Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (167): Abdüllatif Şener münferit bir vaka mı? Kılıçdaroğlu’na istifa çağrıları & Gelecek, DEVA ve Saadet’in bir geleceği var mı?

CHP’de değişim rüzgarları eserken, tartışmalar da eksik olmuyor. Gündemde CHP’den yeniden milletvekili adayı gösterilmeyen Abdüllatif Şener’in açıklamaları var. Katıldığı canlı yayında CHP’den istifa ettiğini, birinci turda ATA İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan’ı; ikinci turda da geçersiz oy kullandığını açıkladı. Ancak Şener’in oy kullandığı sandıkta geçersiz oy çıkmadı. Şener’in bu çıkışlarının zamanlaması bize ne gösteriyor?

Seçimleri kaybeden CHP’de gözler genel başkan koltuğuna çevrildi. Kurultay ne zaman yapılacak? Kim aday olacak? İmamoğlu neler yapacak? Kılıçdaroğlu’na istifa çağrıları ne anlama geliyor?

Haftaya Bakış’ta Ruşen Çakır ve Kemal Can, gündemin öne çıkan başlıklarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Haftanın öne çıkan olayları dedim, ama çok da fazla bir şey yaşanmıyor. Yine de üzerinde konuşulacak böyle küçük küçük şeyler var. Örneğin Abdüllatif Şener’in Halk TV’deki performansı bayağı gündemde. Söyledikleri gerçekten akıl alır gibi değil; ama bir noktadan sonra, şaşırma hakkımızı çoktan iptal ettiğimiz için, şaşırmıyoruz artık. 

Bilmeyenler için konuyu şöyle hızlıca özetleyeyim: Abdüllatif Şener seçimin ilk turunun ardından NTV’ye çıkıp Millet İttifâkı’yla ilgili bayağı mesâfeli açıklamalarda bulundu. Dün de Halk TV’ye çıktı. Halk TV’de, daha önce diğer kanalda söylediği sözleri bir anlamda geri almasını beklediler — ya da biraz daha açmasını beklediler. Ama Abdüllatif Şener frene basmak yerine, iyice gaza bastı. İlk turda Sinan Oğan’a oy verdiğini, ikinci turda geçersiz oy kullandığını açıkladı. Ama daha sonra onun oy kullandığı sandığı bulmuşlar. O sandıktan hiç geçersiz oy çıkmamış — neyse, bu işin ayrı kısmı. Halk TV’de Senem Toluay Ilgaz, Abdüllatif Şener’e, “Siz milletvekili adayı gösterilseydiniz, o konuşmayı yapar mıydınız?” diye soruyor; “Hayır, yapmazdım” diye de cevap veriyor Şener. Yani olay, sâdece ikinci kez Konya’dan milletvekili adayı gösterilmemesine bir tepkiymiş gibi gözüküyor. Ama bu, aslında seçim yenilgisi yaşayan muhâlefet ve özellikle CHP’liler için, üstüne yedikleri bir yumruk oldu. Bu kadar açık açık söylenmesi, üstelik Halk TV’de söylenmesi… İktidâra yakın bir başka kanalda konuşuyor olsaydı, bu sefer Mehmet Ali Çelebi örneğindeki gibi, “O da saf değiştirdi” denecekti. Ama bunları Halk TV’de söylüyor — çok mânîdar bir olay. 

Biz seçimden önce, iktidar gemisinden inenler, inecek olanlar üzerine spekülasyon yaparken, muhâlefetin zâten su aldığı belli olan gemisinden de bayağı insan ineceğe benziyor. Abdüllatif Şener’in böyle olmasının bir başka ilginç boyutu da var: Onun AKP treninden ilk inen kişi olması. Hatırlarsan, AKP’nin en güçlü olduğu zamanlarda kendisi başbakan yardımcısıydı.

Kemal Can: Evet, 2009’da.

Ruşen Çakır: Daha sonra kendisi bir parti kurdu. Yıllar sonra CHP’den milletvekili oldu. Seçim öncesinde Kılıçdaroğlu’nun Konya mitingini izlediğimde kendisi de oradaydı. Konya Ereğli programından sonra Konya’ya gelindiğinde, Abdüllatif Şener’i Konya’da otelde gördüm; ama henüz milletvekili listeleri belli değildi o zaman. Hattâ Kılıçdaroğlu’nun adaylığının açıklandığı gün, Saadet Partisi önünde kendi çektiği selfie’yi paylaşmış, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını, “Hayırlı olsun” diyerek kutlamış. 

