verdiği kararı anlamlandıramadım. Mutsuz muydu yoksa başka bir şey mi olmuştu? Ama sonra Instagram’da yayımladığı videoyu izledim ve neden emekli olduğunu anladım. 

Şu an onu çok daha iyi anlıyorum.

Turneye çıkmanın ne kadar zor olduğunu her yıl farklı bir şekilde hissediyorum. Yerine getirmeniz gereken birçok yükümlülüğünüz var ve bunu sahada yaptığınız işle nasıl dengeleyeceğinizi öğrenmeniz gerekiyor. İşinizin sadece “sayı almak” olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz. Doğrusu, bu durum zamanla biraz daha karmaşık hale geliyor. Kafanızdaki veya içinizdeki o çocuğun her seferinde ortaya çıkması zor.

Ve beklentiler var… Çok iyi oynadığınız hissine sahip olmak ve şimdi hiç hata yapmadan bu seviyede oynamaya devam etmek zorundasınız.

Roland Garros’u kazandıktan sonra artık baskı olmadan kortlara çıkabileceğimi düşünüyordum. Ancak Toronto ve Cincinnati’de, her oyuncunun sizi yenmek istediğini ve dünya bir numarası olmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Sana karşı en iyi tenislerini oynuyorlar…

Her zaman her şeyi tam olarak doğru yapmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Günlük hayatta bile her görevi çok iyi yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. Mesela evi temizlediğimde tüm bu enerjiyi boşa harcadığımı biliyorum. Ama duramıyorum çünkü bunu bile mükemmel yapmam gerekiyor. Genellikle işlerimi yeterince iyi yapmadığımı düşünürüm. Bazen kendimle gurur duymak için kendimi zorlamam gerekiyor.

Ama öte yandan, beni hayatta bu noktaya getiren şeyin mükemmeliyetçi olmamdan kaynaklandığının farkındayım. 

Mesela ilk kez Roland Garros’u kazandığımda kendimi kanıtladığımı hissedemedim. Sanki yanlışlıkla olmuş gibi düşündüm. Doğru zamanda doğru yerdeydim, iyi oynadım ve bir şekilde oldu… Bu yüzden 2021 sezonuna girerken, “Tamam, şimdi kendimi kanıtlayacağım” diye düşündüm. Bu his ilk başlarda zihinsel olarak korkunçtu. Bir yıl önce Paris’te oynadığım gibi oynamak istiyordum ama koşullar tamamen farklıydı. İki aydır maç oynamamıştım ve kendime güvenmiyordum. Ayrıca ilk kez büyük bir sponsorla çalışıyordum ve bu baskıyı hissediyordum. Sanki başaramazsam herkes için büyük bir hayal kırıklığı olacaktım. 

Avustralya Açık ile işler tersine döndü, ama en büyük mücadelem o yaz Tokyo Olimpiyatları sırasında oldu. Setlerde kaybettikten sonra sahada ağladım ve insanların beni biraz yargıladığını hissettim. Sonra Guadalajara’da zihinsel ve fiziksel olarak bitkin düşmüştüm ve gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Sahada kendimi çaresiz hissettim ve yine ağladım. İnsanların beni nasıl göreceğinden endişeliydim. Bunu yaptığım için utandım ve bir şampiyonun böyle olmaması gerektiğini düşündüm.

Bir bakıma, Ash’in emekliliğini duymanın bende bu kadar çok duygu uyandırmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.

Sporcuların nasıl olması gerektiğine dair herkesin bir fikri var. Ama Ash’i gördüğümde, “Vay canına, farklı olmayı seçebilirsin. Mükemmel olmak için çıktığın bu yolculukta bazen ‘Tamam yeter’ diyebilirsin” diye düşündüm. Tüm yol boyunca kontrol sizde. Arabayı başka kimse kullanmıyor. 

Ve bazen en iyi çözüm, dürüst olmak gerekirse, umursamamaktır. Küfür ettiğim için üzgünüm ama geçen yılki başarımın bir sırrı varsa, o da kendime insanların ne düşündüğünü umursamama özgürlüğünü vermektir.

