Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (151): Deprem sürecinde devlet ve sivil toplum ilişkisi

Pazarcık ve Elbistan depremlerinden sonra depremin yıkıma sebep olduğu illerde geniş çaplı bir sivil inisiyatif oluştuğunu belirten Ruşen Çakır, “Birbirinden bağımsız siyasi, meslek veya yöresel kuruluşlar, futbol klüpleri ve İslami kuruluşlar olmak üzer birçok STK depremin ilk gününden itibaren bölgedeydi. Devlet, Pazarcık’ta kayyum atamak ve Osmaniye’de TKP’lileri gözaltına almak gibi birkaç olay haricinde çok sorun çıkarmadı” dedi.

Devlet ve sivil toplum arasında ilginç durumlar yaşandığına vurgu yapan Çakır, “İktidarın kendine hakim olduğunu düşündüğü andan itibaren bu STK’ların önünü tıkayacağı ve sivil katkıları da tekelleştirmeye çalışacağı kanısındayım. Bazı televizyon kanallarından ortak yayınla yapılan “tek yürek” yardım kampanyasının da bu anlamda milat olduğu kanısındayım” diye konuştu.

Deprem bölgelerindeki sivil toplum faaliyetlerinin “devlete eş koşmak” şeklinde yorumlanmasına iktidar tarafından müdahale edilmemesini “şimdilik müsamaha gösteriliyor” diye yorumlayan Kemal Can, “İktidar şu anda ihtiyaç olduğu ve tepki görecekleri için müdahale etmiyor. Şimdilik müsamaha gösteriyor olması, güvence vermiyor. Bir benzeri medyada da olacak. İktidarı zayıf gösteren medya kuruluşlarını konuşmak için RTÜK toplanacak” dedi.

Devlet neden var? Bu sorunun cevabını nerede aramak gerekiyor?

Sivil toplum örgütleri ve toplumun kendisi deprem karşısında büyük bir dayanışma sergilerken, felaketin sorumlularıyla yüzleşme konusunda da dayanışma halinde olacak mı?

Deprem öncesinde Türkiye’nin gündeminde olan seçim yapılacak mı?

İktidarın seçimi erteleme hamlesine karşı muhalefetin nasıl bir aksiyon alacak?

Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la her hafta olduğu gibi gündemi konuşuyoruz ve gündemimizde tabiî ki deprem var. Kemal, merhaba. Bu, deprem üzerine yaptığımız ikinci “Haftaya Bakış”. Depremin 12. günündeyiz. Hayâtını kaybedenlerin sayısı 38.000’i biraz aşmış durumda. Sanki biraz yavaşlamış gibi, umarım bu sayı daha fazla artmaz. Çünkü belli bir yerde her gün 1000’er 2000’er artıyordu. Şimdi artma hızı biraz daha azaldı. Bir taraftan enkaz çalışmaları sürüyor. İktidar sürekli, bir an önce yeni yerler yapılacağını söylüyor. Uzmanlar bu konuda uyarıyor. 

Bir de para toplama meselesi var. Televizyonda yapılan o bağış kampanyası aslında para toplama, değil mi? Ben “Türkiye Tek Yürek” bağış kampanyasıyla ilgili ayrıca bir değerlendirme yaptım. Şimdi kendimi sansürleyerek söyleyeceğim, ayıp bir şeydi. Sonuçta zâten bağış yapanların dörtte üçü kamu kurumuydu. “Çete” olarak adlandırılan insanların verdikleri paralar vardı. Bir de tabiî kendi hâlinde vatandaşın yaptığı yardımlar da var. 

Kemal, önce sivil toplum ve devlet meselesini konuşalım. Bunu çok konuştuk, “Adını Koyalım” programlarında da konuştuk. Burada bayağı bir sivil inisiyatif var. Sâhada bulunan arkadaşlarımızdan sivil inisiyatiflerle ilgili sürekli bilgiler alıyorum. Birbirinden bağımsız, kimisi siyâsî, kimisi STK, kimisi meslek kuruluşları, kimisi yöresel kuruluşlar bölgedeler. Mahalle dernekleri de var, futbol kulüpleri de var, birbirinden farklı İslâmî gruplar ve onların vakıfları da var. Farklı farklı yerlerden insanlar oraya kendi imkânlarıyla gittiler. İlk günden, duyar duymaz gidenler var, sonradan gidenler var, gönüllü olarak çalışanlar var, parası olmasa bile katkıda bulunanlar var. Tabiî yurtdışından gelen yardımları ve kurtarma ekiplerini saymıyorum. Bunlar belli bir performans gösterdiler ve bayağı da katkıları oldu. Ama devletin şu âna kadar çok da fazla sorun çıkartmadığını gördük. İstisnâî olaylar var. Meselâ Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde, Pazarcık Kriz Koordinasyon Merkezi’ne kayyum atamak ya da Osmaniye’de yardım faaliyetinde bulunan TKP’lileri gözaltına almak gibi iki olay çok öne çıktı. Onun dışında çok fazla bir şey yok. 