Abdüllatif Şener’i çok eskiden beri, Refah Partisi’nde ilk milletvekili olduğu zamandan beri tanırım. Açıkçası hem biraz şaşırdım, ama bir taraftan da çok şaşırmadım. Olayın tabiî ki bir kişisel yönü var; bu, sonuçta Abdüllatif Şener’in yaptığı bir şey. Ama buradan hareketle bu mesele üzerinden birtakım teoriler yapılmaya çalışılıyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda Kemal? 

Kemal Can: “Kişisel bir tarafı var” dedin, ama üst üste o kadar çok örnek yaşıyoruz ve yaşayacağız ki, muhtemelen bunların kişiselliği bu açıdan bayağı tartışma götürür hâle geldi. Çünkü yelpâze de çok geniş. Meselâ CHP’yi, kuruluş değerlerinden uzaklaşmak, Mustafa Kemal’in partisi olmaktan çıkmakla eleştirip, AKP’de siyâset yapmaya başlayanları görüyoruz. Ergenekon’dan yargılanıp AKP’den milletvekili olanlar görüyoruz. Seçim sonucunda, “Biz demiştik” koalisyonunun çok acayip bir çeşitlilik içerdiğini; Türkiye’nin, belki de dünyanın görmediği çeşitlilikte bir koalisyon olduğunu görüyoruz. Yani dediğim gibi, CHP’nin yeterince Kemalist olmadığı eleştirisiyle senelerce yorumculuk ya da siyâsetçilik yapmış isimlerin, Erdoğan’ın yanında pozisyon aldığını görüyoruz. Ya da, CHP’ye zamânında muhâfazakâr kesimlerle yeterince ilişki kuramadığı için eleştiri yöneltenlerle, bu konuda kendi ulusalcı damarından kopamadığı eleştirisini yöneltenlerin de birdenbire yine aynı eleştirilerde buluştuğunu görüyoruz. Böyle çok acayip bir şey var.

Ama söylediğin örnek, bu çeşitliliğin içerisinde özel bir kategoriyi oluşturuyor. Daha önce, “Adını Koyalım” programlarından birindeydi galiba, tam hatırlamıyorum; bu sağdan transfer ve taraf değiştirip, karşı mahallenin bilgisiyle yeni mahallesinde dikkat çekici aktör olanların hâlet-i rûhiyesiyle ilgili konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bunun pek çok örneğini gördük: Meselâ MHP’den kopup gelen Yaşar Okuyan’ın da benzer bir manevrayla bir süre önce koptuğunu ve yine CHP’ye eleştiriler getirdiğini gördük. Aslında bizzat muhâlefet ittifâkının kendisi böyle bir sorun yaşadı. 

Kılıçdaroğlu, çok yakın zamâna kadar büyük yatırım yaptığı, partisinden ya da çeşitli çevrelerden aldığı tepkilere rağmen önemli aktör, lâfı dinlenen insan olarak öne çıkardığı ve bir anlamda kanatları altında büyüttüğü insanların çoğundan benzer şeyler görüyor. Çünkü birazcık bu işin fıtratında bu var. Biraz önce sen kişisel durumdan bahsettin; bu tür insanlar, ağırlıklı olarak yüksek egolarının etkisiyle, mutlaka bulundukları yerlerde dikkate alınan, önemsenen, takdir edilen, lâfı dinlenen insan olmak ihtiyâcındalar. Mahalle değiştirmelerindeki temel mesele de büyük ölçüde böyle. Zâten bu insanların eleştiri kurgularının tamâmında, böyle birinci tekil, “Ben demiştim. Ben söylemiştim, beni dinlemediler. Ben biliyorum, beni dikkate almadılar” türü şeyleri her zaman duyuyoruz. 

