Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (173): İmamoğlu’nun değişim manifestosu, CHP-medya ilişkileri & Akbelen direnişi

Seçim yenilgisinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki (CHP) “değişim” tartışmalarında başı çeken İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, değişimden ne kastettiğini, Mart 2024 yerel seçimleri öncesi partilerin neler yapması gerektiğini, CHP’deki örgütlenme modeline getirdiği eleştirileri ve önerilerini açıkladığı bir makale kaleme aldı. Peki İmamoğlu’nun makalesi nasıl karşılandı?

CHP’nin Halk TV ile yaptığı reklam anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesinin ardından başlayan tartışmalar devam ediyor. Halk TV yetkilileri, CHP’nin kendilerine sansür uyguladığını; CHP ise Halk TV’nin sözleşmedeki taahhütlerine uymadığını söylüyor. Taraflar arasında yaşanan bu tartışma, Türkiye’de medya ile siyaset arasındaki ilişkiyi bir kez daha gündeme getirdi. Ne kadar etik? CHP ne yapmaya çalışıyor?

Muğla’da Akbelen Ormanı’nda başlayan ağaç kesimine karşı köylüler beş gündür mücadeleye devam ediyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da bugün Akbelen’deydi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta siyasetin öne çıkan gelişmelerini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen çakır: Önce Akbelen’le başlayalım. Akbelen direnişi bayağı bir zamandır sürüyor. 

Kemal Can: Evet, beşinci gün.

Ruşen Çakır: Ve çok ciddî şeyler yaşandı: gözaltılar, gözyaşartıcı bombalar, olay yerine destekçilerin ulaşmasını engelleme çabaları. Başından îtibâren de muhâlefetin bu konuya ilgisi hep sorgulanıp durdu. Yeşil Sol Parti’den, CHP’den, Türkiye İşçi Partisi’nden Akbelen’e giden milletvekilleri vardı; ama daha fazla bir ilgi bekleniyordu. Nihâyet bugün de Kemal Kılıçdaroğlu gitti; ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun gitmesi orada birtakım olayların çıkmasını da engellemedi. Kılıçdaroğlu’na yönelik tepkiler de olmuş, gördük videolardan da. Özellikle, kesimin yapıldığı yere gitmeyeceği düşüncesiyle protesto oluyor. Orada milletvekillerinin bâzılarıyla eylemciler arasında birtakım tartışmalar da yaşanıyor. Sonunda Kılıçdaroğlu gidiyor; ama olayın kendisi, bir sivil hareket olarak devam ediyor. 

Tabiî insanın aklına Gezi Direnişi geliyor; ama Gezi gibi bir olay değil bu. Her şeyden önce Gezi, İstanbul’da, Taksim Meydanı’ndaydı ve orada çok daha farklı bir siyâsî atmosfer vardı. Akbelen olayının hemen seçimin ardından yaşanıyor olmasının bence çok sembolik anlamı var: Tam da “kurumsal muhâlefet” ve “toplumsal muhâlefet” meselelerinin tartışıldığı, artık sivil toplumun daha fazla inisiyatif almasının akıl kârı olacağının söylendiği bir anda çıkan bir olay. Bunu başlatanlar, oradaki şirket ve şirkete destek veren devlet, devletin güvenlik güçleri. Ama önce halk, sonra da çevredekiler ve daha sonra ülke çapında destekçiler var — ki özellikle kadın hareketinin çok ciddî bir şekilde olaya dâhil olduğu yolunda gözlemler var, bilmiyorum sen de fark ettin mi? Akbelen’de kadın ağırlığı da çok ciddî bir şekilde var ve Akbelen, süren bir direniş olarak kayıtlarda yerini çoktan aldı. Nereye varacağı belli değil. 

Tekrar söyleyeyim: Bu olayın, muhâlefetin seçim yenilgisinin hemen ardından olması aslında birçok tartışmaya katkıda bulunabilecek bir husus. Fakat burada da yine hep aynı şey çıkıyor. Hani “kurumsal muhâlefet”, “toplumsal muhâlefet” derken, bu ikisinin arasında bir ilişki zorunluluğu arayışı var. Orada sivil olarak direnen insanlar, kurumsal muhâlefetin bir şekilde var olmasını ve böylece bu direnişin daha görünür ve caydırıcı olmasını bekliyorlar. Çünkü kendi güçlerinin yetmediğini düşünüyorlar. Böyle paradoksal bir durum da var. Ne dersin?