Bir de tabiî Ahbap Derneği konusunda diş göstermeler oldu. Bahçeli resmen hedef gösterdi ve Haluk Levent de artık sürekli, “Paramıza el koymayacaklar. Merak etmeyin” diye açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini. Burada devlet-sivil toplum ilişkisinde ilginç bir deneyim yaşıyoruz sanki. Açıkçası, bir yerden sonra, siyâsî iktidar her şeye hâkim olduğunu düşündüğü andan îtibâren, bunların önünü bayağı tıkayacağı kanısındayım. Yani doğru bir şey olarak söylemiyorum, bir öngörü olarak söylüyorum. Bunu yaparsa yanlış bir şey yapar, ama bir yerden sonra herhalde, “Tamam, artık biz hallediyoruz. Siz bize, AFAD’a verin” diyecektir. Zâten birtakım böyle haberler çıkıyor, ama bunu iyice tekelleştirecek diye düşünüyorum. Sivil katkıları da tekelleştirmeye çalışacak. Televizyonlar üzerinden yaptıkları yardım kampanyasının da bu anlamda bir mîlât olduğu kanısındayım, ne dersin?

Kemal Can: Evet. Bir kere, istisnâî ya da münferit vakalar gibi görünen şeyler, belki uygulama anlamında çok örnek görmüyoruz ama, bakış açısındaki problemi görmeye engel değil. Çünkü bâzı açıklamalar yapılmış durumda. Süleyman Soylu’nun ağzından, “Devlete eş koşmak” diye bir lâf çıktı meselâ. Bir meseleye, “devlete eş koşmak” üzerinden bakıyorsanız, şimdilik müdâhale etmiyor olmanız, aslında müsâmaha ettiğiniz anlamına gelir.

Ruşen Çakır: Evet, zâten demin bahsettiğim yayında, tolere ediliyor diye belirtmiştim. Ama tolerans kalmayacak.

Kemal Can: O tolerans, senin dediğin gibi çeşitli nedenlerle olabilir. Şu anda reaksiyon görecekleri için olabilir. Şu anda ihtiyaç olduğu için olabilir. “Dikkat çekmeyelim” diye olabilir. “Tepkiyi üzerimize almayalım” diye olabilir. Ama şu anda çok fazla yapmadıkları, hiçbir güvence içermiyor. O yüzden sivil toplumun varlığını, sivil toplumun kendine biçtiği pozisyonu ve devlet dışındaki herkesin, sâdece sivil toplumun değil, doğrudan toplumu içeren örgütlü-örgütsüz bütün toplumun ne yaptığını, kendi durumunu nasıl algıladığını ve devletin kendini nasıl algıladığını konuşmamız gerekir.

Burada “Hükûmet ayrı, devlet ayrı. Devlet bizim. Biz onu enkazdan çıkartacağız” diyecek insanlar vardır, zâten diyorlar da… O tartışmalara girmeksizin baksak bile, şu anda yine bunu söyleyen pek çok insanın da kabul ettiği gibi, başka bir eşitlenme var. Şu anda en azından hükûmet, kendini devlet olarak târif ediyor. Dolayısıyla kendini devlet olarak târif eden hükûmetin, olaya, bu olay karşısında bütün topluma ve kendi pozisyonuna nasıl baktığını gördük. Öncesinde nasıl baktığını ve öyle baktığı için ortaya çıkan sorunlardaki rolünü de gördük; olay ortaya çıktıktan sonra onunla ilişki kurma biçimini de gördük; onunla ilişki kuran başkalarına nasıl davrandığını da gördük. 

Şimdi bir benzeri, medya için de gelecek. Senin söylediğin gibi, sivil topluma, “Bir dakika. Artık iş bizde. Hizâya girin” denmesinden önce, büyük ihtimalle devleti zayıf gösteren medyaya da sıra gelecek. Galiba zâten bugün ya da yarın RTÜK bu amaçla toplanıyor. Hattâ orada açıklama bile yaptılar. “Biz bu konuya bakacağız” demişler. Onun için benim bu konuda bir tereddüdüm yok. Zâten aslında kendilerine anlatılan ya da vehmettikleri bir devleti bekleyen insanlara da fazla söyleyeceğim bir şey yok. Çünkü “Devlet neden var?” sorusuna yanlış cevap verirseniz, devleti de yanlış yerde arar ve yanlış yerde beklersiniz. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Onu bir kenara bırakalım. Ama benim burada bakmaya çalıştığım şey, böyle bir hâdise karşısında, bâzen de çok haklı olarak kendini alkışlayan, dayanışmasıyla bir alternatif oluşturabilen toplumun bundan ne çıkartacağı. 

