Ülkemizde zaman, son zamanlarda çok hızlı akıyor. Gündeme yetişebilmek mümkün değil. Bazen bir yazı yazıyorsunuz, hafta sonuna geldiğinizde yazı güncelliğini yitiriyor.
Batı Avrupa’daki gazetelerde günlük yorum yapan, köşe yazısı yazmakla görevli gazetecilere pek rastlanmaz. Genellikle belli konuların uzmanları, belli aralıklarla yazılar kaleme alırlar ve yayımlarlar. Aslında bu, o ülkelerdeki gündemin oturmuşluğunun göstergesidir. Ama bizde öyle mi?
Geçen hafta muhalefette yaşanan aday tartışması ve ardından İYİP’in Altılı Masa’dan kalkması, bir anda ülkedeki siyasi gündemi değiştirdi. Tam yeni koşullara uyum sağlamaya çabalarken, üç gün sonra kriz halloldu ve İYİP tekrar masaya oturuverdi. Bu gelişmeler ışığında cuma günü yazı yazmış olsanız, pazartesi yaşananlar yazdıklarınızı yalanlayacak nitelikte olurdu.
Peki, ne olmuş olabilir bu süreçte bu denli radikal dönüşler yapmaya yol açan?
Bu sorunun cevabını herkes merak ediyor aslında. Bugüne kadar pek çok yorum yapıldı. Bazıları çok kişisel konulara girdi. Şahsen ben bu yaşananların kişisel meselelerden kaynaklanmadığına inanmıyorum.
Bazen insanlar karşılaştıkları olaylara karşı alışkanlıklarıyla, alıştıkları düşünüş kalıplarının onlarda oluşturduğu birtakım inançlara dayanarak tepki gösterebilirler. Toplumdaki gelişmeleri iyi gözleyememekten ve/veya yorumlayamamaktan, sahip oldukları inancın esiri oldukları ve o inançla söylem ve eylemlerine yön verdikleri için bazen anlaşılması güç tepkiler verebilirler. Oysa siyasetteki eylem ve söylemlerin toplumdaki gelişmelerin yansıması olması gerekmez mi?
Maalesef ülkemizde bu böyle olmuyor. Çünkü siyaset, sağdan sola hep “vesayet” altında. Toplumdan büyük ölçüde kopuk yapılıyor siyaset. Parti içi demokrasinin eksikliği siyaseti toplumdan kopardığı için, aktif siyasi söylemler gerçekler üzerinden değil, daha çok seçilmiş “elit” siyasilerin inançları üzerinden yapılıyor. Onlar neye inanıyorsa, ne düşünüyorlarsa, bizlerin de ona inanması, onlar gibi düşünmemiz isteniyor. Topluma hitap ederken, kamuoyunun ne düşündüğüne bakmadan, onların “düşünmesi gerekeler” hazır olarak kamuoyuna verilmeye çalışılıyor.
Örneğin “millet” deniyor, ama o milletin neye karşılık geldiği ve milletin ne istediği, onu dillendiren kişinin kafasında soyut olarak belirleniyor. “Millet bunu istemiyor” deniliyor. Ama yapılan veya söyleneni gerçekten toplum mu, yoksa ilgili kişi mi istemiyor çok net anlaşılamıyor.
Aslında tüm bu aksaklıklar toplumdan kopuk siyaset yapmanın, toplumsal gerçeklerin partilerin eylemlerine ve söylemlerine yansıyacağı mekanizmaların olmayışının sonuçları. Sanırım en son krizi de açıklayan en önemli neden, bu kopukluk ve partilerin belli siyasi elitlerin düşünsel “vesayeti” altında olması.
İster istemez bu da, siyasi söylemlerin toplumun gerçek taleplerinden kopuk bir şekilde görünür olmasına neden oluyor. Daha da önemlisi bu durum, mevcut siyasi üstyapıyı tasvir eden “müesses nizamın” toplumun gerçek taleplerinden kopmasına neden olarak, toplumdan kopuk, ancak kişisel ve/veya belli grupların çıkarlarını güden bir siyasetin yolunu açıyor. Bir yanda demokrasi talebi dillendirilirken, diğer yanda iktidarından muhalefetine siyasette bir “oligarşik yapının” oluşması ise kaçınılmaz.
