Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (168): Faiz kararı ve Şimşek, İmamoğlu-Kılıçdaroğlu mücadelesi, İYİ Parti kongresine doğru

Ruşen Çakır:Yüzde 25 beklentisi vardı ama yüzde 15 arttı faiz. Kurları zıplattı. Yorumların büyük çoğunluğu hayal kırıklığı. Şimşek’in gücünün sınırlı olduğunun ilk andan belli olduğu söyleniyor ve muhalefet de Erdoğan’ın geçmişteki faiz karşıtı açıklamalarını hatırlatıyor.”

Kemal Can: “‘Mehmet Şimşek ne kadar gidebilecek, Erdoğan ne kadar izin verecek?’ sorusunun yanıtı çok karmaşık değil. Erdoğan’ın ne kadar işine yararsa, stratejisiyle ne kadar uyumlu olursa o kadar gidecek ve o kadarına izin verecek Erdoğan.” Bu rota değişikliği ve U dönüşü aslında siyasi bir ihtiyaç. Nas nasıl saçma bir eleştiri zeminiyse, bundan dönmüş olması da aynı şekilde saçma bir eleştiri zemini. Erdoğan’ın tutarsızlığını anlatmanın bir anlamı yok. O tutarsızlık gibi görünen şey, uyguladığı şeyler değil. Bu tercihlerini tutarlı bir süreklilik halinde iktidarda kalmak ve kendine yarayacak olanları kolayca kullanabilmek ve bu manevralarda siyasi maliyet yaşamamasının nedeni. Mehmet Şimşek ile pazarlığın ana unsuru, Erdoğan’ın Şimşek’e “Yerel seçime kadar büyük bir ekonomik kriz tablosu yaratma ama bana çok da zahmet çıkartacak acı reçete uygulama. İşsizlik patlamasın. Bize seçim kazandıracak süre kazandır” demesi. Bakan yardımcılarından, Merkez Bankası başkanının atanmasına kadar karar yetkilerini Şimşek’e devretmedi ve tam tersine kendince bir takım dengeler yürüttü Erdoğan. Kemal Derviş gibi gelmiş değil Mehmet Şimşek.”

Ruşen Çakır: “CHP’de bir değişim lafı var ve bunu ilk İmamoğlu dile getirdi. Kurultay’a endekslenmiş bir değişim takvimi sunulmaya çalışılıyor. İl başkanlarının bildirisi de İmamoğlu’nu sinirlendirmiş. Kılıçdaroğlu adaylığa, “Parti örgütleri isterse karşı çıkmak olmaz” diye yanıt verdi. İmamoğlu ne evet ne hayır diyor. Üçünü isim Özgür Özel. Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu arasında bir mücadele var. CHP yerel seçime yeni bir yönetimle girecek gibi duruyor. Sen bunu nasıl okuyorsun?”

Kemal Can: “Bu kötü yönetim ve seçim sonucunun sorumlusu olarak gösterilenlerin etrafına kurulu, makul bir değişim talebi var. Bunun geçiştirilmeye çalışılması da asap bozucu. Daha önce olduğu gibi yine taleplerin imalar, göndermeler, birileri beni işaret etsin, birileri hakkımda konuşmaya başlasın gibi böyle yan aktörlerin devrede olduğu ama kimsenin açıkça bir şeyler demediği bir tablo yine oluşmuyor. İmamoğlu muhiplerinin gösterdiği cesareti ve ataklığı karşılayamadığını görüyoruz. Bu sürecin en önemli aktörü İmamoğlu da bir takım hazırlıklar ve kadrolar ile hazırlanılmış bir arka planı var ama sonunda bir tutukluk var.

Ruşen Çakır: “İmamoğlu’nun makamla tarif etmediği bir liderlik beklentisi var. Bu nasıl olacak, karışık bir durum…”

Kemal Can: İddianız ve soyunduğunuz şey arasında bir boşluk bıraktığınızda, orada bir belirsizlik doğuyor. Süreçler açık ve şeffaf yürümediği için hep arkada bir şeyler dönüyor.”

Ruşen Çakır: “Bir şey değişmeyecek olan yarın yapılacak kongreyi de konuşalım İYİ Parti’nin. Meral Akşener tek aday olacak girecek ve hazırladığı liste pek delinemeyecek. Akşener belli ki yarın yapacağı konuşmasına hazırlanıyor. İsmail Saymaz’ın yazdığına göre artık ittifaktan bahsetmeyip, İYİ Parti’nin yerel seçimlere tek başına gireceğinin mesajını verecek. İYİ Parti seçimlerin en büyük kaybedenlerinden oldu ve milletvekili sayısında bir ilerleme olmadı, MHP’nin gerisine düştü.