Şimdi bir sürü insan bu dayanışma tablosuna bakarak bu toplumdan haklı olarak umutlu oluyor. Ama umutlu olabilmeyi sağlayacak şey, bana göre insanların merhametlerinin felâket ânında çok üst seviyede ortaya konması değil. Çünkü kurucu dayanışma, asıl olarak karşı karşıya kalınan şeyle ve o şeyi değiştirme irâdesiyle ilişki kurduğunda bir anlam kazanıyor. Dayanışma bunun için anlamlı. Bir toplumun dayanışması, felâket ânında birbirlerine merhamet gösteren, bundan kurtulmuş ama zarar görmüş olanlara elini uzatmasından ibâretse, bu, çok yüksek bir enerjiyi emen ama bundan sonra da geriye sâdece biraz övünç bırakan, ama aynı şeyin tekrar olacağı zamâna kadar beklemeye çekilen bir şeydir. 

Meselâ daha önce birkaç kere “Haftaya Bakış”ta seninle konuştuk bunu; daha sonra “Adını Koyalım”da da tekrar konuştuk: “Şimdi siyâset zamânı değil, şimdi konuşmanın zamânı değil. Sonra konuşuruz. Şimdi dayanışmanın zamânı” diyorlar. Şimdi, dayanışmanın bu tarafını da görmenin zamânı. Bu tarafını yeterince gördüğümüzü düşünmüyorum. Meselâ sen şimdi söyledin: O televizyondaki bağış kampanyasını yapma nedenlerini biliyoruz; ama yapma nedenleri açısından bile hiç de isâbetli sonuçlar vermeyecek, çok açık söylemek gerekirse sakil bir gösteri hâlinde yaşanan, son derece sevimsiz ve göstere göstere yardım yapma hâli, üstelik yapanların bâzılarının vasıfları da söz konusu olduğunda, iyice problemli bir hâle geliyor. Bu çok sorunlu ve bunu yapmış olmak açıkçası utandırıcı bir şey. “Tek Yürek, Tek Millet” diye bir gösteriyle bunu sembolize etmeye çalışmaları, aslında tam tersine, o toplumdan uzaklığın, kopmuşluğun ve kendi toplumuna, kendi sorunlarına nasıl bakıldığının çok çıplak bir ifâdesi. O geceyi seyredenlerden çok büyük bir çoğunluğun negatif şeyler aldığını düşünüyorum. “Ne güzel bir toplumuz” düşüncesinin çok oluşmadığı kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: Ama ne bonkör Merkez Bankamız var! 

Kemal Can: Evet, çok bonkör… Onu rakamı büyütmek için yaptılar, ama hakîkaten saçma bir şey. Yani yapmaya çalıştıkları şey açısından saçma bir şey. 

Ruşen Çakır: Belki de o saçmayı yapmak istiyorlar. 

Kemal Can: Ama bunun tam olarak faydası ne yani? Böyle bir fırsatçılık ve hakîkaten göstermelik bir şey yaratıyorlar.

Ruşen Çakır: Sonuçta parayı da devlet veriyor. Parayı da verirse devlet verir… Neyse.

Kemal Can: Şunu söylemek istiyorum. Şimdi bunu ertelemek, bâzı şeyleri sonra konuşmaya bırakmak yanlış. Evet, dayanışma çok güzel bir şey. Oradaki insanlara el uzatmak çok güzel bir şey. Ama bir süre sonra, ne o insanların ne onlara el uzatanların başka konularda îtirazlarından kalıcı sonuçlar üretmek için bir enerji, kalmayacak kadar tüketilecek. Sivil toplumun çok da üstüne varmayıp, “Biraz da bunlar enerjilerini boşaltsınlar” hâlinin, çok da müdâhale edilmemesinin, böyle bir tarafı da olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Peki. O zaman Millet İttifâkı’nın nihâyet deprem gündemli toplanmasına geçelim. Normalde 12. toplantı pazar günü Saadet Partisi’nde olacaktı ve belki de aday meselesini de ilk defâ konuşacaklardı. Ertelendi ve yarın saat 14.00’de yine Saadet Partisi’nde deprem gündemli konuşacaklar. Deprem gündemli konuşacaklar, ama biliyoruz ki 6 partinin de deprem sürecindeki tavırları farklıydı. Daha önce de konuştuk. Hemen hemen hepsi sâhaya gitti. Kimisi çok göründü, kimisi az göründü. Saadet Partisi de gitti. En son Gelecek Partisi de gitti. DEVA Partisi, Ali Babacan bugün bayağı bir basın açıklaması yaptı. Meral Akşener yine bugün Adana’daydı, daha önce de gitmişti. Farklılıklar da vardı. En basit, en açık farklılık da, Akşener ile Kılıçdaroğlu arasındaydı. Kılıçdaroğlu, gece vakti, yaklaşık 24 saat sonra bir çıkış yaparak, bunun siyâset üstü olmadığını söyledi. Meral Akşener daha temkinli davrandı. Diğer partiler siyâset topuna çok fazla girmediler; ama bulundular, iktidârı da eleştirdiler. 