Kemal Can: Bu tür hâdiselerde –ki bu olay iyice öyle–, aslında Türkiye’nin bütününde yaşadığımız problemin bir tekil olayda, bir mikro örnekte neredeyse bütün parçalarını görüyoruz. Birincisi, senin söylediğin gibi iktidârın tutumu. Yani “İktidar tekrar seçimi kazandıktan sonra nasıl davranacak? Bir değişikliğe yönelecek mi? Birtakım toplumsal talepler ya da îtirazlar konusunda geçmişte davrandığı nobranlıktan birazcık olsun geri adım atacak mı? O hep bahsedilen kucaklaşmanın işâretleri görülecek mi?” denilirken, bir biçimde, bütün hak arayışlarında tutumu gayet net. Meselâ Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen Cumartesi Anneleri’ni de her hafta gözaltına almaya devam ediyorlar. En ufak bir îtirâzı hemen boğmak, bastırmak, en sert tedbirlerle üzerine gitmek isteniyor; senin söylediğin gibi, olay yerine insanların ulaşmasını bırak, olay yerindeki insanların suya ulaşmasını bile engellemeye çalışan güvenlik güçlerine tanık oluyoruz. Bu bir kere bir tutum. Ayrıca bunu yapmalarının nedeni, bir linyit madenini işletip, bir termik santralin çalışmasını sağlamak. Bunu yapacak olan şirket de “Beşli Çete” olarak bilinen şirket. Dolayısıyla, iktidârın bütün gücüyle kimin yanında ve kimin karşısında olduğunun çok net tablosunu bir kez daha görüyoruz. 

Aynı resmi bu mikro örnekte muhâlefet cephesi açısından da görüyoruz. Senelerdir tartıştığımız konuştuğumuz bir şey var: Alanda siyâset yapmak; toplumsal muhâlefetin kendiliğinden îtiraz geliştirdiği yerlerle kurumsal muhâlefetin nasıl ilişki kurması gerektiği, oralarda nasıl var olması gerektiği konusunu da bir kez daha önümüze getiren bir örnek. Çünkü senelerce, ya toplumsal muhâlefetin arkasına geçerek o hareketliliğin dinamizmini kendisi için bir politik getiriye çevirmek için öne atlayan birtakım siyâsiler vardı; ya da, toplumsal muhâlefetin siyâsî muhâlefetin stratejisini rahatsız edeceği veya ona problem çıkartacağı varsayımıyla eylemlerini ertelemesi ya da biraz sessizliği tercih etmeleri konusundaki telkinler, muhâlefetin en belirleyici taraflarından biriydi. “Aman sokağa çıkmayın! Aman muhâlefeti sokağa, alanlara taşımayın! Biz seçimle bu işleri halledeceğiz.” Seçimle bu işleri halledemedikleri çok açık; ama seçimle halledebilme iddiasını beceremedikleri gibi, seçim için erteledikleri toplumsal muhâlefetle ilişki kurma becerisini de önemli ölçüde kaybettiklerini görüyoruz. 