Kemal Can: Fabrika ayarlarına döneceklerdir dedin ama var mı fabrika ayarları? Fabrika ayarlarına dönmek, MHP liderliğini almaları ile mümkündü. Merkez parti olma iddiasının da iki problemi var. Birincisi seçimde ve bundan sonra gördüğümüz gibi, siyaset merkezde değil daha uçlarda biçimleniyor artık. Bu Türkiye’ye has bir sorun değil, tüm dünyada yaşanıyor. 30-40 yıllık hikaye. İkincisi, ben merkez olacağım demek kimseyi merkez partisi yapmıyor. Ne kadronla, ne seçmenin beklentisiyle uyumlayamadığın bir tablo var. Akşener partisinde rakipsiz ama partisine hakim olamayan bir lider.”

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Birkaç husus var konuşacağımız. Önce, en somut olarak hâlâ etkisi süren fâiz artırımını konuşalım. Çünkü fâiz artırımındaki %25 beklentisi %15 olarak gerçekleşti ve kurları yine zıplattı. Bununla ilgili, hayal kırıklığı olduğunu belirten çok sayıda yorum var. Mehmet Şimşek’in tam bir ekip kuramadığı ve ilk andan îtibâren gücünün sınırlı olduğunun anlaşıldığı yorumları yapıldı. Bu arada muhâlefet cephesinden de genellikle Erdoğan’ın daha önceki fâiz karşıtı söylemlerini hatırlatan, “Dün böyle söylemişti, şimdi bunu yapıyor” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım var. Onun ötesinde çok derinlikli eleştiriler görmedim açıkçası — ya da çok görmedim diyeyim. Büyük bir çoğunluk, tutarsızlık üzerinden yine o klasik eleştiriyi yaptı.

Ama bu alınan karârın çok ciddî sonuçları oldu. Meselâ asgarî ücret açıklandı biliyorsun. 500 dolar olacağı konuşuluyordu, ama 500 doların altında oldu. Sonra bir gün içerisinde asgarî ücretin reel değeri azaldı; bugün de kısmen devam etti. Bugün de dolar çok yükselmişti, ama herhalde bir müdâhalede bulundular ki biraz azalmış gibi duruyor. Fakat artış devam ediyor. Daha başlar başlamaz, Mehmet Şimşek yönetimine bir ekonomi şoku yaşattı. “Mehmet Şimşek ne kadar ileri gidebilecek ve Erdoğan ne kadar izin verecek?” şeklinde özetlenebilecek bir ekonomi hayâtı yaşıyoruz. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: “Mehmet Şimşek ne kadar gidebilecek ve Erdoğan ne kadarına izin verecek?” sorusunun cevâbı çok karmaşık değil aslında. Erdoğan’ın ne kadar işine yararsa, Erdoğan’ın stratejisiyle ne kadar uyumlu olursa o kadar gidecek; Erdoğan o kadarına izin verecek. Hatırlarsın, iki haftadır bu konu çeşitli vesîlelerle, önce Kabine’nin açıklanması, sonra Merkez Bankası başkanının açıklanması gibi konularla bu konuyu konuşmuştuk. Orada da söylediğim gibi aslında Mehmet Şimşek hâdisesinin tamâmı, bu rota değişikliği, “U dönüşü” ya da Devlet Bahçeli’nin de söylediği gibi, mecbûriyetler nedeniyle uygulanan politikaya bir süre ara verme ihtiyâcı, aslında siyasi bir ihtiyaç. Nas meselesi nasıl saçma bir eleştiri zeminiyse, şimdi bundan dönmüş olması da en az o kadar saçma bir eleştiri zemini. Bunu dış politikada da daha önce konuştuk. Erdoğan’ın tutarsızlığını anlatmanın, göstermenin hiçbir anlamı yok. Çünkü o tutarsızlık gibi görünen şey, bir zaman yaptığının tam tersini yapabilmesi, onu yaptığında da doğru, tersini yaptığında da doğru olmasının nedeni, uyguladığı şeyler değil. Bu tercihleri, aslında tutarlı bir süreklilik hâlinde iktidarda kalmak için, kendine yarayacak olanları kolayca kullanabilmek için ve bu tür manevralardan herhangi bir siyâsî mâliyet yaşamamasından yapabiliyor. Bunun nedeni de, sürekli, yok efendim, “ ‘Nass’ dedi, dinî gerekçelerle ekonomi mi yönetilir?” argümanıyla savunmaya kalkmak, sonra Erdoğan tersini yaptığında, “Gördünüz mü Nass’tan döndü” demek. Ama zaten bu uygulama Nass’la ilgili bir mesele değildi; başında da değildi, şimdi de değil. İşin bu tarafı kesin. 