Yarınki toplantıda senin de târif ettiğin o sivil toplumun enerjisi var. Bu enerjinin sâhiplenilmesi ve o enerjinin yanında durulmasına ihtiyâcı var. Yarın öbür gün onların önüne engel çıkartılması hâlinde onların yanında durma hikâyesi var. Ama bir diğer husus da şu: Kılıçdaroğlu’nun ilk söylediği, “Bu siyâset üstü değildir” sözünü hayâta geçirip, buradan siyâsî bir duruş çıkabilir mi? Altılı Masa ya da Millet İttifâkı yarın toplanacaklar ve buradan deprem vesîlesiyle çok net bir şekilde duruş sergileyecekler mi? Birazdan konuşacağız, herhalde seçimlerin zamânında yapılması meselesini de konuşurlar. Seçimlerin zamânında yapılmasını isteyecek olmaları, tek başına siyâsî bir duruş anlamı içermez bence. Tabiî ki önemi var, ama onun dışında bir şey söyleyebilirler mi? Bizim Ankara’daki arkadaşların söylediğine göre, bir Deprem Komisyonu kurulmasını önereceklermiş. Türkiye’de her şeyi öneriyorsun ve hiçbir şey olmuyor. Meselâ Meclis’te bir yığın soru önergesi veriyorsun, reddediliyor; bir komisyon kurulması için önerge veriyorsun, kurulmuyor; AKP ve MHP oylarıyla reddediliyor. Ama bu aşama öyle bir aşama ki, AKP ve MHP oylarıyla reddedilmesi mümkün olmayan bir şeyler yapabilmeleri lâzım. Kılıçdaroğlu, “Sen sarayında kal, hiçbir şeye karışma. Biz toplumla berâber yaparız” dedi. İlginç bir çıkıştı, iddialı bir çıkıştı. Böyle bir duruş sergileyebilirler mi? 

Kemal Can: Teorik olarak sergileyebilirler. Ama böyle bir sonuç çıkacak mı bilemiyorum. İki nedenle bilemiyorum. Senin söylediğin gibi, sürecin başlangıcında birazcık farklı tutumlar var. Bu sâdece doz farkı da değil. Doz farkından daha ciddî bir fark bu. Dolayısıyla demin konuştuğumuz mevzûda olduğu gibi, devleti nasıl algıladığı, toplumu nasıl algıladığı, siyâseti nasıl algıladığı ile ilgili farklar içeriyor. Dolayısıyla bunları ortaya koyması gerekiyor. Yani bugün iktidârın yapamadığını diğer siyâsî aktörler de yapamıyor. Kendi yanlışlarıyla ilişki kurma biçimleri çok farklı değil. Siyâsî kültürümüzde öyle bir yerleşik şey var. Dolayısıyla bu farklılıkları gidererek bir ortak çözüm üretebilirler mi? Yoksa pek çok Ortak Mutâbakat Metni’nde olduğu gibi, kimsenin îtiraz edemeyeceği bir ortalamanın ifâdesi üzerinde mi anlaşacaklar?

Ruşen Çakır: Oradan da çok fazla bir şey çıkmayacak.