Toplumsal muhâlefeti ya da “kendiliğinden muhâlefet” diyelim. Çünkü bâzen bir köydeki o yöre halkının direnişi, bâzen özel bir alandaki bir hak mücâdelesi ya da benzeri her türlü durumda, aslında siyâsetin en geniş alanda yapılabilmesini sağlayacak temel adımları atmaktan herkesi caydırırken, kendileri de buralarla ilişki kurma kabiliyetini tamâmen kaybetmiş durumda kurumsal muhâlefet. Biraz önce anlattığın gibi, Kılıçdaroğlu bugün olay yerine gitti. Günlerdir gitmemişti. “Muhâlefet gitsin” talepleri vardı — ki bâzı muhâlefet partileri ilk günden îtibâren oradalar. Hattâ bâzı milletvekilleri ciddî şiddete mâruz kaldı, gözaltına alma girişimleri oldu. Bugün Kılıçdaroğlu gitti. Kılıçdaroğlu bir açıklama yapıp, oradaki insanları dinleyip, sonra arabasına binip oradan ayrılacakken, insanlar buna îtiraz ettiler. Ormanın içinde kesimin yapıldığı bölgeye girmesini ve oraya gelmesinin bir sonuç doğuracak hâle getirilmesi talebini dile getirdiler. Hattâ bu, hafif bir protesto ve fiilî olarak gidişini engelleme eylemine dönüştü. Kılıçdaroğlu da arabasından tekrar inip ormana girdi. Ama Kılıçdaroğlu ile birlikte ormana girmeye çalışanlar da büyük bir şiddete uğradılar. Bu arada bâzı CHP milletvekillerinin –bir tânesi Mahmut Tanal, çünkü görüntülerde çok açık biçimde görülüyor– eylemcilerle kontrolsüz bir tartışmaya girdiğine tanık olduk. Hattâ ileri gidip, tartıştığı insanı “AKP provokatörü” diye suçlamaya varan öfke çıkışlarına tanık olduk. Bu aslında genel olarak kurumsal muhâlefetin, muhâlefet etme, toplumsal muhâlefetle ilişki kurma ve siyâseti alanda yapma yeteneğini nasıl kaybettiğini bize bir kez daha gösteriyor.

Dolayısıyla Akbelen hâdisesi hem toplumun genel reaksiyonu ve toplumdaki kritik meselelerde sâdece sosyal medya üzerinden yürüyen bâzı faaliyetlerin, alandaki eylemlilik kadar etkili olmadığının çok açık gösterildiği bir hâdise. Hem iktidârın tutumu ve buradaki temel tercihler, yani Türkiye’nin yüzde birine bile elektrik sağlamayacak bir enerji projesi için ormanların tahrip edilmesinin mümkün kılınması; bütün güvenlik aygıtının şirketlerin emrinde, halkın karşısında yer alması; bu tercihlerin çok net biçimde ortaya konulması; bu tercihlerin ve bu uygulamaların karşısında siyâsî muhâlefetin toplumsal muhâlefetle ilişki kurarak bunu önemli bir îtiraz zemini hâline getirememesinin, getiremediği gibi o alanlardaki insanlarla da ilişki kurmakta bile artık becerisini kaybetmeye başladığının göstergesi. 

Ruşen Çakır: Halbuki normalde beklenen, kendiliğinden gelişen olaylar kurumsal muhâlefetin diyelim, meselâ ana muhâlefet partisinin seçim yenilgisinden silkinmesine bir vesîle olabilecekken, orada… 

Kemal Can: Seçim gecesi “Biz buradayız” diyen Kılıçdaroğlu’nun, “Biz Buradayız”ı göstermesi gereken yerler buralar. 

Ruşen Çakır: Evet, ama burada bir uyum sorunu, bir iletişim sorunu olduğu gözüküyor. 

Kemal Can: Bu sâdece bir iletişim sorunu da değil. Bu hakîkaten bir temel tercih sorunu, siyâsetle ilişki sorunu aslında. Bu, çeşitli biçimlerde çeşitli alanlarda tezâhür ediyor; ama aslında özünde siyâsetle bir ilişki bozulması var. Bu, İmamoğlu’nun Gazete Oksijen’de yazdığı makalede de değindiği, daha yapısal bir şey. Bir iletişim sorunu, bir iletişim kazâsı ya da insanlarla sınırlı bir problem olmaktan daha büyük bir şey.

Ruşen Çakır: Evet, burada bir de şöyle bir şey var tabiî: Mecbûriyetten oraya gitmişler gibi algılayabiliyor insanlar rahatlıkla. 

Kemal Can: “Görev savmak” denir ya. 