Mehmet Şimşek konusunda da, yine daha önceki konuşmalarımızda şöyle dediğimi hatırlıyorum: Mehmet Şimşek’le ilgili, “Seçimden önce pazarlıklar yapıldı, geldi, gelmedi, Nass’ı kabul etti, kim neyi kabullendi?” tartışmalarının içerisinde, aslında pazarlığın ana unsurunun, Erdoğan’ın Şimşek’’e, “Yerel seçime kadar hem büyük bir ekonomik kriz tablosu yaratma; sanki bir şey değişiyormuş, sanki bir şeyler iyi gidebilirmiş, sanki bu durum toparlanabilirmiş görüntüsünü yarat. Ama bana zahmet çıkartacak çok acı bir reçete de uygulama. İşsizlik patlamasın. Yine bizim zorlayarak kontrol ettiğimiz ve bize seçime kazandıracak zamânı kazandır” fikri olduğunu düşünüyorum. Bence Mehmet Şimşek projesinin özeti bu. Yani yerel seçime kadar, kısmen kontrollü, ekonomideki sorunları çözmek değil, ekonomideki sorunları hâlâ yönetebiliyor olmak sınırındaki bir uygulamaya olur verdiğini düşünüyorum Erdoğan’ın. 

Ayrıca, bakan yardımcılarından, Merkez Bankası başkanının atamasına kadar, neredeyse bütün karar yetkilerini Mehmet Şimşek’e devretmediği, tam tersine orada kendince birtakım dengeler yürüttüğünü de görüyoruz. Yani Mehmet Şimşek, ekibiyle ve programıyla, Kemal Derviş gibi gelmiş falan değil. Dolayısıyla bir grup bir insan, “Mehmet Şimşek’e yardım edelim. Ekonomi tekrar rasyonele dönüyor. Sonuçta bu memleket işi” filan dediler, ama işin öyle bir tarafı yok. Bence, baştaki ekonomiye müdâhale de siyâsî bir müdâhaleydi; şimdi de yine siyâsî bir müdâhale yapılıyor. Meselâ, seçimden önce dizginlenerek, baskılanarak tutulmuş olan doların, daha kontrollü biçimde gevşetilmesi, biraz daha gerçek kur seviyesine gelmesi arzu ediliyor. Çünkü gelecek yabancı sermâyenin böyle bir talebi var aslında. Türkiye’ye para sokacaklarsa, bunu yüksek meblağla sokmak istiyorlar. Yani kur ne kadar yüksekken girerlerse Türkiye’ye, o kadar avantajlı girmiş oluyorlar. 

Aslında şöyle bir şey var: Türk parası değer kaybettikçe, Türkiye dış yatırımcı için, hattâ emlâk alan yabancı için, ya da gelen turist için, buradan ithâlat yapan başka ülkeler için, “ucuz ülke” konumuna geliyor. Hatırlarsan, “Bu doları niye patlatıyor?  Büyük bir felâkete yol açacak. Erdoğan bunu görmüyor mu?” denilirken, “Türkiye’yi ‘bir milyoncu’ gibi bir yer hâline getiriyor” dediğimizi hatırlıyorum. Türkiye’de banka almak da ucuz, şirket almak da ucuz, ev almak da ucuz, arâzi almak da ucuz, insan emeği de ucuz. Şimdi asgarî ücret örneğini verdin: Her şey ucuz. Burası ucuz bir ülke; “Ne alırsan bir milyon” ülkesi. Sonuçta, yabancı sermâyeyi başka birtakım faktörlerle, öngörülebilirlikle, tutarlılıkla, sağlam bir altyapıyla çağırmayıp, ucuzlukla çağırıyor. Ucuzluk üzerinden satış bir stratejidir. Bu, esnaf için de böyledir, tutabilir de. Hani böyle koca esnaf semtleri var. Sırf bir şeylerin orada ucuz olduğunu bildiğiniz için oraya gidip alışveriş edersiniz. Ama sonuçta onun bir sınırı vardır. Türkiye’nin yabancı sermâyeyle kurduğu ilişkide de, bence bu dolarizasyon ve doların kısmî olarak biraz daha yükselmesine ihtiyaç var ve bundan çok büyük rahatsızlık duyulmuyor. Şimdi fâizleri birden fırlatmamasının nedeni de, yerel seçimden önce ciddî bir daralma ve işsizlik dalgasını yaşamak istememesi.

