Türkiye, 6 Şubat Pazartesi günü saat 04:17’de meydana gelen depremle sarsıldı. Merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan 7,7 büyüklüğündeki deprem Kahramanmaraş, Kilis, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya ve Hatay’ı vurdu. Can kaybı 35 bin 418’e yükseldi.
Seçim ertelenebilir mi? Muhalefet aktörlerinin depremdeki duruşu nasıl bir etki yaptı? Cumhurbaşkanı Erdoğan krizi fırsata çevirebilir mi?
Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can tartışıyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Adını Koyalım’la karşınızdayız. Yine Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek’le, tabii ki depremi ve depremin muhtemel siyasi sonuçlarını konuşacağız. Geçen hafta kısa bir yayın yaptık. Ama bir girizgâhtı. Şimdi depremin 10. günündeyiz ve birçok şey daha da netleşmeye başladı. Büyük ölçüde enkaz kaldırmaya dönüşmüş bir aşamadayız ve 10 ili kapsayan bir Olağanüstü Hal yönetimi de var. Gündemde, garip bir şekilde seçimlerin ertelenmesi meselesi var. En son Bülent Arınç, bu konuda kapsamlı bir tebliğde bulundu ve seçimlerin önümüzdeki yıl yapılacak olan yerel seçimlerle birleştirilmesi veya Kasım 2023’e alınması ya da ortak bütün partilerin katılımıyla başka bir tarihe ertelenmesi gerektiğini söyledi. Bununla başlayalım. Kemal, bu Bülent Arınç’ın kişisel bir olayı mı? Sadece o söylememişti, bu, daha önce de bir şekilde gündeme gelmişti. Bir de Erdoğan’ın o meşhur “Bana bir yıl verin” sözü, ‘’seçimleri bir yıl yapmayalım’’şeklinde de yorumlanmıştı. Ne dersin?
Kemal Can: Olayın cereyan ediş biçimi Bülent Arınç’ın sözünden ibaret olsaydı, bir kişisel çıkış olarak değerlendirebilirdik. Ama neredeyse eş zamanlı olarak birkaç şey bir arada yaşandı. Bazı gazeteciler kendilerine ulaşan birtakım kulis bilgilerinden bahsettiler, birtakım hukukçuların bu konuda çalışılması talimatı aldığını söylediler. Hatta birtakım senaryolar üzerinde “Şöyle olursa nasıl olur? YSK’ya pas gider, oradan meclise döner. Anayasa mahkemesinin rolü nedir?” gibi kulislerde birtakım senaryolar ve formüller üzerinde çalışıldığı bahsi ortaya atıldı. Tabii ki bütün bunlar tek tek, birbirinden bağımsız şeyler de olabilir, rastlantısal bir mesele de olabilir. Ama bunların aynı anda, yakın zamanda, üst üste gelmesi bana açıkçası çok da rastlantısal gelmiyor. Zaten son zamanlarda hiçbir şey rastlantısal olmuyor ama doğrudan “Bu yapılacak, buna hazırlanılıyor” demek için erken. Zaten ortaya sürülüş biçimi, Bülent Arınç’ın ağzından dile gelmesi, bazı gazetecilerin ‘’kulis bilgisi’’ diye yayması, daha önce de pek çok vakada gördüğümüz gibi, bir nabız yoklama olabilir. Böyle bir şeyin nasıl reaksiyon alacağı, pozisyonların nasıl oluşacağı, çıkan reaksiyona göre nasıl yöntemler geliştirilebileceği üzerine bir tartma faaliyeti gibi görünüyor.
Hadisenin iki boyutu var. Bir tanesi yasal-anayasal çerçeve. Aslında burada, daha önceki pek çok meselede olduğu gibi bir tereddüt yok. Yani Cumhurbaşkanının yeniden aday olmasıyla ilgili nasıl bir tereddüt yoksa, Türkiye’de siyasi olduğunu gayet iyi bildiğimiz pek çok davadaki hukuki değerlendirme nasıl muğlak ve bulanık değilse, pek çok şey nasıl netse, bu olayda da gayet açık bir durum var. Anayasanın çok açık, yorumlanmaya çok müsait olmayan, net ifadelerle tarif ettiği bir durum var: ‘’Savaş hali dışında herhangi bir seçim ertelemenin, herhangi bir organın ya da kişinin yetkisinde olamayacağı’’ açıkça kayda bağlanmış. Daha önce Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir kararda, böyle bir cümlenin içerisinde geçen ‘’benzer hadiseler’’ gibi bir ifadeye yaslanarak bir şeyler yapılacağı iddia ediliyor ki; aslında o, Anayasa ile ilgili değil, bir yasa düzenlemesi ile ilgili bir kararda geçiyor. Onu “İşte bu da makul bir sebeptir. Dolayısıyla seçim ertelenir” havasına sokmanın ya da en azından hukuken böyle yorumlamanın mümkün olmadığı çok açık. Zaten bütün hukukçular ve siyasi partiler, hatta AKP de “Bakarız” demediler, “Şimdi gündemimizde değil. “Şimdi bunu düşünmüyoruz” dediler ve bu konuyu tartışmaya açmaya hevesli bir tutum içerisinde olmadılar. Demin söylediğim gibi tartma ve ölçme faaliyetinden aldıkları tepki çok hayırlı görünmediği için belki biraz geri çekildiler ya da şimdilik tartışmanın dışında kalmak istediler.
Ama işin bu tarafı, yani “Bu yapılabilir mi?” sorusunun cevabı önemli. Orada üretilen senaryolarda karmaşık şeyler iddia ediliyor. İktidar YSK’ya topu atarsa ve o da “Ben seçimi yapamıyorum” derse ne olacak? Bu, Türkiye’deki bütün anayasal kurumlar için geçerli. Herhangi bir kurum, ‘’Anayasanın kendisine verdiği görevleri yapamayacağını iddia ederse ne yapılacak?” gibi bir sorudan farklı bir durum değil. Yani Yüksek Seçim Kurulu, Maliye Bakanlığı’ndan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden farklı bir devlet kurumu değil. Dolayısıyla “Ben görevimi yapamıyorum” diye bir açıklama yaparak, Anayasayı değiştirmek ve Anayasanın hükmünü geçersiz kılmak mümkün değil. Teorik olarak ‘’yapamıyorum’’ derse ne olacak?
Şimdi işin ikinci kısmına, yani ‘’siyasi karar’’kısmına geçiyoruz. Bu tartışmalarda bazı gazetecilerin, bazı yorumcuların ve kamuoyunda önemli sayıda insanın kafasına takılan şey şu: Bu iktidar, açık yasal ve anayasal hükümler varken bir sürü şeyi yaptı: Anayasayı da askıya aldı, Anayasanın gereklerine göre hareket etmeyebileceğini gösterdi. “Bunu da yaparsa, kim ne yapacak?” gibi bir şey ileri sürülüyor. “Tamam, yasal çerçeve gayet net ama siyasal olarak bunu yapmaya kalktığında, ona direnecek olan kim?” sorusu gündeme geliyor. Muhalefet partileri bu konuda net bir tutum alacaklarını gösterdiler. Bunun tartışmaya bile açılmayacağı konusunda, kimi daha net, kimi daha muğlâk ama herkes bunun gündeme alınmasının mümkün olmadığını işaret eden açıklamalar yaptılar. Dolayısıyla Meclis’in bu meselede bir çözüm adresi olmayacağı açık. Ama bir fiili durum yaratmaya kalkılırsa, burada ortaya çıkacak tartışma şu: Bütün siyasi aktörleri ile birlikte toplumun tamamı, bu kadar aciz ve çaresiz mi? Yani bu iktidarın defalarca yaptığı ve mecbur bıraktığı, hiçbir yasal, anayasal, evrensel ilkeye ve kurala uymaksızın istediğini yapabilme özgürlüğü, bir felaketle önümüze gelmiş olduğu gibi, bir kez daha, başka bir siyasi darbe olarak yeniden önümüze gelir mi?