Ruşen Çakır: Ekrem İmamoğlu’nun bugün Gazete Oksijen’de yazısının çıkacağını biz önceden öğrenmiştik ve haberleştirmiştik. Tam onun yazısının çıkacağı güne, normalde olmayan bir Akbelen programı kondu. Belki biraz abartılı gibi olacak, ama bir anlamda Kılıçdaroğlu-İmamoğlu rekabetinin bir yansıması gibiydi — neyse. 

İmamoğlu’nun yazısını beklediğimden daha güçlü buldum açıkçası. Kılıçdaroğlu’nun Akbelen ziyâretinden hallice bir şey. “Bir şeyler söylemek lâzım” sözüyle, bir görevi yerine getirmenin biraz üzerinde bir şey yapar diye bekledim; ama konuyu tahminimden daha geniş ele aldığı gördüm. Yazıda, bizim haber başlığına çıkarttığımız “Cesur Demokrasi için Cesur Lider” önermesi var. Tabiî kendini işâret ediyor. Ama bizim epeydir İmamoğlu ile ilgili konuştuğumuz en önemli şey, yeterince cesur olmaması. “Değişim” dedi, tamam. Bir şeyler yaptığını biliyoruz: “İktidar İçin Değişim” başlığıyla açtıkları bir internet sitesi, Zoom toplantısı, her vesîleyle söylediği birtakım sözler, şu bu… Ama bunların hiçbiri, o yazıda yaptığı saptamaları ve önerdiği çözümleri hayâta geçirmeye tâlip bir “Cesur Lider” görüntüsü vermedi. Şimdi belki bunu bir tür, kendisinin bir mîlâdı gibi görecek ve bunun üzerine koymaya çalışacak belki. 

Bilmiyorum katılır mısın? Ama yazının içinde CHP lâfı geçmeseydi de olabilirmiş. Buradan da hareketle şöyle bir şey perspektif çıkabilir: Yazıyı okurken –hani hep Macron örneği veriliyor ya?– “Ekrem İmamoğlu Macron gibi yeni bir hareket mi başlatıyor?” diye okudum: öyle gördüm. Yazının bir yerinde, işin içerisine birdenbire CHP girdi. CHP’ye çok anlam yüklemiş ve anladığım kadarıyla, çok da inanarak değil herhalde. Halbuki o âna kadar söyledikleriyle, o geldiği noktadaki CHP arasında çok büyük bir uyumsuzluk var. Yani bunu nasıl becerecek? Becerebilecek mi? Nasıl yoluna devam edecek? Bir de, birlikte Zoom toplantısı yaptığı isimlerle mi bunu yapacak? Çünkü o isimlerin hepsi, yazıda eleştirdiği hususların birinci derecede aktörüydü. Bir Kılıçdaroğlu eleştirisi var, ama onun ötesinde bir CHP eleştirisi var aslında. Bu kişiler Kılıçdaroğlu ile birlikteydi. Yani onlar olmasa; meselâ Onursal Adıgüzel, Özgür Özel, Tekin Bingöl ya da toplantıya katılan diğer isimler olmasa, Kılıçdaroğlu tek başına yapamayacaktı. Böyle bir sorun var. Ama yine de ilginç bir yazı. Bir de, yazı yazmış olması değişik bir fikir. Ne zamandır böyle bir şey yoktu; genellikle tweet atılır ya da videolar yapılır biliyorsun. Ama yazı daha kalıcı bir şey. İnsanlar bunun içinden alıntı yapabiliyor, olduğu gibi saklayabiliyor. O anlamıyla değişik bir şey yapmış. Ben açıkçası en çok, orada söylediklerini hakîkaten yapmaya çalışacak mı onu merak ediyorum. Bunları gerçekten benimseyerek mi yazdı? Yapmaya çalışırsa da ne kadar başarılı olacak?

Tabiî yazıda birçok başka konu da var. Hepsini hızlıca geçirmiş. Bunları açmak gerektiği zaman ne yapacak? Bu mesele de çok önemli. İlgimi çeken bir şey daha var ve aslında fena bir fikir değil: Şu anda CHP’yi tartışan herkes, aynı zamanda kiminle nasıl ittifak yapılacağı konusunu da tartışıyor. Bu yazıda o konulara girmemiş İmamoğlu. Daha çok, topluma seslenen ciddî bir birinci tekil şahıs yazısı. Bir grubun, bir çevrenin, bir odağın yazısı değil Ekrem İmamoğlu’nun yazısı. 