Kemal Can: Ama burada çok ciddî bir imkân var: Felâketin oluşması, felâkete müdâhale biçimi, felâketin yaralarının sarılması gibi bir sürecin içindeyiz. Bu sürecin içerisinde, muhâlefet partilerinin, yani parlamenter sistemi geri getirme iddiasındaki bir yapının, bunun sürükleyicisi ve denetleyicisi olarak Meclis’i öne çıkartacak bir tutum almaları ve bunu çok sert bir muhâlefet politikasına dönüştürmeleri lâzım. Çok basit bir örnek vereyim: Seninle biraz önce konuştuğumuz, Merkez Bankası’nın o 30 milyarı Hazine’ye değil, AFAD’a aktarması. Çünkü aslında kâr payından veriyorlar. Kâr payı aslında Hazine’ye aktarılacak. Hazine bunu 30 milyar olarak AFAD’a aktarabilir. Bunun yetkisi aslında Meclis’in yetkisi. Çünkü bütçe hakkı, Meclis’in hakkı. Pek çok iktisatçı ve hukukçu bu yapılanın haksız bir işlem olduğuna değindiler. Çünkü Merkez Bankası Başkanı, Meclis’in yetkisine el koyuyor. Çünkü onun kârı dediği şey, Hazine’ye gidecek kamu kaynağı ve aslında, kamu adına da Meclis’in bu bütçeyi düzenlemesi gerekiyor. Meselâ muhâlefetin bunu mesele etmesi gerekiyor. 

Erdoğan, “Bana 1 yıl verin. TOKİ yönetimindeki bütün müteahhitleri devreye sokmaya başladım, enkaz kaldırma çalışmalarını hızlandıracağım ve 1 yıl içerisinde bu konutları bitireceğiz.” diyor. Hattâ şu anda enkaz kaldırma işi bile ihâlesiz, denetimsiz birilerine veriliyor. İnşaat şirketlerinin zâten paylaştırıldığı söylentileri yayılıyor. Yani kimin nerede neyi yapacağı, neredeyse belirlenmiş durumda. Muhâlefetin, bütün bunları, sâdece iktidara muhâlefet etmek olarak değil, bizzat millet ve toplum adına toplumsal dayanışmayı bunun içine dâhil ederek bir politik programa çevirmeleri lâzım. “Şu kadar günde şu kadar şey yapacağız, burada bunu yapacağız, şurada bunu yapacağız, şu konuda bunu yapacağız” diyerek nasıl bir ortak program çıkarttılarsa, hemen çok hızlı bir şekilde, Meclis’i sürecin hâkimi kılacak biçimde bir programla ortaya çıkmaları ve bunu bir politik program olarak ortaya koymaları lâzım. Erdoğan’ın “Bana bir yıl verin. Ben yapacağım” sözüne karşı bir şey koymaları lâzım. Bunu yapmaları, bunun arkasına, söylediğim o politik iddiayı koymaları, “Ya, sen bu felâketin müsebbibisin ve bu felâketin sarılmasını, düzeltilmesini ya da benzeri bir şeyi senin eline bırakamayız” demeleri gerekiyor. 

Kılıçdaroğlu’nun, “Değil sana bir yıl, bir gün bile veremeyiz” lâfının altını doldurması gerekiyor ve bunu birlikte yapmaları gerekiyor. Şunu da söylemem lâzım: Birlikte yaparken sâdece Millet İttifâkı olarak ya da sâdece siyâsî partiler masası olarak değil, toplumu da dâhil etmeleri gerekiyor. İşte o zaman, bütün o dayanışma aygıtını harekete geçirmiş, kendi irâdesini alana taşımış olup, toplumun bütün unsurlarını da dâhil ederek böyle bir dinamizm yaratması lâzım.

Ruşen Çakır: Şöyle de bir olay var: Toplumun dayanışma duygusu, aktivitesi de zamanla azalıyor. Yani ilk günlerdeki davranışlarıyla, şimdiki ya da bir hafta sonraki davranışları arasında bayağı bir fark olacak. Çünkü insanların da işi var, gücü var, imkânları sınırlı. Yani sürdürülebilir bir sivil dayanışmanın örgütlenebilmesi de, birçok nedenle çok da kolay bir şey değil. İnsanlar olabildiğince bunu yapmaya başlayacak, ama zamanla kamuoyunun ilgisi de azalacak. “Hayat devam ediyor” olayı bir şekilde gündeme gelecek. Birtakım şeyler yavaş yavaş esnemeye başlıyor. Millî yas bitti mi, bitiyor mu, bilmiyorum. 