Beni üçüncü Grand Slamimi kazanmaya iten duygu buydu. Beni 1 numaraya götüren duygu da buydu. 

Artık biraz güvensiz hissettiğim anlar olduğunda kendime bunu hatırlatıyorum.

21 yaşındayım ve çocukluğuma göre daha dışa dönük biri olduğumu görüyorum. Şimdi ise duyguları saklamanın daha zor olduğunu öğrendim.  

Aslında babam buna çok güzel bir örnek.

Babamın oldukça hassas olduğunu pek kimse bilmez. Zor konularda hiçbir duygu göstermese de birlikte film izlerken çok kolay ağlar. Sanırım bu özelliğimi babamdan aldım.

Geçen yıl gerçekten özeldi. Bu yüzden Twitter’da, Aslan Kral’da Mufasa’nın Simba’ya krallıklarını gösterdiği sahneyi yeniden canlandırdığım aptalca küçük bir video paylaştım.

https://twitter.com/iga_swiatek/status/1598008283759267841?s=20&t=UHagzdytOckQRUBjeRWWDQ

Mufasa’nın Lehçe versiyonundaki seslendirmesini, Polonya’da çok ünlü olan bir sanatçı yaptı. Sadece kutlamak için bir şeyler yapmak istemiştim. Videoda “Simba, bir gün senin olacak” cümlesini söylüyor ama onun yerine benim adımla. Babama gösterdiğimde ağlamaya başladı.

Gerçekten duygulandım. Şu an pek çok insanın duygularında bu kadar açık olmasını bekleyeceğini sanmıyorum ama o tam olarak böyle. Teniste, hayatta başarılı olmamı izlemenin ve tüm yol boyunca yanımda olmanın onun için ne kadar önemli olduğunu görebiliyordum.

Ne diyeceğimi bilemedim Ama o anda ikimizin de bir şey söylemesine gerek olduğunu düşünmüyorum.

Yaşadıklarıma dönüp baktığımda, başardıklarımı daha da takdir ediyorum. Bence ben ve babam kendimizle gurur duyarak çok daha fazla zaman geçireceğiz. Her yerde ünlü olmak istiyor muyum, dünya yıldızı olmak istiyor muyum henüz bilmiyorum ama bu yolda devam edeceğim için heyecanlıyım.

ABD Açık’ı kazandıktan sonra ilk kez o anı birazcık yaşayabileceğimi hissettim. Sahip olduklarımı düşününce, “Tamam, harika bir şey yaptım. Sert kortlarda da şampiyonluklar kazanabileceğimi kanıtladım” oldu. Kendimle gerçekten gurur duydum ve bunu abartmadım. Sadece maç maç zafere yürüdüm. 

Şu anda, yeni sezona başlarken kendime daha çok güveniyorum çünkü şimdiden harika bir şey yapmışım gibi hissediyorum. Ülkemde insanları gururlandırdığımı ve bir şeyleri değiştirdiğimi biliyorum. Polonya’daki zihinsel sağlık gibi sorunlar hakkında konuşmaya devam etmek istiyorum. Terapiye gitmek hala alışılmadık bir şey ve bunu değiştirmeye yardımcı olmayı umuyorum. 

Ve babam artık tenis kariyerimde o kadar aktif olmasa da; buraya gelmemin en önemli sebeplerinden biri. Geriye dönüp baktığımda; tüm fedakarlıklarını, bana nasıl inandığını görebiliyorum ve her şey için ona minnettarım. 

Bu yılın başlarında, babam ve kız kardeşimle bir Formula 1 yarışını izlemek için Avusturya’da küçük bir tatil yaptım. Oradayken bu fırsatların ne kadar nadir olduğunu gerçekten anladım. Hayatın ne kadar özel olduğunu gördüm.

Omzunda büyük bir yük varmış gibi hissetmiyorum. Sadece kendimle gurur duyuyorum. 

Kaynak: The Players’ Tribune

Yazan: Iga Swiatek

Çeviren: Kubilayhan Kavrazlı

Editör: Doğa Üründül

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.