Bence burada rüşt, iktidarın gücüyle ilgili değil, bu toplumun iradesiyle ilgili. Bu, toplumun büyük bir felaketi, büyük bir trajediyi, büyük bir rezaleti kendisi için fırsata dönüştürmeye ya da yenilgisini ertelemenin bahanesi haline getirilmesine izin verip vermeyeceğiyle ilgili. Bu da işin siyasi tarafı. Dolayısıyla burada gücünü test edecek olan iktidar değil. Bence gücünü tespit edecek olan, herkesin yaslanmayı vaat ettiği ya da yaslandığını iddia ettiği milli iradesi. Pandemi zamanında konuştuk, ekonomik kriz zamanında konuştuk, 20 yıllık icraat sürecinde konuştuk. Bu iktidarın, başından itibaren ama özellikle bu tek adam rejiminin kurumsallaştığı dönem boyunca, ülkeye yaşattığı pek çok sorun var ve bu sorunların hepsinde, bu iktidarın iktidarda kalma ve sorunlarla kurduğu ilişki biçiminin sorunları nasıl büyüttüğünü, derinleştirdiğini ve katlanılmaz hâle getirdiğini gördük. Böyle bir felaket karşısında, hem fiziki anlamda yeniden inşa hem devlet kapasitesini yeniden oluşturma anlamında bir sürecin, bu iktidara teslim edilip edilmeyeceği meselesi çok önemli.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Arınç’ın açıklamasında şöyle bir ifade var: “İnsanların yüzüne nasıl bakacaksınız? İnsanlardan oy istemekten utanmayacak mısınız?” gibi şeyler söylüyor. Tabii burada herkesin ilk aklına gelen şey şu: Bunun, böyle bir rezaletin sorumlusu olan iktidara söylenmesi lazım. Nasıl dönülüyor da muhalefete böyle bir şey söylenebiliyor? O da şuradan çıkıyor: Bu, daha depremin ilk gününde çıkıp, “Siyaset zamanı değil” denmesinin bir başka versiyonu. Yani siyaset yapmanın ve seçim yapmanın ayıp görüleceği, dolayısıyla seçimde bu felaketin ve bu rezaletin ana malzeme olacağı çok açık olduğu için, -bunun bir propaganda malzemesi olmasına bile gerek yok- sadece çıplak gerçekler… Ana akım medya mucize kurtuluşlarla idare etti ama bundan sonraki süreçte, muhtemelen inşa faaliyetleri ve enkaz kaldırmanın muhteşemliği üzerine, kurtarmada görülmeyen iş makinelerinin enkaz kaldırırken nasıl harıl harıl çalıştığını, hatta inşaat yapmaya başladığını göreceğiz; bunlarla idare edecekler. Ama kaçınılmaz olarak, 15 milyonun doğrudan, 85 milyonun ise izleyerek tanık olduğu bu hadisenin, seçimin ana meselesi olacağı çok açık. Dolayısıyla Arınç, siyaset dışı tutmayı ve şu anda siyaset yapmanın ayıp olduğunu ima eden bir iktidar tutumunun parçası olarak, ‘’bu konuyu gündeme taşımanın ayıp olacağı, dolayısıyla sadece seçim için kampanya yürütmenin değil, şu anda eleştiri yapmanın da aslında ayıp kabul edileceği’’ şeklindeki iktidar söylemini, sanki daha nötr bir yerden, başka biçimde üretiyor.
Ruşen Çakır: Evet, bunun siyaset üstü olmadığını geçen hafta da konuşmuştuk. İkinci turda bunu daha genel konuşacağız ama ilk turda şu seçim erteleme meselesini konuşalım. Ayşe, Kemal toplumdan bahsetti. ‘’İktidarın böyle bir niyeti olsa da, önemli olan toplumu cevabı’’ dedi. Ama şöyle bir husus var: Seçimin erteleneceği muhabbetini, daha çok, Erdoğan’ın bir yıl istediği zaman kendini muhalif olarak tanımlayan insanlarda gördüm. Bu bana çok garip geliyor. Biliyorsun, genellikle böyle oluyor. Siyasette birtakım felaket senaryoları ve istenmeyen şeyler, istemediklerini iddia eden kişiler tarafından iktidara atfediliyor ve bunların bir kısmı yaşanıyor, bir kısmı yaşanmıyor. Ama burada garip bir durum var, nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Katılır mısın bilmiyorum. Yani istemiyorsun, rahatsız oluyorsun ama “Bunu muhakkak yapar” diyerek ona çok büyük bir güç ve kendine çaresizlik atfediyorsun. Yanılıyor muyum?
Ayşe Çavdar: Hayır yanılmıyorsun. Ne zamandır konuştuğumuz bu mevzu, esasında muhalefetin ne kadar iktidarın gücüne rehin olduğunun bir işareti. Tam da dediğin gibi oluyor. O yüzden ben bu bölümde söyleyeceklerimi çok kısa tutacağım. Çünkü bunu bizim tartışmamamız gerekiyor. Bunun asıl bizim gündemimizde olmaması gerekiyor. Çünkü karşımızda şöyle bir şey var: Bir deprem oldu. Daha doğrusu, 12 saat içerisinde büyük 2 deprem oldu ve şehirler yıkıldı. Şehirler yıkıldığı zaman, 20 yıldır bu ülkenin nasıl yönetildiğine dair birtakım gerçekler, iyice su yüzüne çıkmış oldu.
Adam demiş olabilir, “Bir yıl daha istiyorum” der tabii. Onun gönlü neler istiyor… Bizim sormamız gereken soru şu: 20 yıldır bu memleketin iyi gününü yönetebilmiş mi ki? Şu karşımızda olan manzarayla yönetebilmiş mi ki bu insanlar, bu kadar derin bir kriz sonrasını yönetebilsinler? Ne hakla bir yıl daha istiyorlar? Birtakım AKP’lilerin aklına şu gelmiş olabilir ve onlar bunu kulislere atmışlardır: “Şehirler yıkıldı. En iyi olduğumuz şey inşaat yapmak. Elimizde hukuki çerçeve de var. Şimdi Reis de bir yıl istediğine göre, oh ne güzel, biz bir yıl içerisinde bu şehirleri yeniden yaparız. O hızla insanların gözlerini boyarız ve ondan sonra hem bu kurduğumuz sisteme hem de kendimize bir kez daha onay alır ve devam ederiz” demiş olabilirler içlerinden ve bunu da bir şekilde kulislere atmış olabilirler. Zaten bu tartışma o kulislerden çıkıyor.
Benim anlamadığım, hakikaten muhalif aktörlerin bunu bir tartışma konusu yapmaları. Yok böyle bir şey. Dediğim gibi, bu insanlar, 20 yıldır memleketin iyi zamanlarını yönetebilmişler mi ki kötü zamanlarını yönetebilsinler? O enkazı oraya yığan, bu yıkımın sebebi olan onlar değiller mi? Adam ‘’Bu binaların çoğunluğu 99’dan önce yapılmış” diyor. O bunu söylerken, ortalıkta tablolar var. O tablolarda gördüğüm, en az %49’u 2002, hatta 2004 sonrasında yapılmış. Şehir bazından bahsediyorum. 2002 ve 2004 sonrası yapılmış binaların %60’a çıktığı da var. Dolayısıyla bunun tartışılacak bir tarafı yok. Bu seçim yapılacak ve bu iktidar da, yaptığı her şeyin ve bugüne kadar ülkeyi idare etme biçiminin sonuçları ile yüzleşecek. Onlar böyle yönettikleri için bu ülke bu halde. Deprem yüzünden değil, onlar böyle yönettikleri ve şehirleri bu şekilde inşa ettikleri için bu mevzu böyle.
İkinci bir şey daha söyleyeceğim ve bitireceğim: Bir de yıkılan yalnızca şehirler olsaydı “Ya, tamam. Kendimize zaman tanıyalım. Ülkeye zaman tanıyalım, kendini biraz onarsın. İnsanlar aklı selimle düşünebilir hale gelsin. Bir seçim yapacaklar, bir siyasi tercihte bulunacaklar. Bunu düşünebilsinler” derdik. Yalnızca şehirler yıkılmış olsaydı bunu söylerdik. Ama deprem bize aynı zamanda koca bir devletin nasıl yıkıldığını ve ne zamandır aslında yıkık olduğunu gösterdi. 99’ depremi sonrasında ve 2001 sonrasında, bu yıkım sürecini, hatta enkaz yağmalama sürecini yönetmiş insanlar ve onların yönetme biçimleri, bundan sonrasını halledebilecek vaziyette mi? Onu ikinci bölümde söylerim.