Kemal Can: Evet, söylediklerinin çoğuna katılıyorum. Senin dediğin gibi, çok genel, kimsenin çok îtiraz etmeyeceği, ama kimsenin de “İşte bu!” deyip sarılacağı şeyler ortaya koymadı İmamoğlu. Hep, “Genel bir problem var ve o problemin çözülmesi için ben önemli bir aktörüm. Ben burada nasıl bir pozisyon alayım?”ı arayan, bunun için zemin yoklayan, kimi zaman elitlerle Zoom toplantısı yaparak, kimi zaman internette halka görüşlerini sorarak bir zemin arayan görüntü verdi. Şimdi, senin de söylediğin gibi, yazılı biçimde bir doküman bu. Henüz bir manifesto olarak târif edilebilecek detayda veya ağırlıkta bir metin olduğu söylenemez. Ama her zaman genelgeçer, herkesin söylediği, söylendiğinde herkesin “Ne alâkası var?” demeyeceği şeylerden ibâret olmaktan biraz daha fazlasını yapabileceğini îmâ eden tonda bir yazı. Zaten yazının sonunda da bu tür açıklamaları ya da muhtemelen yine yazılı biçimde yapacağı çıkışları sürdüreceğini söylüyor. O yüzden belki bir başlangıç metni. 

Bu başlangıç metninde dikkat çeken, senin de işâret ettiğin birkaç tâne nokta var: Birincisi, tabiî burada Macron hikâyesinden de bahsedilebilir. Bu yazıda, Meclis’ten, kurumsal siyâsetten, demokrasiden bahsediliyor; ama demokrasinin kurumlarından fazla bahsedilmeyen, liderliği öne koyan ve birkaç kez bunun partiler-üstü bir içerikte oluşacağı îmâsında bulunan, partileri aşan bir zeminin liderliğine aday olmaktan bahseden, yani CHP’nin genel başkanlığından fazla bir şeyi îmâ eden bir ton var. Ama birtakım problem noktalarına da, sanki oralarda biraz daha bir şey söyleyecekmiş gibi yapan, ama söylemeyen bir tutum da var. Meselâ Kürt meselesi ve Alevi meselesi kapanmamış yaralar ve bu konuda cesâretle yaklaşılması gereken meseleler olarak işâret ediliyor. Meselâ birkaç yerde, emekten yana ya da “kamucu politikalar” denilerek belli bir küçük sinyal veriliyor. Ama bu bir çerçeveye bağlanmıyor. Söylediğin gibi, demokrasi eksikliği sorunu da bir sistem sorunu olarak tartışmaya açılmıyor. Hattâ ondan hiç bahsedilmiyor ve liderlik vurgusuna önemli bir pay ayrılıyor; birkaç kez güçlü biçimde liderlikten bahsediliyor. Bunların verdiği birtakım işâretler var. Bunların devâmında, senin de söylediğin gibi, özellikle cesârete bir vurgu var. Hem genel politik tavır açısından bâzı meselelere yaklaşımda cesâret, hem de aslında galiba bu liderliğin gerektirdiği ve adım atmaktan imtinâ ettiği için kendisinde eksik bulunan şeyi tamamlamak için, bunun farkında olduğunu ve bunun gerekli olduğunu bildiğini gösteren birkaç cümle de vurgu var. 

Bu çerçeveden bakınca, ben daha çok şöyle bir şey görüyorum: Meselâ birkaç vesîleyle altını çizdiği ve belki en çok ayrıntıya girdiği yerellik meselesi var. Kendisinin bir yerel yönetici olduğu ve bir başarı çerçevesi olarak 2019 seçimiyle –hem onun dışındaki herkesin ona atfettiği bir başarı olarak, hem kendisi de bu atfedilmiş başarıyı üstüne giyerek–, bir tür, yerelliğin her şeyi çözecek bir araç olabileceği vurgusu var. Ekonomiden başlayarak her şeyin, “yeni siyâsî mîmârî’’ dediği şeyin yerelden başlayarak gelişeceği ve böyle kurulabileceğine ilişkin bir genel vurgu var. Meselâ pek çok konuyu bir iki cümleyle geçiştirirken, yerellik meselesine biraz daha ağırlık vermiş. Bu, hem kendi pozisyonuyla hem de kendisine biçilen misyonla ilişkili bence. 