Meselâ o bahsettiğin Abdüllatif Şener programında, açık açık, “Siz daha çok kısa bir süre önce Kılıçdaroğlu’nun doğru aday olduğunu söylüyordunuz. Şimdi aday yapılmadığınız süreçte, bâzı cemaatlerin etkisi olduğunu söylüyorsunuz; ama o zaman çıkıp bunu söylemediniz. O zaman cemaatin etkili olduğunu iddia ettiğiniz bir partiden niye milletvekili oldunuz?” gibi pek çok sorunun boşta kaldığı, ama bunların zâten bir öneminin olmadığı bir zemin var. Yüksek egoların, tatmin olmadıkça, kendilerini mesele edecek, “Ben” diye konuşabilecekleri yeni zeminler üretme ihtiyaçları var — işin bir tarafı bu.

Ama işin bir de siyâsî tarafı var. Bunda Kılıçdaroğlu’nun yine çok önemli etkisi var. Kılıçdaroğlu, genel başkan olduğu süreçte, ilk kez 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere, bu geniş ittifak tezini; başka kesimlerle, özellikle CHP’nin sağına açılarak, sağdan birtakım müttefikler, çeşitli aktörler transfer ederek o kesimlere ulaşabileceğini, birtakım aracılar vâsıtasıyla birtakım kapılar açabileceği tezini çok savundu ve bunun gereği pek çok hamleyi yaptı. Neredeyse bunların tamâmında, bugün karşımıza çıkan kadar sakil olmasa da, benzer ihânete uğradı, kazık yedi, yarı yolda bırakıldı. Aslında mîmârı olduğu ittifak hikâyesi de biraz böyle.

Ruşen Çakır: Diğer partilere birazdan geleceğiz. 

Kemal Can: Orada müttefik olarak bu helâlleşme cephesini açacak kesimlerden bâzıları, alacaklarını alıp yollarına devam ettiler ve hiçbir taahhütlerini, iddialarını karşılamadılar. Bâzıları da, “Bizi dikkate almadın, bizi yeterince dinlemedin, o zaman gör gününü!” deyip kenara çekildiler. Her iki durumda bu süreci yaşadı. Biraz önce, “Dağılacak AKP’nin parsası üzerine bir gelecek inşâsı vardı” dedin ya? Şimdi de, bu seçim sonucundan sonra aynı sürecin CHP için işlediğini görüyoruz. İktidârın bütün kanallarında, neredeyse CHP ile hayâtında herhangi bir temâsı olmamış onlarca insan, CHP’nin ne yapması gerektiğini, CHP’de ne olması gerektiğini tartışıyor ve konuşuyor. Aslında CHP’de her ne olacaksa, ondan doğacak çözülmenin ya da dağılmanın parçalarından nasıl faydalanabilecekleri ya da bu parçaların oluşmasında nasıl rolleri olabileceği konusunda yoğun bir aktivasyon var.

Abdüllatif Şener’in kişisel çıkışından öte, zamanlaması, biçimi, bu konuşmanın yapıldığı yer gibi unsurları berâber düşündüğümüzde, kendisi çok önemli olduğu için değil ama yaptığı iş ciddî olduğu için, hiç de öyle rastlantısal bir kişisel çıkış gibi gelmiyor bana. Üstelik son bir yıla baktığımızda, bunun çok sayıda örneğini gördük. Tıpkı plana sâdık kalan Sinan Oğan örneğinde de olduğu gibi, bu meselenin sâdece münferit olayların bir araya toplanmasından ibâret bir rastlantı gibi okunması biraz zor geliyor bana.

Ruşen Çakır: Burada ihmal ettiğimiz bir husus var: Abdüllatif Şener’in adı cumhurbaşkanı adayı olarak da geçirildi biliyorsun. 

Kemal Can: Zâten şu andaki cumhurbaşkanı adaylarının hepsi, daha önce cumhurbaşkanlığına kendi adını koymuş ya da adı birileri tarafından zikredilmiş olanlar.

Ruşen Çakır: Çünkü bütün o süreç boyunca YouTube’dan, sosyal medyadan onun adını zikredenler, bana soranlar oldu ve ben de olmayacağını söyledim — ki milletvekili adayı olmadı. “Gomaşinen” yayınlarına devam ediyor olsaydım, belki kısa bir Abdüllatif Şener hâtırası anlatırdım. Şimdi gözümün önüne geçmişten, Refah Partisi döneminden birtakım şeyler geliyor. Açıkçası bu kadarı biraz fazla diyorum; ama çok da fazla şaşırmış değilim. Bakalım bundan sonra kimler hangi bahânelerle ne tür çıkışlar yapacak.