Bizim bir an önce hakikaten bir yeniden inşa ve onarma düzenine, bu hareketliğe geçmemiz gerekiyor. Bu sadece şehirler yıkıldığı için değil. Çünkü yıkılan sadece şehirler değil. Yıkıldığı görülen şey, sadece şehirler değil. Koca bir devlet mekanizması her şeyiyle yıkılmış vaziyette. İnsanlar “Devlet yok” dedikleri zaman suçlu olacaklarmış. Enkaz altından üçüncü, dördüncü günde çıkan insan, eğer o kadar zaman boyunca devleti görmediyse, devlet yoktur. Bir kişi bile görmediyse devlet yoktur. Kaldı ki bütün o 10 ilde ne kadar insan söylüyor bunu… Bizim devleti yeniden kurmaya başlayabilmek için de zaman kaybetmememiz gerekiyor. Bu nedenle de seçim ertelenemez. Dolayısıyla bence bu bir tartışma konusu bile değil. Kulisler eliyle yayılmış, gayet manipülatif bir mesele. Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet, Burak. Tartışmak bile abes ama yine de Ayşe’den izin alarak tartışalım. Muhalefetten, mesela en son Davutoğlu’ndan gördüm. “Seçime ertelemeye kalkmak darbedir, doğrudan Anayasayı ihlaldir” çıkışı var. Türkiye’de bugünkü şartlarda böyle bir argüman iş görür mü? Yoksa, bugüne kadar yaşananlar -demin Kemal’in anlattıklarında da vardı- yasayı, Anayasayı çoğu kez ihlal etmiş bir yönetimle karşı karşıyayız. Ne dersin?
Burak Bilgehan Özpek: İş görür mü görmez mi bilmiyorum ama, zaten hâlihazırda seçim iptal edilmese bile, bizim Anayasamızın bir anayasalık hali yok. Onu söylememiz lazım. Yani anayasa kavramının ortaya çıkış amacı, zaten yürütme erkinin hoyratlığını denetlemek ve azınlıkta ve güçsüz olmasına rağmen insanların çok temel haklarını yürütme erkinin gücüne karşı koruyabilmek. Anayasanın bir ruhu varsa, bu da, bu amacı taşır. Çünkü bunun biraz evveliyatı da vardır. Kilisenin Avrupa siyasi otoritesi üzerindeki denetleyici etkisi, ulus-devletlerinin ortaya çıkması ile beraber bir anayasayı ve anayasal kurumları üretmiştir. Yürütme erki, istediği gibi hoyrat bir şekilde insanların temel haklarını ihlâl edemez. O yüzden anayasa, aslında yürütme erkinin ne yapmaması gerektiğini söyleyen ve bunu da bireyler, güçsüz insanlar ve azınlıklar lehine yorumlayan metinlerdir.
Fakat Türkiye’nin özellikle başkanlık sisteminden sonra benimsediği Anayasa, aslında Cumhurbaşkanı’nın yapmak istediği her şeye cevaz veren ve bunu da prosedürel olarak garanti altına alan bir metin. Burada bize yürütme erkini denetleyen tek enstrüman kalıyor. Meclisin bütçeye geçirmemesi gibi birkaç tane tek tük enstrüman var ama çok temel olarak elimizde yürütme erkini denetleyebileceğimiz tek enstrüman var. O da sandık. Dolayısıyla eğer siz sandığı vakti geldiği zaman halkın önüne koymazsanız artık anayasal bir devlet olmuyorsunuz. Anayasalı bir devlet bile olmuyorsunuz. Çünkü baktığınız zaman, şu kompozisyonda yürütme erkinin isteyip de yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığı, bunun da bir metinle garanti altına alındığı bir durumdan bahsediyor olacağız. O yüzden sandık meselesi, aslında Türkiye’nin en azından ‘’anayasalı bir devlet’’ olup olmadığının alametifarikası. Yani orada yürütme erkini sınırlandıran tek bir bariyer var, o da seçimlerin olması. Yürütme erki seçimleri de istediği zaman iptal ediyorsa, artık burada bir Cumhuriyetten de bahsedemeyiz, anayasal bir düzenden de bahsedemeyiz. Buna ‘’tek adam yönetimi’’, ‘’monarşi’’ ya da istediğiniz ismi takabilirsiniz. ‘’Cunta’’ diyebilirsiniz, ‘’darbe’’ diyebilirsiniz. Ama en azından bir modern-ulus devlet olmadığı, iktidarın demokratik olarak değişmediği ve iktidarın hiçbir şekilde denetlenmesinin mümkün olmadığı bir sistemden bahsediyor olacağız. Aslında Türkiye ciddi anlamda bir rejim değişikliği içerisine girecek. Aslında sandığın önemi bu. Çünkü Anayasada bireylere tanınan yürütme erkini denetlemek için verilen tek yol, tek yöntem bu. Onu da ilga ettiğiniz zaman, artık Anayasa sahibi olmanızın bir anlamı yok; sadece bir kitapçıktan ibaret kalıyor. O bakımdan itirazların tamamı doğru. Onu hiç tartışmamak gerekiyor.
Bülent Arınç’ın bunu ne için gündeme soktuğu konusu ilginç. Çünkü Bülent Arınç’ın bir önceki açıklaması, 6 Mayıs YSK müdahalesine karşı çıktığı yönündeydi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, seçimleri kaybettikten sonra yargı üzerinde bir baskı kurup bu seçimleri yeniden yaptırması, tekrar ettirmesi konusu açıldığında, Bülent Arınç bunun çok yanlış olduğunu ifade etmişti. Bir önceki açıklaması da oydu. Dolayısıyla bu açıklamayı yaparken, böyle partizan bir AK Partili gibi ya da İstanbul yerel seçimlerini iptal ettirmeye çalışan bazı gazeteciler, bazı danışmanlar gibi acul bir tavır içerisinde olduğunu da düşünmemek lazım. Bana sorarsanız başka bir şey murat ediyor. Bu muradına ulaşabilir, mi ulaşamaz mı konusu ayrı bir konu. Ancak birkaç nokta var, onları söylemek gerekiyor. Birincisi, Anayasanın kesinlikle ihlal edilmemesi gerektiğini, dolayısıyla eğer seçimlerin zamanında yapılmayacaksa, bunun bir Anayasa değişikliğiyle mümkün olması gerektiğini, Anayasa değişikliğinin de bütün siyasi partilerin müzakeresiyle gerçekleşeceğini söylüyor. Dolayısıyla Bülent Arınç’ın aslında seçimlerin yapılmama çağrısı, bir yanıyla seçimlerin yapılmama çağrısı, diğer yanıyla anayasa değişikliği için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin diğer aktörleri muhatap alması için yapılmış bir çağrı.
Dün Deniz Baykal’ın cenaze töreninde gördük. Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Ekrem İmamoğlu’nun, Ahmet Davutoğlu’nun elini sıkmadı. Demokrasinin çok temel bir göstergesi vardır. Bir ülkenin demokratik olup olmadığını veyahut demokrasiden uzaklaşıp uzaklaşmadığını anlayabileceğimiz çok temel gösterge, iktidardaki partinin diğer aktörleri muhatap alıp almamasıdır. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi hikâyesine dikkat edin, en demokratik olduğu zamanda bile biz, Tayyip Bey’i diğer Parti Genel Başkanlarıyla tartışırken, medeni bir şekilde seçimlerden önce açık oturumlara katılırken görmedik. Genel itibariyle diğer aktörleri şeytanlaştıran, muhatap kabul etmeyen, hatta meşruluklarını sürekli olarak sorunlu hale getiren bir Adalet ve Kalkınma Partisi var. Şu ânda da benzer bir tavır içerisinde. Mesela depremin ilk günü, Tayyip Bey Devlet Bahçeli’yi ve Meral Akşener’i aradı. Bu, aslında şöyle bir sinyaldi: “Benim, siyasi sistem içerisinde meşrû ve makbûl gördüğüm partiler bunlar”. Ama Cumhuriyet Halk Partisi’ni ve Halkların Demokratik Partisi’ni aramadı. Yani bunları da kendi kıstaslarına göre gayrimeşru ilan ediyor. Zaten bu şekilde bir müzakere ortamı ya da demokratik bir arayış gerçekleşemez. Bütün aktörleri meşrû kabul edeceksiniz ki müzakere mümkün olabilsin.