Daha önceki programla birlikte, borçlanarak, senelerdir AKP iktidârının kurduğu saâdet zinciri, aslında bir tür ali cengiz oyunuyla sürekli devam ettiriliyor. İnsanların borç alabildiğinde parası varmış gibi hissetmesi sağlanarak, bir refah tesis ediliyor. Bu iki türlü sonuç doğuruyor: Hem, insanlar olmayan paralarıyla bir refah sâhibi olduklarına inanıyorlar, hem de bu, bir borçla sağlanan refah olduğu için, bunun devâmına bağımlılıkları artıyor. Bu iki türlü bir ilişki. Bence şimdi de aynı şey yürütülüyor. Mehmet Şimşek ile yapılan hesâbın, pazarlığın özeti, bu meselenin yönetilebilir olduğu. Çünkü yönetilemez hâle geldiği intibâı güçlenmişti. Hattâ seçimden sonra çok ciddî kara tablolar çizen birtakım uzmanlar vardı. Onların aksine, hâlâ yönetilebilir olduğunu ve Erdoğan’a seçim kazandıran o “Yaparsa yine Erdoğan yapar” cümlesini, yani yönetebildiğini, kontrol edebildiğini göstermek ve herhangi bir kontrolsüz dağılma, patlama, acayip bir veri sorunu ortaya çıkmadan yerel seçime ulaşmak… Bence temel strateji bu. Tabiî ki fazla umutvar olanları tatmin etmiyor. Tatmin etmeyince bunun ekonomik cevapları geliyor. Ama bunlar hâlâ yönetebildiği bir sınırda olduğu sürece, bence bu biçimde devam edecek.

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu geçenlerde TELE1 kanalına çıktı ve orada CHP ile ilgili soruların sonunda, “Artık bana biraz ekonomi sorun. Bunları konuşmamız lâzım” dedi. Ama tabiî ki soruların hepsi CHP ile ilgiliydi. CHP’de bir “değişim” lâfı var. Değişim lâfını da ilk olarak Ekrem İmamoğlu dile getirdi. Sonra genel merkez çevrelerinden, ”Tamam, değişim; ama nasıl bir değişim?” diyerek, kurultay takvimiyle endekslenmiş bir değişim perspektifi sunmaya çalışılıyor. En son il başkanlarının bildirisi geldi — ki o bildiri Ekrem İmamoğlu’nu çok sinirlendirmiş. Zâten o bildiriyi okuyunca, Ekrem İmamoğlu’na cevâben yazılmış bir şey olduğu anlaşılıyor. 

Biz dün Ekrem İmamoğlu’nun “İstanbul’a Hizmette 4 Yıl Sunumu” programını izledik. Bayağı etraflıca konuştu, iyi hazırlanmış. Ama hep, “Tamâmını söylemiyorum, bâzı şeyleri burada söylemiyorum, bunları parti içinde söyleyeceğim” diye açıklamalar yaptı. Kılıçdaroğlu, “Aday mısınız?” sorusuna, “Parti örgütü isterse karşı çıkmak olmaz” diye cevap verdi. Yani, “Ben olmam, ama birileri beni gösterirse olurum” dedi. İmamoğlu ise ne “Evet” ne “Hayır” diyor. Üçüncü bir isim daha var: Özgür Özel. Özgür Özel biraz arada kaynamış gibi duruyor. Çünkü Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu arasında bir mücâdele var. Yani gözler esas olarak Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’na çevrili durumda. Aslında şöyle söyleyeyim: Belli bir belirsizlik var. Büyük bir ihtimalle, delegeler de Kılıçdaroğlu’nun denetiminde olduğu için, kurultaya kadar bir şeyler çok fazla deşilmeden gidecek. Kurultayda tabiî ki listeler yenilenecek, orada konuşmalar yapılacak ve CHP yerel seçime yeni bir yönetimle girecek. Yeni bir liderle gireceğine çok emin değilim. Muhtemelen yine Kılıçdaroğlu liderliğinde girer. Ama “Kurultay yerel seçim sonrasına mı bırakılacak?” gibi bir mesele de var. Bunun olma ihtimâli, az da olsa var. Bunun olmasının doğru olmadığını söyleyenler de var. Meselâ Özgür Özel dün, “Böyle şey olmaz. Kurultayın yerel seçimden önce yapılması lâzım” diye açıklama yaptı. Bunu söylediğine göre belli ki birileri hakîkaten bunu yerel seçim sonrasına da bırakmak istiyor. Sen nasıl okuyorsun bütün bunları? CHP’de bir şey değişecek mi?

Kemal Can: Seçimden önce ve sonra, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin süreci çok kötü yönettiği; sâdece partinin organı olarak değil, aynı zamanda muhâlefet ittifâkının sürükleyicisi bir parti olarak da bu süreci kötü yönettikleri çok âşikâr. Fakat şöyle bir gariplik de var: Değişim dolayısıyla bu kötü yönetimin sorumlusu olan ya da sonucun sorumlusu olarak gösterilenlerin değişmesi etrafında kurulu bir değişim talebi var. Çok da mâkul bir talep. Buna karşı, çeşitli gerekçeler ileri sürülerek bir direnç geliştiriliyor. Ya da tam tersine, direnç geliştirmeyip, sanki yokmuş gibi, biraz kulak arkası yapılarak, dinlemez ya da anlamaz bir tavır takınılarak, bu geçiştirilmeye çalışılıyor. Bu da çok âsap bozucu. 