Kemal, istersen biraz önce bahsettiğin CHP’yi dizayn etme meselesini, Kılıçdaroğlu’na yönelik istifâ çağrılarını ele alalım. Sırayı değiştirip, üç partinin grup kurma olayını sona saklayalım. Şimdi bâzı gazeteciler çok ciddî bir şekilde istifâ çağrısı yapıyorlar ve bunu da bayağı üst perdeden yapıyorlar. Kılıçdaroğlu da bunlara karşı çok sert şeyler söylüyor. Sonuçta her iki tarafın pozisyonunun sakat olduğu kanısındayım. Ben birkaç gündür bu konuda bir şeyler söylüyorum, en son dün bu konuyla ilgili bir yayın yaptım. Çok da tepki geldi. “Senin ne haddine?” diyenler de var, “Gazeteci insan değil mi? Görüşünü açıklar” diyen de var. Ama buradaki mesele görüş açıklamanın ötesinde, bir tavır dayatma meselesi. Bir de açık söyleyeyim, bâzıları bu konuyu reyting için kullanıyor. Sonuçta, kongre tarafından seçilmiş, milyonlarca oy almış birisi söz konusu; hatâsıyla yanlışıyla her şey bir kenara. Ama öte yandan bir gazeteci, bulunduğu kurumdan da güç alarak açıyor ağzını, yumuyor gözünü. Açıkçası bu beni çok rahatsız etti. Çünkü bu yapılan, olayın tartışmasını da engelliyor diye düşünüyorum. Yani Kılıçdaroğlu’nun seçim yenilgisindeki sorumluluklarını tartışma zemini, istifâ edip etmemesi üzerinde kurgulandığı zaman hiçbir şey tartışılmıyor. Aynı kişiler, Kılıçdaroğlu’na, yaptığı ya da yaptığını düşündükleri hatâlar üzerinden sorular yöneltseler, Kılıçdaroğlu onlara cevap vermek durumunda olacak. Ama “İstifâ et!” dedikleri, hattâ bunu pişkin pişkin “Koltuktan kalkmıyor” gibi lâflarla söyledikleri zaman, Kılıçdaroğlu burada bir artniyet olduğunu söylüyor — ki çok da haksız sayılmaz. Aslında kendisini onların saldırısından korumaya alıyor gibi geliyor bana. Sonuç olarak CHP’de, “Seçim yenilgisi neden oldu?” “Nerede yanlış yaptık?” meselesi tam anlamıyla karambole gitti. Bunlar doğru dürüst konuşulmadı, konuşulacağa da benzemiyor. 

Şimdi kongre var. Ama kongre, seçimin muhâsebesinden ziyâde, kimin parti yönetiminde yer alacağı, kimin lider olacağı eksenine kaymış durumda. Yani istifâ üzerinden olayın kurgulanmasının, zâten kötü başlamış olan değerlendirme sürecini iyice yokuşa sürdüğü kanasındayım. Ne dersin?

Kemal Can: Evet, katılıyorum. Önce sondan, “değişim ihtiyâcı” meselesinden başlayayım. Zâten değişim ihtiyâcı, seçim böyle sonuçlandığı için değil, aslında hep var olması gereken bir meseleydi. Çünkü daha önce, “Muhâlefete muhâlefet etme!” eleştirilerinin özünde de şu vardı: “Burada yapısal olarak yanlış giden bir şeyler var. Yanlış saat, zaman zaman doğruyu gösterse bile, bunun yanlış olduğunu konuşmak lâzım”. Ama bunların çoğu, “Şimdi zamanı değil” diyerek geçiştiriliyordu. Dolayısıyla bu değişim ihtiyâcı, seçimin böyle olmasıyla sınırlı da değil aslında. Çünkü seçimin böyle olmasına neden olan şeyleri de içinde barındıran, muhtemelen başka negatif sonuçları da üretebilecek bir yığın sorun var ve bunların sâhiden değiştirilmesi, ama değiştirilmesi için de önce bunların hakîkaten konuşulabiliyor olması lâzım. Şu anda, tıpkı seçim sürecindeki aday tartışmasına benzer restleşmeler, dayatmalar, karşılıklı zorlamalar, savunmalar, saldırı tehditleri, saldırıyı savuşturma gayretleri gibi acayip bir mücâdele zemininde, “Oturup hakîkaten problemleri konuşalım ve bu problemi nasıl çözebiliriz bunun üzerine kafa yoralım” diye bir çerçeve oluşmuyor. 