Seçimler ertelenecekse Anayasa değişmeli, Anayasanın değişmesi için orada ortaya konulması gereken asıl mesele de, Tayyip Erdoğan’ın diğer aktörleri muhatap alıp böyle bir arayışa girip girmeyeceği. Bu, bence işin rengini biraz değiştiriyor. Çünkü 19 Haziran sabahı, seçim yapmadan, Tayyip Erdoğan’ın bu yetkilerle, bu sıfatla, bu güç ile Cumhurbaşkanı olmaya devam etmesi ihtimali, hakikaten korkunç bir ihtimal. Dediğim gibi, Türkiye’de rejimin değiştiğinin ilan edilmesi demek. Fakat Arınç’ın çağrısı, anayasal düzeni ihlâl etmeden, ortaya bir müzakere masası kurulup kurulamayacağını da ima ediyor. Peki, bu müzakere masası neyi konuşabilir? Çok büyük bir kriz durumunda, eğer seçimler yapılamazsa, hızlı bir şekilde parlamenter sisteme geçiş ve seçime kadar bir milli mutabakat hükümetinin kurulması gibi konuların gündeme gelmesi lazım. Orada da akla şu soru geliyor: Tayyip Erdoğan için bu gerçekçi bir plan mı? Tayyip Erdoğan için bu bence gerçekçi bir plan değil. Çünkü bu Tayyip Erdoğan’ın konforlu bir şekilde, daha rahat ya da daha yumuşak bir geçiş planı içerisinde sistemden çekilmesini öngören bir plan. Bu plan, seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve Tayyip Erdoğan’ın seçimi kaybedeceği varsayımı üzerine inşa ediliyor. Dolayısıyla muhalefet iktidarı devralacak. Muhalefet iktidarı aldıktan sonra çok sert bir geçiş süreci olacağını öngörülüyor. Çünkü bu sistemde, kazanan her şeyi alıyor. Cumhurbaşkanı olduğunuz zaman hakikaten çok güçlü bir pozisyonda yer alıyorsunuz ve siz denetleyecek bir mekanizma kalmıyor.
Dolayısıyla Bülent Arınç, bana sorarsanız şöyle bir öneride bulunuyor: Tayyip Erdoğan’a “Seçimi yaparsan bu seçimi kaybedeceksin” diyor. Dolayısıyla eğer neticede kaybedeceği ve sert sonuçları ile yüzleşeceği bir seçim varsa; seçimi uzatma gibi bir gayret içerisine girip, tamamıyla anayasal sistemi mahvetmektense, seçime kadar bir müzakere masası kurulup, parlamenter sisteme geçip, seçime kadar geçen sürede de ülkeyi bir milli mutabakat hükümeti ile yönetmek gibi bir yolu açmaya çalışıyor. Açıkçası ben Arınç’ın açıklamasını bu şekilde okudum.
Dediğim gibi, Tayyip Bey için bu gerçekçi değil. Çünkü aslında plan, esas itibariyle AKP’nin kaybedeceği ve Tayyip Bey’in tasfiye edileceği varsayımı üzerine inşa edildiği için, o geçiş ve tasfiye sürecinin olabildiğince yumuşak ve kazasız belasız atlatılması gerektiğini de düşünüyor. Anladığım kadarıyla, bu şekilde bir varsayım üzerine bu planı inşa etmiş. Fakat bizim tanıdığımız Tayyip Erdoğan, geçmişte benzer önerileri tamamıyla reddetti. Bana sorarsanız o, hızlı bir şekilde, bu 10 şehirde kamuoyu yoklamaları yaptırmaya başladı. Şehirlerde kalan insanların siyasi eğilimlerini öğrenmeye çalışıyor. Bununla birlikte kendi etrafındaki müteahhit ve iş adamı çevresini, 10 tane şehri imar etmek için özel olarak görevlendirmeyi planlıyor. Böyle bir düşüncesi olduğunu düşünüyorum. Bugün bizim ‘’Beşli Çete’’ dediğimiz müteahhit grupları, müteahhit şirketleri, bence her ilin inşaatından ve imarından sorumlu kılınarak, bir şekilde ‘’bu şehirleri ayağa kaldıracak iradeyi sadece Tayyip Erdoğan’ın gösterebileceği’’ propagandasının da yapıldığı bir süreç bekliyor bizi. Böylece bir karşılaşma sürecine gireceğiz. Zaten depremden etkilenmeyenler için, yani bu 10 şehirde yaşamayan insanlar için, İletişim Başkanlığı yeteri kadar büyük bir propaganda yürütüyor. Türkiye’nin 70 vilayeti depremden doğrudan etkilenmediği için, deprem onların dünyasında hiçbir faninin mücadele edemeyeceği büyük bir felaket, ‘’asrın felaketi’’ dedikleri bir olgu olarak sunuluyor. Tayyip Erdoğan, orada bir oy tercihi değişikliğini beklemiyor. Ama 10 ilde de yeteri kadar irade gösterirse, kayıpları hızlı bir şekilde toparlayabileceğini düşünüyor.
Ama burada hesap edilmeyen bir şey var: Depremin kendisinin bizde yarattığı üzüntü ve öfke, aslında hızlı ve âni patlamış bir öfke. Türkiye, bundan daha ağırını yaşayacak. Çünkü meslek örgütlerinin çıkarttığı raporlara bakıyorum. Yaklaşık 84 milyar dolarlık bir faturasının olduğu söyleniyor. Mesela Türkiye, bu sene Rusya’ya doğalgaz parası ödemedi. Önümüzdeki sene ödeyecek, 20 milyar dolarlık bir rakamdan bahsediliyor ve bir de önümüzdeki senenin doğalgaz parasını ödeyecek. Tayyip Erdoğan’ın, her şeyi bırakın, önümüzdeki sene 125 milyar dolarlık bir paraya ihtiyacı var. Dolayısıyla, bizde depremden kaynaklanan üzüntü ve öfke, bence zaman içerisinde yavaş yavaş bütün topluma yayılacak. Çünkü biz artık biraz biliyoruz; tecrübeli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız. Soyut düşünme kapasitesi olan, soyut düşünme yeteneği olan, empati duygusu gelişmiş insanlar, aslında depremin acılarını doğrudan hissetmeseler bile yaşıyorlar; moral bozukluğunu yaşıyorlar. Fakat toplumun tamamı böyle değil. Onlar, bir olgunun sonuçları kendilerini doğrudan tehdit edene kadar, onu yok sayma veyahut rejimin propagandasını satın alma eğilimindeler. Bu etkiler, zaman içerisinde onlara da ulaşacak. Mesela enflasyon durmayacak. Biz enflasyonda baz etkisinden dolayı bir düşüş bekliyorduk. Artık enflasyon durmayacak. Çünkü kamu harcamaları artmak zorunda. EYT meselesinin artık gündemde olabileceği kanaatinde değilim. Üzgünüm.
Ruşen Çakır: Burak, bunları ikinci tura saklayalım. Tam da daha genel siyasi sonuçları söylüyorduk. Bunlara ikinci turda geçelim.
Burak Bilgehan Özpek: Şunu söylemeye çalışıyorum: Tayyip Bey’in seçimi kaybedeceğine dair bir inancı, Bülent Arınç kadar yok. O, belirli bir program dahilinde seçimi kazanabileceğini düşündüğü için, seçimin ertelenmesi gibi ya da Arınç’ın söylediği anlamda, müzakere ederek, parlamenter sisteme geçerek veyahut milli mutabakat hükümeti kurarak seçimi ertelemek gibi bir yola gireceğini zannetmiyorum. Ancak Tayyip Erdoğan’ın düşüncesi, bunun doğru olacağı anlamına gelmez. Çünkü biz depremin iktisadi ve sosyal etkilerini zaman içerisinde ağırlaşarak hayatımızda hissedeceğiz.
Ruşen Çakır: Kemal, ikinci turda Burak’ın bıraktığı yerden devam edelim. Fatura çok ağır. Erdoğan bir seçim ekonomisi uyguluyordu, artık bunu uygulama şansı kalmıyor. Zaten ekonomik olarak bunun başlı başına çok büyük bir bedeli var ve bunun siyasete etkisi kaçınılmaz olarak olacak. Ama hâlâ, ‘’deprem oldu, iktidar siyasi desteğini iyice kaybeder’’ rahatlığıyla konuşmak da mümkün değil herhalde. Ne dersin?