Bu tarz siyasetin en önemli avantajı, birbirinden farklı çok geniş kitlelerin farklılaşmış talepleri arasında denge ve kontrol arayışına girmeden, kolay yoldan çok az sayıdaki güç odağı arasında denge ve kontrol oluşturulabilmesi. Bu, siyasetin yapılışını sokak ve meydanlardan salonlara taşıyan, daha konforlu bir meşgale alanı sağlıyor.
Siyasete ve siyasi güç dengelerine ayar veren “vesayetçi” kurum arayışı ve bunların millet iradesini hiçe saymasını kamuoyuna şikâyet eden bir anlayış uzun yıllardır ülkemizdeki siyasi partilere hâkim olan bir anlayış.
Önce “asker” bir vesayet unsuru olarak kamuoyunun gündemine çıkartıldı. Bunu “adalet sistemi ve yargı” izledi. Bu her iki kurum siyasetteki dengeleri belirlerken ve kendi görüş ve çıkarlarına uygun siyasi bir yapı, yani müesses nizam oluştururken, araç olarak hukuku ve devletin kuruluşunda benimsenmiş ilkeleri referans aldı. Hatta darbe yapan askerler bile, haklılıklarını böyle bir yetkiyi veren anayasayla ve kanunlarla açıkladı. Bu yüzden, bu kurumlara böyle bir dayanak oluşturan anayasa ve yasalar siyasi tartışmalara da konu edildi.
Son yirmi yılda AKP’nin yürüttüğü siyasi mücadele, bu vesayet kurumlarına karşı Türkiye’yi bir yere getirdi. Ancak şu an geldiğimiz noktada, bu kurumların siyaset üzerindeki etkilerinin ortadan kalkması sağlanamadı. Sadece ortaya çıkan yeni vesayet kurumlarının hedef aldığı kitleler değişti. Gücü eline geçiren siyasi erk benzer bir vesayet arayışını, yine asker ve yargı üzerinden, ama bu kez kendi lehine ülkedeki muhalefeti baskılamaya yönelik olarak uygulamaya başladı.
Vesayet kurumlarına karşı yürütülen mücadelede hiçbir zaman, siyasette hâkim olan oligarşik üst yapıların oluşturduğu vesayet konu edilmedi. Böylece ülkemizdeki siyasetin salonların dışına çıkmasını engelleyen bir tarzda yapılması temin edilmiş oldu. Toplumdan kopuk, siyasete toplumun bizzat kendisini dahil etmeden, Meclis salonlarını sahne olarak kullanan ama toplum yararına bir sonuç üretmeyen “tiyatroya” döndü ülkemizdeki siyaset.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ülkemizdeki müesses nizamın niteliğinin ve bileşenlerinin belirlenmesinde ekonominin ve iktisadi kurumların, daha önce olmadığı kadar etkin olmaya başladıklarına şahit olduk son yıllarda. Aslında bu etki bizde olduğu gibi tüm dünyada da ortaya çıktı ve siyasetin yapılma tarzı üzerinde etkili oldu. Buna bağlı olarak geniş halk kitleleri daha çok karar mekanizmalarından uzaklaştırıldı. Bunun bir yolu olarak “siyasi popülizm” kullanıldı. Özellikle siyasetin “elitist” yapılış tarzı bu eğilimlerin artmasını kolaylaştırdı. Halkın siyasetten dışlanmasını bahane olarak gösterip, yine halktan kopuk bir siyasetin önü açıldı.
Günümüzde ekonomik faktörlerin bu denli belirleyici olmasının ardındaki en önemli neden, bizde ve dünyadaki ekonomik değerlerin üretiminde ve artık değerin elde ediliş şeklinde yaşanan değişim. Miktarlar büyüdü, bölüşümden pay isteyenler çoğaldı. Özellikle uluslararası rekabetin kısıtlayıcı etkisinden muaf olan iktisadi faaliyetlerde, siyasi gerekçelerle teşvik edilen birtakım sektörler üzerinde mevcut değerlerin, piyasa mekanizması üzerinden “yeniden dağıtımı” geçmişte olmadığı kadar önem kazandı. Bu dağıtımda piyasa kurumunun varlığına rağmen, devletin rolü arttı, müesses nizam bu paylaşımda çok daha fazla etkin olmaya çaba harcadı.
Geçmişte de müesses nizamın bir parçası olan ekonomik aktörler daha ziyade sanayi faaliyetleri üzerinden elde edilen bir artığın sermaye birikimine yönlendirilmesine çaba harcarlardı. Bu amaçla siyasetin üstyapısına etki etmenin yollarını ararlar, bunun için devlet içi birtakım aktörlerle işbirliği yaparlardı. Yaratılan artığın son derecede sınırlı olması onların müesses nizam içindeki gücünü de sınırlamaktaydı. Bir bakıma bu, sermaye sınıfının üretimle yaratılan katma değerin paylaşımına etki etmesini sağlayan iktisadi motivasyonlara sahip bir ilişki türüydü.