Kemal Can: Sen geçenlerde Galeano’dan alıntı yapmıştın. Sorunlarla, merhamet zemininde ya da yardımseverlik zemininde ilişki kurduğun zaman, o sorunlu bir ilişki. Yani sadakayı verdiğinde, yoksulluğu çözmüş ferahlığı ile yürüyüp yoluna devam etme imkânı veren bir şey. Bu, iyi bir şey ama eksik bir şey. “Ben elimden geleni yaptım” cümlesi eksik bir şeydir. Eğer problem olan şeyi çözmekte eksik kalan bir şey varsa, elinden geleni yapmamış olduğunu düşünmek, yapmaya devam etmek zorunda olduğunu hissetmek lâzım. Ama bu, tabiî ki insanların bireysel performanslarına ve kapasitelerine bırakılabilecek bir şey değil. Politik önderlik burada devreye girer. Yani politik aktörlerin, bu dinamizmi başka biçimlere dönüştürerek devam ettirmesi gerekir. Bunun önemli ateşleyicilerinden biri dayanışma. Ama önemli ateşleyicilerinden biri de, bunun hesabını sorma hâdisesi. “Biz elimizden geleni yaptık, yardım ettik, üzerimize düşeni yaptık. Birtakım sorumlu müteahhitler de cezâlandırıldı” deyip bunun gazı inecek, düşecek. Ve demin konuştuğumuz gibi, iktidar da çok fazla üstüne varmayarak bunu yapıyor. Pandemide de böyle oldu, hatırla. Orman yangınlarında da böyle oldu. İktidar çevreleri bu felâketin büyüklüğü üzerinden “Asrın Felâketi” filan diyorlar. Ama küçük felâketlerde de başka bir şey görmedik ki. Yani beceriksizlik, uçak kaldıramama gibi olayları orman yangınında da gördük, mâden kazâsında da gördük, demiryolu fâciasında da gördük. Burada ölçek hiç belirleyici değil, bakış açısı belirleyici. 

Ruşen Çakır: Senin de söylediğin gibi, bu işinüç etabı var: Öncesi, hemen sonrası ve daha sonrası. Öncesinin hesâbı, yani bütün bu îmar barışları ayrı konu. Bu arada, Hasan Kaçan ortadan kaybolmuş, biliyorsun. İmar Barışı reklamında oynuyordu. Kaç gündür sosyal medya hesâbında görünmüyor. Televizyondaki bağış kampanyası yayınına da katılmamış. Şimdi bir öncesi var, ama bence en kritik olay ilk iki gün. Orada çok büyük bir günah var. Bunu artık herkes söylüyor. “Eğer ânında müdâhale edilebilseydi, insanların en azından yarısı kurtarılabilirdi”görüşü çok dile getiriliyor. Sonraki daha tartışmalı. Süreç devam ediyor zâten. “Enkaz böyle mi kaldırılır? İnsanların mal varlıkları ne olacak?” gibi bir yığın tartışmayı yaşayacağız. Ama öncesi ve ilk iki günün hesâbı görülmeyecek olursa, neyin hesâbı görülecek? Bunlar böyle üzeri kapatılacak hususlar değil. 

Bir de geçen gün İsmail Saymaz’la yaptığım yayını gördün mü bilmiyorum. Hatay’da insanlar, “Bize yardıma gelmediler çünkü biz solcuyuz, CHP’liyiz” demişler; ama aynı şey Maraş’ta da oldu. 

Kemal Can: Adıyaman’da da oldu. 

Ruşen Çakır: Hepsinde oldu. Ama, o kadar olamaz bir şey ki… Deprem olmuş, kimse yok. Bir gün, iki gün, kaç gün… Hiçbir yerde yok. O tam bir çöküştü ve bu çöküşün bir hesâbının olması gerekiyor. Şimdi vâlilerin görevden alınacağı rivâyetleri var. Ama olay vâli değil ki! Adıyaman Belediyesi çökmüş. Belediye başkanını görevden alsan ne olur?

Kemal Can: Meselâhastâneye riskli yapı raporu 10 yıl önce verilmiş. Bu rapora rağmen, 10 yıldır o hastânede hizmet yapıldığı için, o hastâne çöküyor. Depremde en kritik yerlerden biri olan hastâne çöküyor. Ama geriye gidip bakıyorsun, bununla ilgili rapor var.

Ruşen Çakır: Burada o kadar çok örnek var ki…

Kemal Can: Dolayısıyla bunun te’vil götürür bir tarafı yok. Çok açık sorumluluklar var. Ama burada şu önemli: Dediğin gibi, “Bunun hesâbı sorulmayacak mı?” meselesi, aslında orada şu anda âcil yardım bekleyen ve hayatta kalmaya çalışan insanlara bırakılacak bir öfke sorumluluğu değil. Buna bakan insanların dillendirmesi gereken bir şey. Orada çocuğu açken, akşam ısınacak bir yeri yokken, belki kafasını sokacak bir yeri yokken, hayâtının bundan sonrasının nasıl gideceğine ilişkin daha oturup düşünememiş insanların, burada bir şey yapmasını bekleyemeyiz ve o insanlara herkesin elini uzatması birinci önceliktir. Ama bu birinci öncelik, eğer çok önemli bir şeyi bırakmayı ve daha sonra da enerjinin ve hâlin kalmayacağı için de sonsuzluğa bırakacağın bir şey olursa, bu hakîkaten büyük bir vebal. Ekonomik krizde de böyle oldu. Pandemi de böyle oldu. Pandemi rezâletlerini hatırlamıyor musun? Bu devlet maske dağıtamadı.