Ama işin bu tarafına döndüğümüzde, tıpkı daha önceki süreçte olduğu gibi, yine kartların ve taleplerin, birtakım îmâlar, göndermeler, “Birisi söylesin, birisi beni göstersin, birileri beni işâret etsin, beni desteklediğini açıklasın” gibi, hep böyle birtakım yan aktörlerin devrede olduğu, ama kimsenin açıkça çıkarak “Şunu talep ediyorum” ya da “Şuna adayım” diyerek açık yarışa çıktığı, iddialarını, taleplerini, îtirazlarını açıklıkla ifâde ettiği bir tablo yine oluşmuyor. Hattâ İmamoğlu muhiplerinin gösterdiği cesâreti veya ataklığı, İmamoğlu’nun şu ya da bu nedenle hâlâ karşılamadığını görüyoruz. “Kılıçdaroğlu beklentileri karşılamıyor” kısmı bir tarafta, ama “Bu beklentiler karşılansın ve artık değişsin” sürecinin en önemli aktörü olarak öne çıkmaya başlayan İmamoğlu’nun, senin de söylediğin gibi, birtakım hazırlıklar, birtakım ekipler, kadrolar, birtakım çalışma gruplarıyla, bayağı hazırlanılmış bir arka plan… Ama hepsinden süzülüp gelip, sonuçta, “Tamam da ne diyorsunuz?” kısmına gelindiğinde, hep bir tutukluk var. Tam olarak ne istiyor?

Ruşen Çakır: Kemal, burada çok çarpıcı bir şey var. Hattâ bunun altını çizdim dün İmamoğlu’nu izlerken. Hani sen, “Ne talep ediyor?” diyorsun ya; İmamoğlu, “Ben değişimin liderliğine tâlibim, ama…” diyor. Ardından bekliyor ve diyor ki: “Hiçbir makam talebim olmadı”. Orada bir makamla târif etmediği bir liderlik beklentisi var. Bu nasıl olacak? Biraz karışık bir durum.

Kemal Can: İşte ben de tam bunu kastediyorum. Sonuçta, iddianızla soyunduğunuz şey arasında sürekli bir boşluk bırakarak ilerlediğiniz zaman, orada bir belirsizlik doğuyor. İkincisi, bu demokratik işleyiş meselesi çok belirleyici bir şey. Bu, daha önceki bütün muhâlefet ittifâkının kendi sorunu olarak da yaşandı. Süreçler açık ve şeffaf yürütülmediği için, hattâ açık olmasının sakıncalı olduğu düşünüldüğü için, hep arkada bir şey dönüyor. Aslında demokratik süreç, insanların aday olması, adaylıkla ilgili tezlerini ortaya koyması, liderliklerini ortaya koyması, liderliklerini göstermesi ve bu liderlikleri için destek talep etmeleriyle yürüyen bir süreç. Ama süreç şöyle işliyor: “Birisi çekilsin. Hattâ çekilmekle kalmasın, beni işâret etsin. Beni işâret etmekle kalmasın, bana direnebilecek insanları da yoldan çeksin”. Bu, demokratik bir işleyiş değil. Sâdece anti-demokratik işleyişin aktörlerini değiştiren başka bir işleyiş talep etmek. Çünkü “değişim” diyorsanız, değişim, aktörlerin değişmesiyle birlikte, o aktörlerin kendi varoluş biçimlerini de başka türlü târif etmeleriyle mümkün. Bu konuda bir tıkanıklık var. Asıl sorun da galiba burada yaşanıyor. 

Ruşen Çakır: Yine Ekrem İmamoğlu’nun dünkü toplantısına döneceğim.  Gerçekten bayağı hazırlıklı gelmişti İmamoğlu. Gazeteciler, konuklar… Bayağı organize olunmuştu. Önce genel bir tanıtım oldu. Diğer konuklar yollandıktan sonra bir ara verildi. Daha sonra gazetecilerle birebir toplantı yapıldı. Epeyce de soru geldi. Soruların büyük bir kısmı da kendisiyle ilgiliydi. Sen o toplantıda yoktun, ama herhalde haberdar olmuşsundur; İmamoğlu orada baba-oğul meselesini anlattı ve sancısız değişimden bahsetti. Ben CHP’de bunun olabileceğini sanmıyorum. 