Hatırlarsan bu “kazanacak aday” tartışmaları da, “Niye olmaz? Niye kazanamayacak aday?” meselesi, “Anketler öyle diyor”dan daha derin bir içerik kazanmadı hiçbir zaman. O yüzden de, karşılıklı tuhaf bir dayatmanın sonucunda bir netîceye vardı. Ama “Anketler öyle diyor” meselesinin de bir şey ifâde etmediğini daha sonra gördük. Çünkü anketlerin dediği üzerinden çözemiyorsun. Sorunun kendisini, şeffaf ama açıkça, arkasındaki bagajlarla berâber konuşmak lâzım. 

Şimdi bu zemin, senin de söylediğin gibi, değil çözmeye, sorunu konuşmaya bile izin vermeyecek bir karmaşanın içerisine sürüklenmiş durumda. Aslında bunu biraz maksatlı olarak böyle itip kakanlar da var. Biraz önce konuştuğumuz başlığın içerisinde, bu aktörler, sâdece CHP ile ilgili, CHP’nin içinde ya da CHP hakkında hakîkaten birtakım iyi niyetli fikirleri olanlardan ibâret değil. Neredeyse bütün iktidar kanalları şu anda CHP tartışıyorlar — işin bir tarafı böyle. 

Diğer tarafına gelince: Senin söylediğin o gazetecilere ben bir grup akademisyeni de ekleyebilirim. Buradaki mesele içerikle ilgili değil. Bir siyâsîye, bir bürokrata, herhangi bir insana, gazetecilik mesleğinin sınırları içerisinde çok sert eleştiriler yöneltebilirsiniz, çok sert sorular sorabilirsiniz, soru olarak çok ciddî suçlamalar yöneltebilirsiniz. Ama buradaki mesele içerikle ilgili değil. Buradaki mesele pozisyonlanmayla ilgili. Yani burada, akademisyenlerde ve diğerlerinde de olan şey şu: Bu tartışmayı yapma biçiminiz, doğrudan hitap ettiğiniz insanla bir siyâsî rekabet içerecek bir politik zemin midir? Yoksa siz, kendi bulunduğunuz meslekî kimliğin bütün kalkanlarını kullanarak mı bunu yapmaktasınız? Siyâsî rakiplerin birbirine söyledikleriyle içerik olarak aynı olsa bile, gazetecilerin ya da bağımsız değerlendirme ya da yorum yaptığı iddiasında olanların söylediklerinin pozisyon değerleri farklıdır. 

Burada kaçırılan şey içerikle ilgili bir mesele. Üslûpla ilgili problemler olsa bile, asıl sorun: Pozisyonlanma. Senin söylediğin gibi, bir gazeteci bir siyâsetçiyle ilgili değerlendirme yapmıyor. Bir gazeteci bir partinin şöyle ya da böyle olması, şöyle ya da böyle karar vermesi, şöyle ya da böyle davranması konusunda bir ültimatom, bir talep, bir dayatma yapacak bir pozisyondaymış gibi, politik aktör olarak soyunmadığı bir pozisyonda, dâhil olmadığı, üyesi olmadığı bir partiyle ilgili böyle bir karar mercii olarak işlev göremez. Aynı şekilde, “Biz durumu analiz ediyoruz, bakıyoruz” diyen bir akademisyen, benzer bir şey yapamaz. Bu söylediğinin içeriğiyle ilgili değil, kendini konumlandırma biçimiyle ilgili bir problem. Bunun arasındaki farkı görmek de çok zor değil. Zâten görülüp rahatsız olunan şey de bu. Çünkü bunun aksi iki türlü olabilir. Gazeteciler ya da akademisyenler, bu kimliklerinden ayrılırlar, siyâsetçi olarak siyâsete girerler, birtakım partilerde yer alırlar ve o partilerin içerisinde bir kanat, bir hizip, bir etkili aktör olarak eleştirilerini yönetirler — bu bir yöntemdir. 