Ruşen Çakır: Şimdi de seçimler sonsuza bırakılıyormuş gibi bir hava var. Pandemide ne oldu? O kadar soruna rağmen, muhâlefetin içerisinde birileri hemen, “Erdoğan bunu da kendine fırsata çevirecek” demeye başladı. Deprem konusunda da şimdiden, ortada fol yok yumurta yokken, aynı şeyi yapıyorlar. Erdoğan Adıyaman’da, hani çocukları kürsünün önüne dizerek yaptığı basın toplantısında, hiç iddialı çıkış yapamadı, biliyorsun. Bir “OHAL getirdik” dedi, bir de “Bir yıl içerisinde yaparız” dedi. O kadar. Her şey kontrol altına alınmış havası yok. Ama içeride ve dışarıda bunu hemen dillendiriyorlar; ben de bunu anlamıyorum. Herhangi bir iktidar, bu depremi siyâseten nasıl kendi lehine çevirebilir? Çok güçlü oldukları bölgelerde bile, deprem bölgesine giden milletvekilleri, yöneticiler insanlardan tepkiler alıyorlar. Kendileri bile böyle bir şey hissetmiyor. Ömer Çelik’in konuşmasında bile böyle bir üstünlük havası yok. Hâlâ enkazın altında kalmış havası var. Ama muhâlefetten birileri yine kalkıyor, diyor ki: “Bunlar seçim de yapmaz, yapsa bile kazanır”. Niye yani, niye?

Kemal Can: Yine referans vereceğim, Adını Koyalım’da da konuştuk ya? Buradaki temel mesele şu: Burada iktidârın yapabilirliğine göre meseleye bakarsan, “Yapabilir ve bu fırsatı çıkartabilir” sonucu çıkartabilirsin. Burada bakacağın yer, kendi yapabileceğin. Bu toplumun ve bu toplumda bu iktidârın yaptıklarına karşı bir alternatif olma iddiasındaki bütün siyâsî aktörlerin şuna bakması gerekiyor: “Ben buna izin verir miyim? Benim gücüm buna yeter mi? Ben bu kadar âciz miyim?” Yani“O yapabilir mi? O, o kadar güçlü mü?” sorusuna cevap aramak yerine, kendi gücüyle ilgili ve kendi potansiyeliyle ilgili durumu görmeli. “Bu toplum ne büyük bir toplum”diye alkışlarken iyi. Bu kadar büyük, kendi meselelerine ve mağduruna yetişmek konusunda devlete eş koşabilecek ölçüde büyük bir toplum, kendisini bu kadar âciz ve –çok açık söyleyelim– iktisâdî ve siyâsî oligarşik bir yapının her şeyi yapabileceği bir duruma nasıl teslim olabilir? Senin söylediğin gibi, bu her durumda fırsata çevrilebilir. Fırsata çevrilip çevrilmeyeceği onun becerisiyle ilgili değil; senin direncinle ilgili bir şey. Dolayısıyla soruya buradan bakmak lâzım.

Ruşen Çakır: Sen “eş koşma” deyince aklıma hep Fethullahçılar geliyor. Geçen gün bir tânesi –yurtdışına kaçmış olması lâzım–, “Televizyonda canlı yayında para toplama işini ilk biz yapmıştık” demiş. Tam cümleyi hatırlamıyorum ama, “Buradan bize de bir şey gelir” diyor. Böyle bir küstahlık da var. Eş koşmahikâyesi Fethullahçılar…  Aslında birçok şeye baktığın zaman, yaptıkları şey, ilk başta bir şokla geri çekilme, sonra, kendi gücünü toplamaktan ziyâde, rakibinin güçsüzlüğünü göstermek ya da rakibin güç toparlayamadığını görünce tekrar saldırmak. Bunu Fethullahçılar çok yapıyordu.