Son yirmi yıldır ekonomiler aşırı finansallaştı. Katma değere kaynaklık eden iktisadi faaliyetler sanayiden finansa ve hizmetlere yöneldi. “Sanayisizleşme” olarak adlandırılan bu süreç, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde, finansal piyasaları serbestleştirmeyi amaçlayan reformların ardından çok daha önemli hale geldi. Sanayileşmeyle üretilecek katma değerin zorlukları finans-bankacılıkta ve diğer hizmet sektöründekilerden çok daha fazla. Hem kolay üretimi hem de üretilen miktarın çok daha büyük olması, sanayi dışındaki bu tarz faaliyetlerin gelişmekte olan ülkelerde son yıllarda görülen büyümede önemini artırdı.
TÜİK’in en son açıklanan büyüme rakamlarında da görüldüğü gibi, finansa ve bankacılık sektörünün yıllık düzeyde yüzde 22’lik büyümesi Türkiye ekonomisinin 2022’de ulaştığı büyüme oranının en önemli kaynağı oldu. Aynı sektörün 2020 yılının ikinci çeyreğindeki yıllık büyüme oranı da yüzde 45,2 düzeyinde gerçekleşti. Bu oranlar finans ve bankacılık gibi diğer sektörlerle tamamlayıcılık ilişkisi içinde olan bir iktisadi faaliyet için çok yüksek. İster istemez insan bunun bir net bir katma değer artışı mı, yoksa aracılık edilen miktara bağlı olan ve hâlihazırda ekonomide var olan, daha önce üretilmiş bir gelirin yeniden paylaşımı mı olduğunu merak ediyor.
Şimdi bu tartışmayı bir kenara bırakırsak, inşaat-finansa-ve-genel hizmetler gibi sektörlerde üretilen ve herhangi bir şekilde uluslararası rekabet koşullarının sınırlayıcı etkisi altında olmayan faaliyetlerdeki artık değerin miktarındaki artışların, bunun paylaşımına dahil olmak isteyen sivil ve resmi kesimlerin sayısını artırdığı görülüyor. Ama daha önemlisi, bu ortaya çıkan artıktan pay almak isteyen çeşitli kesimler arasındaki mücadeleyi de daha keskin bir hale getirmesi.
Bu sebeple siyasetin üstyapısına, yani müesses nizama dahil olmak isteyenler, ülkemizde bugüne kadar alışık olduğumuzdan çok farklı bir yapının ve bu yapıyı oluşturan kesimler arasında çok farklı ilişki türlerinin oluşmasına yol açıyor.
Bugün siyasette kullanılan dil ve semboller geçmiş dönemlerde, farklı ekonomik gerçeklikler altında oluşmuş bir siyasi üstyapının diliyken, bugün tamamıyla değişmiş, kapsamı ve niteliği bakımdan geçmişle hiçbir benzerliği kalmamış bir siyasi yapının dili olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bu sebeple kullanılan dil ve semboller artık toplumda karşılık bulmuyor, hatta sakil duruyor.
Millet ve beka ekseninde toplumu birleştirip, tek vücut yapmaya çalışanlar, kamuoyunun gözleri önünde finans-bankacılık, inşaat ve genel hizmetler üzerinden çok kolayca üretilen devasa artığın yeniden dağıtımından pay almaya çalışırken, kamuoyunda daha çok dikkat çekmeye başladı ve farkındalık yarattı. Bu da müesses nizamın kullandığı dille amaçladığı birliğin bozulmasına yol açtı. Çok daha önemlisi, siyasi olarak toplumdan kopuk müesses nizam temsilcilerinin iktisadi çıkarlar bakımından toplumun genelinden uzaklaşması, onları kamuoyunun gerçek ihtiyaçlarına karşı yabancılaştırıyor.
Sanırım geçen hafta bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak, kamuoyunun siyasilere kendilerini ve kendi özgün ihtiyaçlarını hatırlatmasına şahitlik ettik. Belki de bu, toplumun ihtiyaçlarına yabancılaşmış siyaseti “milletin” kendi vesayeti altına alma girişimidir.
e-mail: guncavdio@gmail.com