Kemal Can: Evet. Aslında ilk turda konuştuğumuz ve Burak’ın bıraktığı yerden devam edersek, şöyle bir durum var: Bülent Arınç böyle düşünerek mi söyledi veya söylemedi bilmiyorum ya da Bülent Arınç dışında, bunların kulise yayılmasının sebebi, öyle bir zemin arayışının ürünü müdür, onu da bilmiyorum. Ama şu açık: Burak’ın söylediği gibi, Erdoğan’ın, mevcut durumu kendisi için bir kesin yenilgi olarak görüp yeni bir formüle yönelmesi, aslında şu demek: Seçimle yenilgiden vazgeçip, seçimden önce yenilgiyi kabul etmesi. Ben de aynı fikirdeyim. Bu, Erdoğan’ın yapacağı bir şey değil. Gerekirse seçimle yenilir, bunu çok net biçimde İstanbul hadisesinde gördük. Ama buna yürüyen aklın şöyle bir karşılığı var: Son günlerde seçim erteleme meselelerinin tartışıldığı zeminlerde de görüyorum. Çok güçlü değil ama şöyle laflar söyleyenlere tanık oldum: Erdoğan şöyle bir şeye hazırlanıyor: Biraz önce Burak’ın söylediği gibi, bütün inşaat gücünü, bu 20 yılı, ülkenin üstüne beton olarak deviren sistemi, bu işten çıkmak için de kullanmaya niyetli. Yani, bir yıl içerisinde, onun ilk birkaç ayında, bunu büyük bir imar gösterisine çevirerek, ekonomide yaptığı gibi “Bunu çözersem ben çözerim. Bunu yapmaya muktedirim. Bunun imkânlarına sahibim” havasını yaratıp ve aslında 20 yıldır beton dökmeyi bir hizmet politikası olarak seçmene pazarlayan tutumunu büyük bir kampanya haline dönüştürmek. Bunun karşısında, muhalefet edenleri de sadece kendisini devirmekle ya da kötülenmiş siyaset yapmakla suçlamak. Yani “Seçimi erteleyemezsin” diyen herkesi, sadece seçimle ilgili olup, memlekete hizmet konusunda ya da imarla ilgisiz olmakla suçlamak. Bazı yorumcular şöyle şeyler söylüyorlar: “Eğer muhalefet bu seçim tartışmasına çok girerse, başka meselelerde olduğu gibi, iktidar ‘Bunları görüyorsunuz. Bunların derdi istismar. Bunların derdi siyasi talancılık. Oysa biz, burada dev bir felaket karşısında, dev bir imar hamlesi içerisindeyiz’ diyerek, bu zıtlığı bir seçim malzemesi dönüştüreceği tezini ileri sürüyorlar.
Açıkçası, Arınç’ın, olabileceğini düşündüğü için Burak’ın söylediği niyetine yakın gelen, bazı muhalefet aktörlerinin ve orada akıl yürütmelerin de ortaya çıktığını görüyoruz: “Acaba böyle bir şey olur mu? Acaba çok sert bir karşı duruş ve hesap sorma havasına girmezsek ya da bunun pozitif muhalefet havasında ya da sınırında kalırsak, bunun faydası olabilir ve eğer öyle bir şey gerçekleşirse de bunun önemli aktörlerinden biri oluruz” tavrının, bazı insanları iştahlandırdığını da görüyorum. Bundan doğmuş bazı hatalar yapıldığına da tanık olduk. Bence bunların da politik maliyetleri olacak.
Ama şu açık: 99’ depremi de böyle yaşandı. Bu tablonun ilk etkileri ve buna verilecek cevapla halledilmesi ya da hallediliyor görünmesi yeterli olmuyor. Bunun, katman katman ilerleyen toplumsal ekonomik ve siyasal sonuçları başlıyor. Şimdi neredeyse her ailenin içerisinde mikro ölçekte yaşanan ve zaten Türkiye’nin çok güçlü biçimde yaşadığı katmanlı belirsizlik hâlinin, geleceğinin ne olacağını bilememe halinin, birinci derecede depremden etkilenenler olmak üzere çok büyük bir nüfusta, ekonomiden başlayarak bütün ülkeye dalga dalga, üstelik de uzun vadeye yayılmayan biçimde aksetmeye başlayacağını, bunun çok kuvvetli toplumsal etkileri olacağını ve önemli bir siyasal sonuç doğuracağını düşünüyorum.
Aslında iktidar, burada hep yönettiği gibi iki deney geçirdi. Erdoğan, pandemide olduğu gibi, organizasyon beceriksizlikleri, koordinasyon rezaletleri, birinci günden bor dezenfektanını pazarlama iştahı, insanları kendi kaderleriyle baş başa bırakma hâli gibi şeylerden çıkabildiğini, ekonomik kriz gibi doğrudan kendi yarattığı bir sorunu yine çözecek aktör olarak kendini sunabildiğini gördüğü için, bu hadisede de böyle davranıyor, böyle düşünüyor, böyle akıl yürütüyor olabilir. Bu iki deney, ona bu cesareti veriyor olabilir. Ama 99’u çok net biçimde biliyoruz. 99 ardından AKP iktidarını yaratan sürecin başlangıç noktası. Onunla birlikte başlayan süreç, zincirleme olarak çok büyük bir iktidar değişimini yaratmıştı. Belki o 3 yıla yayılmıştı. Ama bu sefer, bu etkinin çok hızlı olması ihtimali yüksek. Eğer bu süreci düşündükleri gibi yönetmek istiyorlarsa ve onların böyle yürütmesine göre pozisyon alarak siyasi etkinliğini artıracaklarının hesapları söz konusu olacaksa, bundan bu hesabı yapanlar da, bu hesaba göre pozisyon alanlar da bence ciddi zarar görecekler. Siyasi etkileri bu.
Ama yine ilk turda söylediğimi tekrar zorundayım: Burada bütün siyasi aktörlerin, pozisyonlarını korumak ve belki arttırmak yönündeki hamleler dışında, iddia ettikleri gibi, toplumu bunun bir parçası yaparak, ister öfke, ister dayanışma duygusu, ister negatif olarak çok yükselmiş öfkeyi, ister çok pozitif bir enerji olarak dayanışma duygusunu alıp -bence her ikisini birden alarak- bunu sahici bir değişim dinamiğine çevirme imkânı var. Bence, iktidarın hangi fütursuzluğu yapabileceği ya da gücünün neye yeteceği üzerinden değil, bu toplumun, hakikaten neyi kurabileceği, neyi yapabileceği, neyi değiştirebileceği üzerine yoğunlaşan bir politik zemin üretmek gerekiyor. Burada iktidarın yapacaklarını üç aşağı beş yukarı kestirebiliyoruz, ama muhalefetin burada başka bir perspektif açabilmesi lazım. Açıkçası henüz tek tek, çok takdire şayan birtakım çıkışlar görmekle birlikte, muhalefetin bir blok olarak davranma kabiliyetinin, bu olayda çok yüksek olmadığını gördük. Toplumdaki o dayanışma hevesinin de, başkasının acısına yetişmek konusunda, o sınırda kalmayıp, bu acının bütün sorumluları ve bu acının bir daha yaşanmaması üzerine bir kurucu enerjiye dönüşebilmesini sağlayabilmek lazım. Bunu siyasi aktörler sağlayamıyorsa, kendisini hem alkışlayan, çok haklı bir dayanışma gösterdiği için kendinden memnun olan toplumun, sadece felaket anlarında ve felaketin birinci etkilerini karşılamaktan ibaret dayanışma duygusunu, bir toplum olma biçimine dönüştürmesi lazım. Siyasi aktörlerin de, enerjiyi ya da stratejilerini bunun üzerine yoğunlaştırmaları lazım. Yine iktidarın yapacaklarına cevap üretmek ya da iktidarın üreteceği boşlukları doldurmak üzerine pozisyon geliştirenlerin, bu süreçte iktidar kadar hasar alarak çıkacaklarını düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Kemal çok teşekkürler. Ayşe, Kemal tam da sana sormayı düşündüğüm soruya pas atmış oldu. Sana özel olarak muhalefeti ve CHP’yi sormak istiyorum. Çünkü bana göre, Kılıçdaroğlu ilk günden o videoyu çekerek çok stratejik bir adım attı. Olayı zamana bırakabilirdi, daha yumuşak bir ton kullanabilirdi, kapı aralayabilirdi. Erdoğan’la hiçbir zeminde buluşmayacağını söylemesi, bu meseleyi siyaset üstü görmediğini belirtmesi, ‘’iktidarla hizalanmayı reddediyorum’’ demesi … O laflar çok özenle seçilmiş. Ne dersin? Sadece CHP’yi sormuyorum ama özel olarak onu sormak istiyorum ve genel olarak da muhalefeti.