Baba- oğul meselesine gelince: Kendi babasından örnek verdi. Şöyle anlattı: “Ben daha genç yaştayken, babam şirketlerin yönetimini bana bıraktı. Ben işi epeyce ilerlettim. Ama bu arada babam âilenin çok önemli, saygın bir ferdi olmaya devam etti”. Aslında söylediği, demokratik işleyiş değil. Hani Kılıçdaroğlu ona “evlât” diyor ya; “Babamın bana yaptığını sen de şimdi bana yap” demeye getiriyor. Ama daha sonra bir soruya cevap verirken de, “Tamam, baba-oğul benzetmesi önemli; ama kimi durumlarda siyâsette her şey mümkün. Bâzen anlaşılmaz; yollar ayrılır” dedi. Yani şimdi bu konuşmayla İmamoğlu iki seçenek hatırlatmış oluyor. Biri, sancısız değişim önermesi, diğeri de sancılı değişimden ziyâde, bir kopuş ihtimâli. 

Kemal Can: Benim bir süre ara verdiğim, sonlandırdığım “5 soru 10 Cevap” programının temel mantığı şuydu: Hiçbir sorunun tek bir cevâbı yoktur; en az iki cevâbı, hattâ daha fazla cevâbı vardır. Bu yüzden “5 soru 10 cevap” diye bir program yapıyordum. Ama ben herhangi bir şeyin adayı değilim. Tek bir cevap vermekle sorumlu bir pozisyonda da değilim. Hattâ mümkünse, daha fazla soru üretmek ve her cevâbın kendi sorusuyla ilgili seçenekleri de dikkate almak ve tartışmak için bu başlığı seçmiştim.

Ama liderlik ve siyâset yapan insanlar için, evet, karar vermek için seçenekleri önüne koymak, ya da karar vermesini istediği insanların karşısına seçenekleri sıralamak önemli bir şeydir. Ama, “O da var, bu da var; şimdilik ben onu demiyorum. Sonra ona da bakacağız” gibi bir pozisyon, liderlik pozisyonu değil; anlatmak istediğim bu. Açık söylemek gerekirse, adaylık tartışmasında da böyle yürüdü. Kimse açıktan bunu ifâde etmeden, “Birisi beni göstersin, birisi benden bahsetsin, birisi beni zorlasın” gibi, böyle hep yan aktörlerin, medyanın, şunun bunun üzerinden yürüyen bir şey oldu. Sâhiden bir değişimden bahsediliyorsa, sâdece aktörleri açısından söylemiyorum, CHP’nin hâlâ en büyük muhâlefet aktörü olması dolayısıyla muhâlefetin genel problemi olarak da yaşandığını görüyoruz. Dolayısıyla herkes CHP’de ne olacağıyla ilgili; hattâ iktidar da ilgili. CHP’de sâhiden bir değişim ya da bu değişimin demokratik bir yeni dinamizm üretmesi isteniyorsa, artık bunun değişmesi lâzım. Değişim denen şeyin asıl buradan başlaması gerekiyor galiba.

Biraz önce ekonomi konusunda da konuştuk ya; hani Erdoğan Şimşek’e, “Yumuşak yumuşak gidelim. Böyle radikal, ortodoks filan hikâyeleri yapma bana. Yumuşak bir geçiş yapalım. İdâre et” demiş ya; işte bunun bir benzerini yaptığında, bunun adı “değişim” olmuyor. Her aşamada, partilerin kendi içinde, partilerin siyâset yapma anlayışında bir değişim olabilmesi için, önce değişimin gerekli olduğu iddiasını hakîkaten değişik bir şey hâline getirmek lâzım. Bildiğimiz hikâyelerle, “Anlaşalım, ben olmayayım ama o görünsün. Onun arkasında ben olayım. Benim onayladığım biri olsun. Senin adaylığına karşı değilim. Ya da, ben aday olmuyorum ama benim râzı olacağım, biri aday olsun…” Zaten aylardır, senelerdir böyle yaşıyoruz. Bunun neresi değişim?

Ruşen Çakır: Bu biraz Altılı Masa’nın aday meselesine benzeyecek anladığım kadarıyla. Biz CHP deyince değişim lâfını birlikte kullanacağız, ama pek de fazla bir şey değişmemiş olacak; dönüp dolaşıp aynı şeyi söyleyeceğiz. Son anda bir şey değişecek; ama belki de iş işten geçmiş olacak, çünkü yerel seçime çok fazla bir zaman kalmadı. 