Ama siz o pozisyonda kalmaya devam ederek bunu yapacaksanız, o zaman pozisyonlanmanızı gözden geçirmeniz gerekir. Üslûp ve içerikle sınırlı bir şey değildir bu. Zâten bir gazetecinin ya da bir televizyon yorumcusunun doğrudan bir kişiyi karşısına koyarak, ona hitap ederek, onun ne yapması gerektiğini dikte etmesi, bunun bir siyâsî aktör olup olmamasından bağımsız olarak, zâten bir pozisyonlanma sorunudur.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak Gelecek, DEVA ve Saadet partilerinin grup kurma çabası var. Galiba gerçekleşiyor; ama partiler birleşmiyor. Onu nasıl formüle edecekler, nasıl yapacaklar bilmiyorum. Belki sahte bir parti kuracaklar. Çünkü bir parti Meclis’te grup sâhibi olduğu zaman bayağı imtiyazları oluyor. Grup toplantısı yapıyor, komisyonlarda temsil ediliyor, yurtdışına giden heyetlerde yer alabiliyor. Şu anda DEVA Partisi’nin 15 milletvekili, Gelecek ve Saadet partilerinin 10’ar milletvekili var. Hiçbirisinin 20 vekili olmadığı için bu haklardan yararlanamıyorlar. Bu arada, 3 milletvekili olan Demokrat Parti’nin bu birleşmeye katılmayacağı kesinleşmiş — onu öğrendi Ankara’daki arkadaşlarımız. Peki, şimdi birlikte ne yapacaklar? 

Bu sabah arkadaşlarla toplantıda konuşurken aklıma şöyle bir şey geldi — Davutoğlu Hoca kızmaz umarım: İlk hafta grup kurulacak, Temel Karamollaoğlu grupta konuşma yapacak; ikinci hafta Ali Babacan konuşacak; ondan sonra Ahmet Davutoğlu konuşur diye düşünüyorum, ondan sonraki haftaları Davutoğlu kapar. Peki, bu ne işe yarayacak? Buradaki soru şu: Bu partilerin her birinin çok ciddî bir kimlik meselesi var. AKP’nin başarısının ardından –“AKP’nin başarısı” derken, oyları düştü ama iktidarını korudu anlamında söylüyorum–, Gelecek ve Deva partilerinin; Yeniden Refah Partisi’nin başarısı nedeniyle de Saadet Partisi’nin çok ciddî bir sorunu var.

Bir diğer sorun, Millet İttifâkı dağıldı. Anladığım kadarıyla bundan çok şikâyetçi gözükmüyorlar. Ama 35 milletvekili ne yapacak? Neyi nasıl yapacaklar? Böyle bir boşluk var. Sonuçta bir grup oluşturmalarından dolayı daha fazla imkâna sahip olacaklar, daha fazla sesleri duyulacak; ama o sesler duyulduğu zaman ne olacak? Şu hâliyle baktığımız zaman, Gelecek, DEVA ve Saadet partileri birleşse de bir gelecekleri var mı? Açıkçası ben bu soruya “Evet” cevâbı veremiyorum.  

Kemal Can: Çok doğru söylüyorsun. Bu konu çok tartışıldı. Yani Millet İttifâkı’na neredeyse herhangi bir oy katkısı sağlamayan ya da çok sınırlı oy katkısı sağlayan, bu sağladığı katkının katbekat üzerinde milletvekilliğiyle ödüllendirilen partiler. Tamam, yani çok hak etmedikleri kadar milletvekiline sâhip oldular… Evet, aslında Meclis’te milletvekili olmanın bir câzibesi var. Çok sayıda milletvekili de bundan tatmin oluyor olabilir. Ama bir partinin geleceği açısından bakıldığında, Türkiye siyâseti, Meclis’te bir vekille, beş vekille, on vekille ya da daha fazla vekille temsil edilmiş, ama hiçbir siyâsî varlık gösterememiş ve neredeyse bir dönemlik, hattâ çoğu bir dönem bile devam edemeden dağılmış partiler mezarlığı gibi zâten. Dolayısıyla bu partilerin de siyâsî devâmı, Meclis’teki varlıkları ya da Meclis’te ne kadar milletvekiliyle bulundurduklarıyla ilgili değil. Tutabildikleri taban ve iddiaları nezdinde, AKP’den çözülen isimleri, kendileri yeniden bir muhâfazakâr demokrat yeni merkez inşâsında yeni bir politik aktör olarak değerlendirmekti. 