Ayşe Çavdar: Ben arada diğer siyasi aktörleri geçtikten sonra, yüksek bir yerden başlayıp tekrar oraya döneyim. Kılıçdaroğlu bir tür fiili Cumhurbaşkanı rolü üstlendi aslına bakarsanız. Bir kere, bölgeye ilk gidenlerden. Yanına belediye başkanlarını da alarak bölgeye gitti. Ardından, söylediğin o videoyu yaptı. O videoyu yapması, bu hikâyeyi burada bırakmayacağı, ‘’helalleşme’’ gibi bir söylemin çok ötesine gidip, bir hesaplaşma ve bunu bir an önce yapma söylemi üretmiş oldu. Aslına bakarsan, bu deprem sonrası ile ilgili, belki de ‘’tek’’ tutunacağımız yer de depremin altından geleceğe dair bir siyasi iradenin şekillenerek çıkmaya başlaması baş göstermesi. ‘’ İmamoğlu ile Kılıçdaroğlu birbirine düşman mı? Aralarında bir sorun mu var?’’ yorumlarının hepsi kül oldu bitti. O yüzden ben geleceğe dair, bu felaketin sonrasına dair bir kuruluş ve yeniden inşa siyasetini, sadece CHP ile değil… Mesela HDP de bölgedeydi Maraş’talardı. TİP de öyle. TKP Armutlu’da kurduğu mutfakla bölgedeydi. Bütün siyasi partiler orada, ama etkinlikleri ve kendi müdahale performanslarıyla, geleceğe dair, geleceğin siyasi aktörleri olarak sahip oldukları potansiyelleri gösteren bir şey yapmış oldular.
Bir şey daha çıktı ortaya: Mesela muhalefet içerisindeki farklılıklar. Biz, devleti dinleyen siyasetçi, toplumu dinleyen siyasetçi ve hiç kimseyi dinlemeyen bir devlet gerçeği ile karşıya kaldık. Sadece arayarak değil. Tayyip Erdoğan yalnızca Meral Akşener’i aramadı. Millet İttifakı’ndan tek aradığı kişi o. Ama sadece aramadı, dün yaptığı konuşmada da ‘’o ittifakın içerisindeki bazı partileri ayırırsak, diğerleri’’ dedi ve bence İYİP’i bir kenara koydu. Dolayısıyla, bir siyasi partinin devleti dinleme hâliyle, toplumu dinleme hâli arasındaki fark, aslında bundan önce yaptığımız bütün o saçma sapan ‘’kazanacak aday’’, kazanamayacak aday’’ tartışmaları da geriye doğru bir bakmamızı da sağladı bence. ‘’Işık tuttu’’ diyecektim ama böyle ışık olmaz olsun hakikaten. Dolayısıyla, bizim deprem sonrasında karşımızda ne var? Siyasi aktörler siyasetlerini hangi temelde yaptıklarını ortaya koydular.
Bu arada, ben ‘’Meral Akşener gitmedi, diğerleri gittiler’’ demeye çalışmıyorum. Bence gitmeme gerekçesi anlaşılabilirdi ve zaten bütün neredeyse bütün İYİP milletvekilleri bölgedeydi. Dolayısıyla biz buna İYİP’in bölgeye müdahale edemediğini ya da muhalefetin ortaya koyduğu geleceği yönetme ve geleceğin siyaseti olma kapasitesi içerisinde yok diyemeyiz. Bunu söyleme hakkımız yok. Ama şunu söyleyebiliriz: Gelecekteki o siyasetin içerisinde ‘’kim, bu günden kalan neyi temsil edecek?’’ diyebiliriz Meral Akşener’in ilk söylediği şeylerden bir tanesi ‘’şimdi devleti duyma zamanıydı’’ demesiydi. Yanlışsam beni düzeltin lütfen.
Kemal Can: ‘’Biz susacağız, devlet konuşacak’’.
Ayşe Çavdar: Evet. Dolayısıyla ‘’kim kimi ne için dinliyor?’’ ve ‘’kim gelecekteki siyasette hangi role talip?’’ sorularının cevapları, akut müdahalenin gerektiği ânda kimin kulağını nereye verdiği, kiminle nasıl işbirliği yaptığı, hangi öncelikleri ön plana çıkardığı ile bence cevaplanmış oldu. Açık söylemek gerekirse, eğer böyle bir şey olmasaydı korkardım. Çünkü bütün bu olanlar, yani depremden sonra gördüğümüz kocaman bir koordinasyon boşluğu, aslında otoriter bir idarenin yarattığı bir şey. Otoriterlik böyle bir şey. öyle bir otoriterlik var ki tepede, yukarıda bir yerde, öyle bir otoriterlik kurulmuş ki onun altındaki ve etrafındaki her yer kocaman bir boşluk. Onun otoritesini dokunulmaz kılan şey de, bütün her şeyi kendi elinde tutarak, kendi etrafında yarattığı boşluk. Yalnızca AFAD değil, AKP de felç oldu farkındaysanız. Parti de yok ortada. Bakanlar filan bir şeyler söylüyor ama aslında o bakanların partiyle çok alâkası yok. Biz o insanları deprem bölgesinde birbirleriyle sohbet edip gülüşürken gördük sonra. Dolayısıyla AKP de yok. Bunu zaten söylüyorduk ama bu yokluğun derecesini ve anlamını biz böylece görmüş olduk.
Başta kim yoktu? Devlet Bahçeli yoktu. Yani ‘’devlet yoktu’’ dediğimiz, sadece kurum olan devletin yokluğundan bahsetmedik. O da yoktu. Kendi memleketine gitmedi daha. Onun memleketine giden İYİP vekillerinden birisini dinledim bu sabah. Şimdi ismini hatırlayamayacağım, kusura bakmasın. Gördüğü manzara karşısında çıldırmış hakikaten.
Gazetecileri görüyoruz mesela bölgede. Parça parça gidiyorum ama bir yere bağlayacağım konuyu. Gazetecileri görüyoruz. Medyascope’tan gazeteciler gitti. Toplumu duyan medyadan, pek çok gazeteci gitti. Sadece oradan yayın yaptıklarında değil, geri dönüp anlattıklarını duyduğumuz zaman hakikaten çıldırmış insanlar. Gerçekten çıldırmış. İnsanları çıldırtan şey, bu kadar kızdıran, öfkelendiren şey -ama çaresizliğe sürükleyen değil-, o kocaman boşluk. O otoriter idarenin, tepede her şeyi kendi elinde biriktirmiş olan otoriter mekanizmanın, kendi etrafında yarattığı boşluk.
Şimdi bu geleceğin siyaseti ihtimali, o boşlukta çıkıyor ortaya. Yani sadece siyasetçi olarak çıkmıyor. Oradan dönüp, her türlü riski göze alarak konuşan gazetecinin söylediklerinde de çıkıyor. Dün bir sivil toplum çalışanı şunu söyledi: ‘’99’ depreminde devlet yıkılmıştı; onu görmüştük. Bu sefer devlet üzerimize yıkıldı’’. Yani sadece kendisi hareket etmiyor, bir de kimsenin hareket etmesine izin vermiyor. Çünkü o tepede, yukarıda bir şey var ve etrafında boşluk. O boşluğa kendilerini yerleştirip, yerleştirme cesaretini bulup, ‘’Ben şimdi o tepedekinin sözünü dinlemeyeceğim. Ona gerek yok. Bu da tartışmaya kapalı’’ diyerek, sahaya gidip müdahale edenler ve orayı duyarak konuşanlar, bundan sonraki dönemin siyasetini ele vermiş oldular.