Şimdi istersen bir şey değişmeyecek olan yarınki İYİ Parti kongresini de konuşalım. Önce iki gün süreceğini söylediler, sonra 1 güne düştü. Kongre Ankara’da yapılıyor. Akşener 81 il başkanı tarafından aday gösterildi. Bu da artık alışkanlığa dönüştü. Geçen gün Ünsal Ünlü ile telefonda sohbet ederken Ünsal anlattı bana; belki sen de biliyorsundur. Deniz Baykal parti başkanlığını kaybettiği ya da bırakmak zorunda kaldığı dönemde, o kaset kumpasının ardından galiba, 81 il başkanı destek mesajı vermiş. Baykal da gazetecilere, “Şimdi mahvoldum. 81 il başkanı destek veriyorsa bu hiç iyi bir işâret değil” demiş. Sonra biraz araştırdım baktım. Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olduktan sonra yapılan kongrede, Baykal tekrar dönmek için bir nabız yoklamıştı biliyorsun. 77 il başkanı Kılıçdaroğlu’ndan yana destek vermiş, sâdece 4 il başkanı Baykal’a destek vermiş. Kısa bir süre içerisinde 81 destek, 4’e düşmüş. Her neyse…

Meral Akşener tek aday olarak girecek ve bir liste hazırlayacak. O liste de çok delinemeyecek. Birtakım küçük gruplar var, ama listeyi delebilecek güçlü, örgütlü bir güç yok. Bir de, Meral Akşener seçimden bu yana hiç konuşmadı. Grup toplantısı da yapmadı.  Belli ki yarınki konuşmasına hazırlanıyor; orada kendince mesajlarını verecek, onlara bakacağız. İsmail Saymaz da yazdı bunu. Akşener, artık ittifaktan bahsetmeyip, İYİ Parti’nin kendi başına yola devam etmesini üzerinden, muhtemelen yerel seçimlere de kendi başına gireceğinin işâretini vererek bir şey yapacak — ki bu hiç şaşırtıcı değil. İYİ Parti bu seçimin en büyük kaybedenlerinden biri oldu. Bir kere, cumhurbaşkanlığı kaybedildi. Onun dışında, milletvekili seçiminde 5 yıl içerisinde bir ilerleme olmadı ve en önemlisi: İYİ Parti MHP’nin gerisine düştü. Aslında tam bir kriz. Kimlik krizi zâten hep vardı. Şimdi fabrika ayarlarına dönecekmiş gibi bir hava var. O merkez olma iddiasını herhalde bir şekilde dile getirecektir, ama yine vitrinde MHP kökenli birkaç ismin olduğu bir parti çıkacak karşımıza herhalde. Ne dersin?

Kemal Can: “Fabrika ayarlarına geri dönecek” dedin de, İYİ Parti’nin fabrika ayarları var mı ondan emin değilim. 

Ruşen Çakır: MHP genel başkanlığına aday olan Meral Akşener anlamında kastettim.

Kemal Can: Aslında 2016’dan başlayan, 2017’deki kuruluş sürecine kadar devam eden MHP içi bir liderlik mücâdelesinin grubu olmak gibi bir şeyi kastediyorsun. Ama bence o da bir fabrika ayarı değil. Çünkü o fabrika ayarı da aslında MHP’de yönetimi almakla mümkün olacak bir şeydi. Kopup ayrı bir parti olma iddiası, zâten hemen birinci aşamadan îtibâren, bu “merkez parti” olma iddiasıyla buluştu. “Merkez parti” olma iddiasının iki problemi vardı. Birincisi, bu seçimde gördüğümüz gibi ve bundan sonra da göreceğimiz gibi, hattâ tüm dünyada da gördüğümüz gibi, boşalan ve gelip oranın tahtına oturacak lideri bekleyen bir “merkez” yok. Böyle bir seçmen de, böyle bir merkez boşluğu da yok. Tam tersine, siyâset, merkezde değil daha uçlarda biçimleniyor; bunu çok açık biçimde görüyoruz. Bu sâdece Türkiye’ye has bir durum da değil; bütün dünyada yaşanan bir durum. Hatırlarsın, seninle tâ 90’larda yaptığımız, “Merkez nasıl çöktü?” dizisinden îtibâren zâten 30-40 yıllık bir hikâye bu. Dolayısıyla böyle bir merkez yoktu.

İkincisi, “Ben merkez partisi olacağım” demek, “Ben bunu söylüyorum, neye îtiraz ediyorsunuz? Oldum işte. Bana parmak sallayamazsınız” demek, kimseyi merkez partisi yapmıyor. Ne programınla, ne kadronla, ne programının kadronla uyumuyla, ne teşkîlâtınla, ne seçmeninin beklentileriyle birbirini uyumlayamadığın garip bir tablo var.