Kemal Can: Muhammed Ali’nin bir sözü vardı. Şimdiki yeni nesil pek hatırlamaz. Çocukluğumuzda, sabah 05:00’lerde kalkıp onun maçlarını izlediğimiz zamanlar, Muhammed Ali’nin meşhur, klasik, “Kelebek gibi uçup arı gibi sokarım” sözü vardı. Asıl olarak, rakibinin etrafında dönüp dönüp onu yorup, artık takatsiz bıraktığında indirmek. Sürekli etrafında dolaşarak, ona birtakım alanlar açıyormuş gibi yaparak, rakiplerini güçten düşürmek ya da takatsiz, nefessiz, kondisyonsuz bırakmak üzerine kurulu bir şey var. Ekonomik kriz örneğini onun için verdim. Ekonomik kriz ortaya çıktığında ve Nas hikâyeleri patladığında herkes, “Tamam, bu kendiliğinden sonunu getiriyor. Acayip, bilim dışı ve akıl dışı şeyler ileri sürerse, bundan bir şey olmaz” demişlerdi. Ama sonuçta bunu o zaman mesele edip kuvvetli bir politik tartışma hâline getirmeyip, bunun kendiliğinden sonuç vereceğini düşündüler. Şimdi de aynı şekilde, “Şimdi siyâset zamânı değil” diyenlerin bir kısmı, iktidâra yakınlık kurmak ya da onunla bir zemin oluşturmak için bunu yapmıyor olabilir. “Zâten bu iktidar bu olaydan hasârını görecek. Biz burada pozitif bir rol alalım, yapıcı alanda duralım ve dolayısıyla onun erimesinden biz nemâlanırız” diye hesaplıyorlarsa, o iş öyle olmuyor. Ekonomik krizde de öyle olmadı. Çünkü bunu, reaksiyonu çıktığı anda, kurucu ve yapıcı bir dinamiğe çevirmek, politik müdâhalenin asıl rolü.

Ruşen Çakır: Seçimi erteleme konusuna muhâlefet firesiz bir şekilde karşı, değil mi? Yani zamânında yapılmasını istiyorlar.

Kemal Can: Evet. Orada da doz farkları oldu, ama sonunda herkes çok net tavır sergiledi.

Ruşen Çakır: Ne diyorsun? Herhalde Anayasa’yı ihlâl edemeyecek. 

Kemal Can: Orada da demin senin söylediğin gibi şeyler diyenleri gördüm. “Muhâlefet bu konuyu çok mesele etmesin. ‘Millet deprem derdindeyken bunlar seçimle uğraşıyorlar’ deyip bunu kullanır. Yine kullanır, yine istismar eder” diyenler de var. Ben yine aynı şeyi söyleyeceğim: Bunu teorik ve hukukî olarak zâten yapamaz; ama siyâseten de, şu anda ortaya çıkan nabızdan, bu hamleyi yapma cesâreti devşirdiklerini sanmıyorum. Ama eğer bu konuda Meclis’i adres göstererek bir zemin yaratmak ve hep yapıldığı gibi, aslında iktidârı bir pazarlığa çekmek gibi bir kapı açacak birileri olursa, o kapıdan yürümeyi düşünebilirler. 

Ruşen Çakır: O zaman, Millet İttifâkı’nın yarınki toplantısı ve oradan çıkacak duruş çok önemli olacak. O konuyu bayağı bir belirleyecek. Ama orada esnek bir tavır çıkarsa, bir fikir birliği olmadan kararlı bir duruş çıkmazsa, Erdoğan ya da iktidar oradan yürümek isteyecektir. Ama bir de şöyle bir şey var, o da çok acayip: “İnsanlar enkaz altında, binlerce yaralı var” diyorsun, ama “Seçimi zamânında yapmayalım” dediğin zaman, zamânında yapılacak olan seçimi kazanamayacağını düşünüyorlar. Yani bunu dediğin zaman, kaybettiğini kabul ediyorsundur ve bence, Erdoğan bunu istese bile kendisi telaffuz etmeyecektir. Şöyle bir şey yapacaktır: “Mâdem o kadar diyorsunuz, hadi öyle olsun”a getirmek isteyecektir. Orada da çok ciddî bir şekilde muhâlefetten önemli bir aktörün aktif desteğine ihtiyâcı olur. Yoksa şu hâliyle, bunu anayasal olarak zâten yapamaz. Siyâseten de “Seçimi erteleyelim” diyemez. Meselâ Bülent Arınç der. Bülent Arınç seçime girmeyecek, Ama Erdoğan diyemez ve büyük bir ihtimalle ben seçimin ertelenme durumunun olmayacağını düşünüyorum. “Birileri bir şeyler söyledi, ama bu çok abes canım!” deyip kapatacağını düşünüyorum. 

Kemal Can: Ben de aynı fikirdeyim. Çünkü muhâlefet içerisinde bu sürece girmeden önceki, biraz problemli gibi görünmeye başlayan durumdan kaynaklı olarak, hiçbir aktörün, çok açık biçimde iktidâra bu kapıyı açacak bir hamle yapma cesâreti göstermeyeceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Burada noktayı koyalım, Kemal. “Haftaya Bakış”ı burada bitiriyoruz. Kemal Can’la birlikte hepinize iyi günler diliyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.