Pek çok yüzleşme gerekiyor, onları da söyleyeyim. Her şey bu kadar parlak değil. Anladığım kadarıyla, Hatay’da, eskiden AKP’li olan, şimdi CHP’li olan Belediye Başkanı ile ilgili ahalinin ciddi bir şikâyeti var. Aynı zamanda, bu imar barışı denilen naneye, -tam bir suç metnidir o. Mecliste onaylanmış olması gerekmez; o bir kasıttır. Bütün bu manzaraya kimin nasıl kastettiğini ortaya koyan belge odur. Onun altında CHP’li vekillerinin imzaları var. Bu ortaya çıktığında, CHP’den gelen açıklama ‘’torba yasa ile geldi’’ oldu. Birkaç bir şey sayıyorlar: Bir tanesi ‘’emeklilere 1000 lira ilave ödeme yapılmasıydı. Biz onu onaylayabilmek için bunu da onaylamış olduk’’ açıklamasını yaptılar. Bu, senelerdir orada nasıl muhalefet ve nasıl siyaset yaptıklarına dair bize çok önemli şeyler söylüyor. Dolayısıyla, bu siyasi partilerin de kendi içlerinde ve bu 20 yıllık performanslarında yüzleşmeleri gereken pek çok mesele var. Bu yüzleşmeyi de içine katarak söylüyorum: Sonuçta, deprem, gösterdiği manzara dolayısıyla, yani, orada bir otorite ve etrafında koca bir boşluk manzarası, o otorite kendini korusun ve o otorite kendi devamlılığını sağlasın diye yaratılmış bir boşluk. O boşluğa girmek cüretini, cesaretini gösterenden, geleceğin siyasetini üretiyorlar. Dediğim gibi, eğer böyle bir siyasi irade çıkmamış olsaydı, muhalefet, durup gerçekten devleti dinlemeye çalışsaydı, bunun sonuçlarından cidden çok korkardım. Ama şu ânda korkum daha az, çünkü siyasi aktörler, bir şekilde kendilerini, gelecekteki rollerini, kapasitelerini ve birbirleriyle ilişkilerini, tam da bu ânda, kriz anında kurdular. Erdoğan ve taifesinin krizi fırsata çevirme hikâyesinden bahsetmiyorum. Eğer olursa, seçimin ertelenmesi mevzusu böyle bir şey mesela. Yani bu krizden, kendileri için birkaç on yıl daha çıkarmaya kalkışacaklar belki. Bu depremle beraber ortaya çıkan siyasi krizin, idari krizin, insani krizin ve toplumsal krizin yarattığı koşullarda, aktörlerin ne yapabileceklerse onu ortaya koyarak, kendilerini yeniden tarif etmeleri demek. Daha bu potansiyelin nasıl bir işe dönüşeceğini bilmiyoruz. Bunun için ortamın sakinleşmesi, dediğim gibi hem kendileriyle hem birbirleriyle yüzleşmeleri ve kimin nereyi dinlediği ve o dinlediği yerden ne duyduğuyla ilgili, oturup bir muhasebe yapmaları gerekiyor.
Bir daha tekrarlayacağım: Eğer bu manzara ortaya çıkmasaydı çok korkardım. Yalnızca AKP’nin devam edeceği konusu değil korkum. ‘’Eyvah! Ülke bir siyasi alternatif çıkaramıyor ve dolayısıyla işlerimiz bu minvalde gidecek. Tamam, ülke bu kadarmış’’ derdim. Ama öyle olmadı. Ve bu sadece toplumun dayanışma iradesiyle ilgili bir mevzu değil zaten. Bende toplum, inanılmaz bariyerleri aşarak ve üstüne yıkılmış bir devlete rağmen dayanışma iradesini ortaya koydu. Siyasetten de, üstelik üçlü aktörlerden buna ses veren, bunun arkasında durması gerektiğini ve bununla konuşması gerektiğini anlayan aktörler çıktı. Her partide çıktı. O yüzden söylüyorum; İYİP’i mahkûm ediyorum ediyor değilim. Akşener’in devleti dinleme refleksi, onun gelecekte bu partiden nasıl bir şey çıkarmak istediğine dair bir şey. Ama bakalım İYİP buna böyle mi cevap verecek? Öyle bir tarafı da var.
Dolayısıyla biz, aktörlerin potansiyellerini, siyasetlerinin ne hakkında olduğunu, birbirleriyle ilişkilerinde bakacağımız dinamiklerin neler olduğunu ve nasıl yeni dinamikler ortaya çıkardıklarını böylece anladık ve bir siyasi alternatif çıktı. Bütün bu koşullar içerisinde de Kılıçdaroğlu, hem partisi hem de kendi tavrı dolayısıyla, en azından, alanda olduğu dönem için, sonrasında da kısmen fiili bir Cumhurbaşkanı işlevi gördü bir bakıma. Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Burak, normal şartlarda Pazartesi günü Altılı Masa 12. toplantısını yapacaktı ve belki de ilk defa ortak adayı konuşacaktı. Belki de ortak aday açıklanacaktı. Şimdi Türkiye’nin gündemi birdenbire değişti. Özellikle iktidarın burada ‘’Asrın felaketi’’ söylemi ile kendi sorumluluğunu azaltma çabasını görüyoruz. Ama burada iş tekrar dönüp dolaşıp muhalefete geliyor. Başta senin de söylediğin gibi, Erdoğan’ın, Akşener’i arayıp, Kılıçdaroğlu’nu aramaması, muhalefetin bazı aktörlerini muhatap almaması tavrına bakarsak, burada hâlâ muhalefeti, devletin yanında olmak/olmamak, hatta devletin karşısında olmak şeklinde bölme arayışında olduğunu görüyorum. Yine söylediğin gibi, Erdoğan’ın, Deniz Baykal’ın cenazesinde Kılıçdaroğlu’nun, İmamoğlu’nun ve Davutoğlu’nun elleri sıkmayıp, bir tek Muharrem İnce’nin elini sıkması… Bu iş bu şekilde mi devam eder? Hatta Kılıçdaroğlu’nun Pervin Buldan’la karşılaşması da var. Ne zamandan beri görmediğimizi fotoğrafı Diyarbakır’da gördük. biliyorsunuz. Burada HDP’yi de katarak, muhalefetin, bu deprem üzerinden yeniden -Kemal’in o çok sevdiği laf- ‘’konsolidasyonu’’ söz konusu olur mu? Ne dersin?
Burak Bilgehan Özpek: Hakikaten çok net bir şey söyleyemiyorum bu işin sonuçları üzerine. Çünkü elimizde veriler yok. Konuya dair hislerimiz de veri olamaz açıkçası. Şu ânda bölgedeki insanların, bölgeye dışarıdan gelen siyasetçilerin tavırlarına nasıl tepki verdiği, bölge dışındaki insanların da sadece sosyal medyada bize yansıyan kısımdan ibaret olup olmadığı konusunda çok emin değilim. Onun için araştırma sonuçlarına bakmak lazım. Deprem öncesi duruma göre, sosyal medyaya, en azından kendi akış sayfamıza baktığımız zaman, kesinlikle hükümetin çok ağır kaybettiğini, muhalefette oluşan büyük bir duygudaşlık büyük bir heyecan olduğunu ve dolayısıyla bu heyecanı temsil eden siyasetçinin de kendiliğinden Türkiye’nin geleceğinde önemli bir aktör olacağına hükmedebiliriz veya edemeyiz. Tam tersi de olabilir. Onun için verilere bakmak lazım. Çünkü meselenin başka türlü yorumları da olabilir
Ben bunu kendi kişisel tecrübemden yola çıkarak söylüyorum. Elazığ depremi olduğu zaman ki çok ağır bir depremdi. Benim ailem orada. Annem babam Ankara’da, ama onların kardeşleri orada. Normalde başka bir şehirde deprem olsa benim de yazacağım tweetleri başka birisi yazdığı zaman, ben rahatsız olmuştum; bunu dürüstçe söylemek istiyorum. Çünkü o dönem, insanların biraz acılarıyla baş başa kalıp, eşine, dostuna akrabasına yardım ulaştırmak için mücadele verdiği bir dönem. Çünkü insanların evleri yıkılıyor, enkaz altında kalabiliyorlar, aç ve soğukta yaşamak zorundalar ve ilk aklınıza gelen şey, ‘’bu insanlara nasıl yardım edebilirim?’’ gibi bir şey oluyor. Toplum da siyasetçilerden böyle bir tepki görmeyi bekliyor olabilir. İnsan doğası itibariyle başına gelen ne varsa, bunun sebeplerini ve sonuçlarını düşünmek zorunda. Bunu düşündüğü zaman zaten insan oluyor; bir aydınlanma yaşıyor. Spinoza’nın dediği gibi, bir çukurun içinde oturuyorsanız ve kafanıza bir taş geliyorsa, önce kafanızda nerenin ağrıdığını bulmaya çalışırsınız. Dolayısıyla taşın ters istikametten geldiğini görürsünüz, yüzünüzü o tarafa çevirirsiniz, çukurdan çıkarsınız ve o yöne doğru hareket edersiniz. Dolayısıyla taşın kimden geldiğini, nereden geldiğini, kafanıza niçin taş geldiğini, bu şekilde bulabilirsiniz O yüzden, siyaset dediğimiz şey, bir anlamda bu depremde yaşanan sıkıntıların sebeplerini alternatif olarak açıklayan grupların varlığı demek. Mesela Adalet ve Kalkınma Partisi, bunu Allah’ın hikmetiyle açıklayabilir. Cumhuriyet Halk Partisi bunu yetersiz devlet potansiyeliyle ya da lakaytlıkla açıklayabilir. Başka bir parti başka bir şekilde açıklayabilir. Fakat farklı açıklamalar oluyor ve insanlar rasyonel bir çözüm bulmaya çalışıyorlar. Biz de, mesela geçen hafta yaptığımız programda açık açık siyaset yapmış olduk. Çünkü kendimize göre bu depremin niçin böyle acı sonuçları ürettiğini yorumlamaya çalıştık. Dolayısıyla bu alternatif açıklamaların kendisi oluyor. Zaten hayatın içerisinde insanlar kendi bilgileriyle görgüleriyle bunu açıklamaya çalışıyorlar.