Açıkçası, şimdi böyle bir zeminin kaldığını düşünmüyorum. Bu merkez iddialarının çoğu için problemli bir durum var; ama AKP’nin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkacak parçalardan nasiplenme iddiası iyice zayıflamış durumda. Üstelik bunu, iktidârın, Cumhur İttifâkı’nın Meclis çoğunluğu elde ettiği Meclis’te yapmak iyice zor bir şey. Çünkü şimdi büyük ihtimalle, o kesimlerle kuramadıkları ilişkiyi yeniden tanzim edebilmeleri için, o kopukluğu gidermeleri gerekecek. Oraya konuşamadıkları ortada olduğu için, oradaki milletvekillerinin bir kısmı, iktidarla çok sert bir muhâlefet ilişkisi kurmayacaklar. Hattâ şimdiden bir kısmına transfer kancalarının atıldığı da söyleniyor. Şimdi içeriden ve aynı dilden etkili bir muhâlefet kuramadıkları, seçimde yapamadıkları şeyi Meclis’te hiç yapamayacakları düşünülürse, grup da kursalar, milletvekilleri sayısı çok da olsa, siyâsî gelecekleri için bunun katkısı son derece sınırlı.

Dolayısıyla bu aktörlerin, bir kere, öncelikle grup kurmak ve bunun üzerine kurulacak stratejiler açısından değil, kendi rotalarını ve varlık nedenlerini yeniden târif etmeleri gerekiyor. Burada bir istisnâ konulabilir; o da Saadet Partisi. Çünkü Saadet Partisi çok önceden bu şeyi kurmuş, hattâ AKP kurulduğu andan îtibâren ona dâhil olmayarak, bir pozisyon alarak devam etmiş bir parti. 

Ruşen Çakır: Ama orada ciddî şekilde Yeniden Refah Partisi’nin bir meydan okuyuşu var. 

Kemal Can: Tabiî öyle. Ama sonuçta nevzuhur değil. Yani “AKP çözülüyor, şimdi biz de onun asıl fabrika ayarlarının partileri olarak ortaya çıkıyoruz” diyenlerden değil en azından. Ama dediğin gibi, o konuda ciddî bir yeni rakiple karşı karşıya. Erdoğan Saadet Partisi’ni kendi yanına çekemeyince, Saadet’i geçebilecek başka bir müttefik îmal etti ya da o müttefike el uzattı ve onun desteğini de neredeyse firesiz olarak kendi hânesine yazdırmayı başardı.

Dolayısıyla ben, bu partilerin Meclis’te çok fazla varlık gösterebileceğini, Meclis performanslarıyla bir siyâsî gelecek üretebileceklerini düşünmüyorum açıkçası. Şimdi CHP’nin kendi karışıklığı nasıl netîcelenecek bilemiyoruz; ama bu, aslında muhâlefetteki bütün partiler için söz konusu. Çünkü seçim sürecinin yarattığı siyâsî atmosfer var… Hattâ Erdoğan geçenlerde, “Artık bu parlamenter sistem meselesi açılmamak üzere kapanmıştır” demiş. Çünkü birileri, “Belki anayasa değişikliğiyle iktidar tekrar böyle bir yola girebilir” diyordu, Bence, artık Meclis’in önemsizleşmesi, belki Erdoğan’ın anayasa değişikliğinde yüzde 50+1’i ortadan kaldırarak daha garantili bir çoğunluk iktidârı üretmesine yarar; ama Parlamento’nun çok önde olacağı bir vitrin hâline gelebileceği bir süreç olmayacak bence. Onun için bu partilerin Meclis performansı konusundaki tartışmalarını, taktik hamlelerini, formüllerini çok da önemsemiyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.