Akşener’in durumu için ise şunu söyleyebiliriz: Akşener partisinde rakipsiz, fakat partisine hâkim olmayan bir lider. Bu, bilinçli bir tercih. Akşener partisinde rakipsiz olmayı bu sâyede başarıyor. Karşısına hiç kimse çıkmıyor. 2018’den sonra istifâ edip yine tek aday olarak seçilmişti. Şu anda Meral Akşener’in karşısına çıkıp, “Partiyi senden daha ileriye götürürüm” iddiasını ortaya koyabilecek kimse yok; böyle bir ekip, kadro yok. Rakipsiz. Bu rakipsizliği nedeniyle, herkes ona bakıyor. Ama bu tablo Meral Akşener’i partinin hâkimi yapmıyor. Çünkü bu rakipsizlikten gelen gücünü, bir parti hâkimiyeti olarak kurgulamıyor. Bunu bilinçli olarak yapmıyor. Şu anda, meselâ liste oluşturacak, bir parti yönetimi kuracak. Aslında daha önce birkaç kere değiştirmişti listeyi. Çok ilginç insanları sözcü yaptı, “merkez parti” olma iddiasını ileri sürerken, acayip acayip kampanya sloganları üretti. Oylarında bir sâbitlik var da, anketlerdeki dalgalanmasına çok benzer politik dalgalanmalarla ilerledi. 

Şimdi bir liste hazırlayacak, ama “Akşener’in kadrosu” diyeceğimiz kimdir ve o kadro dediğimiz isimler birbiriyle ne kadar ilişkilidir çok tartışma götürür. Meselâ ekonomik programı hazırlayan ekip bambaşka bir ekip. Yani İYİ Parti ile ilişkisi de Akşener üzerinden kurulmuş bir ekip. Buna karşılık, senin söylediğin gibi, fabrika ayarlarında, Akşener’i lider olarak MHP’nin başına taşımak için harekete geçmiş kesimlerin ya da oradaki koalisyonun hem motivasyonu hem kadro birleşimi tamâmen farklı. Ama bunların hangisi Akşener’in ekibi? Meselâ kongre tamamlanıp yeni yönetim ortaya çıktığında, “Akşener’in ekibi buymuş” diyebileceğimiz bir ekipten bahsedebilir miyiz çok tartışma götürür. 

Ama şu çok önemli: Senin de söylediğin gibi, aslında genel kayıptaki payı, artı, kendi partisinin kaybı açısından çok ciddî bir eleştiriye uğrayabilecekken, Meral Akşener, bu süreci en hasarsız atlatan lider oldu. Yani gölgeye çekildi. Şimdi de, rakipsiz kongresini tamamlayıp, buradan kişisel anlamda hasarsız biçimde çıkacak. Çıkardıkları derslerle partide bir çizgi değişikliği ya da bir netleşme oluşacak mı onu göreceğiz.

Ruşen Çakır: Evet, yavaş yavaş toparlayalım Kemal. Bu arada, geçen haftaki programda konuştuğumuz 3 parti; Gelecek, DEVA ve Saadet partileri bir araya gelemiyor. DEVA Partisi kopmuş; kendi başına 15 milletvekiliyle grup da kuramıyor. Kendi başına adını koruyacakmış. Ama Saadet ve Gelecek partileri, anlaşıldığı kadarıyla Saadet Partisi adı altında bir grup oluşturacak gibi görünüyor. Ama son anda orada da bir değişiklik olabilir. Niye böyle oluyor?

Kemal Can: Olmayan merkezin o kadar çok tâliplisi çıktı ki… Ben bu süreci, daha önce de pek çok açıdan 90’lı yıllara benzetmiştim. Şimdi daha fazla benziyor. Hatırlarsın, o ekonomik ve siyâsî krizler sürecinin tamâmında, sürekli, “Yeni oluşum, yeni oluşum, sağda yeni oluşum, yeni merkez parti” diye ortaya çıkan onlarca örnek vardı.  

Ruşen Çakır: Şimdi Yavuz Ağıralioğlu da kuruyor. 

Kemal Can: Evet, hepsi kuruyor.  

Ruşen Çakır: Geçen gün kendisiyle yaptığımız yayında “Milletimize yeni bir siyâsî tasavvur sunacağız” diye açıklama yaptı. Zamânında İYİ Parti’nin merkeze gitme iddiasına en çok darbe vurduğu ileri sürülen kişinin, şimdi “İYİ Parti ‘merkez’ olamadı” diyerek, merkez iddiasıyla çıkıyor olması da Türkiye’nin ilginçliklerinden birisi. 

Kemal, burada noktaya koyalım. İzleyicilerimize şimdiden iyi bayramlar dileyelim. Ama bir aksilik olmazsa, haftaya, bayramda bir yayın yapacağız galiba. Haftaya Cuma tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.