Fakat o siyasetin dışında, bir de başka bir siyaset var. O da, deprem alanını bir şov sahnesi olarak görüp, orada bütün dikkatler oradayken bir performans sergilememe meselesi. O performans sergileme meselesi ile yani küçük harfle yazılan ‘’siyasetle’’, büyük harfle yazılan ‘’Siyaseti’’ birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bu ikisinin ötesinde, insanların yaşadığı Çok da pratik, çok da somut acılar var. Mesela bu acılara dokunabilmenin, o yaraları sarabilmenin, o dayanışmayı gösterebilmenin her türlü siyasi söylemden, Duygu temsilinden ya da öfkeyi siyaset sahnesine yansıtma becerisinden daha önemli bir tarafı olduğunu düşünüyorum ben açıkçası. Bunun da toplumda nasıl bir karşılık bulacağı konusunda, dediğim gibi emin değilim. Belki ben yanılıyorumdur. Yani toplum gerçekten öfke bariyerlerini aşmıştır ve kendi öfkesini olduğu gibi filtresiz bir şekilde kamuoyuyla paylaşan, gündeme getiren bir siyasetçinin varlığına her şeyden çok ihtiyacı vardır veya yoktur. Toplum, hızlı bir şekilde yaralarını saran, kendi yarasına derman olan, yanında gördüğü, yanında hissettiği, yardımlarıyla hayatını iyileştiren insanların dayanışma duygusunu alıyordur ve o dönemde, bir şekilde deprem meselesini kendi kısa vadeli siyasi hesabı için kullanmayan siyasetçiye yönelir. Bunu bilmiyoruz; bunun verilerine bakacağız.
O yüzden, ben bu deprem süresince ortaya konan performansların toplumda yarattığı karşılığı biraz anlamak için beklememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü herkes travmatik durumda. Bir de biliyorsunuz, ben mesela Twitter‘dan çıktım aslında; nerdeyse bir aydır hiçbir şey yazmıyorum. Uzaktan bakınca o öfkeyi görüyorsunuz. Bir örnek vereyim yurtdışında yaşayan bir arkadaşım, Ümit Özdağ’ın, bu sapık Pakistanlıların TikTok videolarını yayınladığı zaman gaza gelmişti. Tamamıyla Ümit Özdağ destekçisiydi. Bu son olaylardan sonra, aşırı farklı bir karaktere büründü mesela. İnsanlar böyle travmatize oldukları zaman çok tutarlı tepkiler veremiyorlar. O yüzden şunu söylemek lazım: Yükselen bir hisleri var yükselen bir travma, bir öfke var. Şu ânda insanlar çok duygusal ve reaktif davranıyorlar genel itibariyle. Bir de, sosyal medya doğası itibariyle insanların da aslında performans sergilediği bir ahlâk sinyalleme platformu. O yüzden, her türlü tepkiyi toplumun organik tepkisi olarak değerlendirmemek gerekiyor, orada biraz beklememiz gerektiğini düşünüyorum. Siyasetin kurgusu, toplumun bir sonraki dönemde hangi aktörleri önde görmek istediği meselesini, ence deprem performansından çıkartamayız. Bu kadar.
Ruşen Çakır: Evet herkese çok teşekkür ederim. Adını Koyalım’ı burada noktalıyoruz. Ama noktalarken bir şeyi de belirtmeliyim. Burak’ın verdiği Ümit Özdağ örneği üzerinden gidersek, mesela bu depremde, özellikle geçici sığınmacılar konusundaki alerji fazlasıyla tırmandırılma potansiyeli olan bir şeydi ve bunu bayağı da denediler; özellikle Zafer Partisi. Ama benim gördüğüm kadarıyla, bu başarılı olmadı. Bu da aslında çok ilginç bir örnek olarak önümüzde duruyor. Yani ‘’tam zamanı’’ diye düşündüler değil mi Burak?
Burak Bilgehan Özpek: Evet ama ters tepti. Nisan Mayıs ayları gibi tamamıyla Ümit Özdağ’ın videolarıyla gaza gelen, ona göre tepki veren insanlar, bu son hadisede tam tersi bir noktada çok hümanist bir diskur benimsediler. Dediğim gibi, insanlar daha travmatize oldukları zaman, bir uçtan başka bir uca savrulabiliyorlar; tepkilerinde tutarlılık aramamak lazım. O yüzden, kamuoyunun tepkisini, toplumun reaksiyonunu görebilmek için, siyaset sahnesindeki aktörlerin topladığı takdirlerin oranını görebilmek için, biraz daha sakinleşmeyi beklemek gerekiyor. Ben o kanaatteyim.
Ruşen Çakır: Kemal sen bir şey söyleyeceksin galiba.
Kemal Can: Evet, tamam böyle beklemek gerekir. Ama böyle anlar da performans ölçmek için değil ama, Ayşe’nin söylediği gibi, kimin nerede olduğunu görmek için, iyi zeminler, iyi tablolar. Bunu da teslim edelim. Tamam, performansın sonuçlarını sonra ölçeriz ama, kimin nerede durduğunu, kimin, sorunu kiminle çözmeye çalıştığını, kimin burada neye hamle ettiğini de gördüğümüz bir resim.
Burak Bilgehan Özpek: Ama maliyet meselesi bu Kemal Abi. Şöyle düşüneceğiz. Mesela bir aktör ne gibi bir maliyetle yüzleşip de bunu yapıyor?
Kemal Can: Şimdi detaylara girmek istemiyorum ama…
Burak Bilgehan Özpek: Detay değil çok net bir şey. Mesela birçok insan şikayetçi. Bir toplumsal tepki var ve ben o toplumsal tepkiyi temsil ettiğim zaman, ne gibi bir maliyet ödeyeceğim ki bu temsil durumu büyük bir takdire şayan olsun. Nedir bunun maliyeti?
Kemal Can: Çok daha somut şeyler var. Ayşe bir tanesini söyledi, ben onu ilerletebilirim. Birinci anda söylediğiniz cümle kendinizdir. bir sorunla karşılaştığınız anda birinci cümleniz sizsinizdir çoğunlukla.
Burak Bilgehan Özpek: Doğru.
Kemal Can: Tamam, ben de bunu söylüyorum. Bunu da herkes siyasetçilerin tutumunda görür. Bunu büyük bir bilinçle yapmaz, hissederek görür, sonra içselleştirir, sonra faturasını keser. Ama bunu görür. Orada asıl yapılan, o söylediğinizle almaya çalıştığınız pozisyondan beklediğiniz şeydir. ‘’Tamam, ben şimdi öfkenin sözcüsü olmayayım, ben yardımın sözcüsü olayım’’ yaklaşımı teorik olarak doğru olabilir. Ama onun karşılığı, sizin orada aldığınız pozisyonu ve söylediğiniz sözü bağlar, bunu söylüyorum. Performansı ölçmek için sonuçlara bakmak lazım ama depremde daha bir taş kaldırmadan, birine su vermeden, kimin neyin peşine düştüğünü gördük.
Ruşen Çakır: Evet, haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz. Depremin 10 gününde, depremin muhtemel siyasi sonuçlarını konuştuk. Daha doğrusu konuşmaya başladık diyelim. Umarız en kısa zamanda, en az kayıpla, Türkiye bu yaralarını hızlı bir şekilde sarar. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, haftaya görüşmek üzere, iyi günler.