İkincisi: O partiler-üstü ittifak iddiası ve güçlü liderlik motifi. Bu da önemli bir biçimde, çok ağırlıklı yer almasa bile altı çizilmiş konulardan biri. Biraz önce konuştuğumuz, “Siyâset partilerle sınırlı bir alan değildir. Siyâset, toplumun bütününe ilişkindir, her aşamasında vardır” meselesinde, bu demokratikleşme ve siyâsetin demokratikleştirilmesi hikâyesini, siyâsetin başka türlü ele alınmasını, bu anlamda partiler-üstü bir içerikte düşünmek gerektiğini vurgulayan bir nokta var. Ama bu partiler-üstülük meselesinin, liderliği besleyen bir şey olarak mı, demokrasiyi derinleştiren bir şey olarak mı kurgulandığı hâlâ biraz muğlak kalmış durumda. 

Senin söylediğin gibi Kürt ve Alevî meselesine değiniyor. Bence bunun, özellikle Kılıçdaroğlu’na karşı bir tür pozisyon alırken, ya da bu son seçimdeki ittifak çerçevesine ilişkin toptan bir karşıtlık ifâde etmemek için özellikle işâret edilmiş gibi durduğunu söyleyebiliriz. Burada yine cesâretten bahsediyor ve bu konuları cesâretle ele alacak bir liderliğin ve kararlılık irâdesinin gerektiğinden bahsediyor. Kimlik siyâsetini, kutuplaştırmayı kıracak şeyin de bu olduğunu söylüyor. Ama herkesin beklediği ve “İmamoğlu harekete geçti” dedirtecek şeyle ilgili, bu metinde hâlâ önemli ölçüde ketum diyebiliriz.

Ruşen Çakır: Artık herhalde önümüzdeki günlerde tempolu bir şekilde bir şeyler yapacaktır. Aslında bu yazı kendisini iyice bağladı, artık kaçışı yok. 

Kemal Can: Bu yazı, problemleri işâret edip, “Bir şey yapacağım” deme yazısı. Dediğin gibi, bağlayıcılığı olan bir manifesto değil, neye bağlı olduğunu açıklayan bir şey değil; ama bir şey yapmaya kendisini bağlayan bir metin olarak değerlendirilebilir. 

Ruşen Çakır: Öğrendiğim kadarıyla, İmamoğlu yazıyı kendisi yazmış. Tabiî birtakım destekler almıştır; ama bizzat yazmış. Liderler genellikle önüne gelen bir metinde ekleme çıkarma yaparlar. Anladığım kadarıyla yazının çatısını bizzat İmamoğlu kurmuş.

Neyse, şu para meselelerine biraz girelim. CHP Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, Halk TV ile CHP arasında yapılan protokolün tektaraflı feshedildiğini açıkladı. Ama bunu söylerken protokolü de ifşâ etmiş oldu aslında. Bu protokol, yıllardır süren, şimdiki Halk TV yönetimin öncesine dayanan, kanalı satın alanların da devraldığı ve çok da şikâyetçi olmadığı bir protokol. 

Kemal Can: Sektördeki herkesin senelerdir bildiği, kaç seçimdir uygulanan bir şey.

Ruşen Çakır: Buna “Açık Sır” denilir. Ama protokol iptal edildi. Bu protokol, CHP’nin grup toplantılarının, haberlerinin ve basın açıklamalarının Halk TV’de yayınlanmasıyla ilgili bir sözleşme. Herhalde benzer anlaşmalar yapmış olan başka kanallar da var galiba; ama iptal edilen şimdilik Halk TV. Haber değeri olsun olmasın o faaliyetleri canlı veriyorlar. Yani para karşılığı, tam sponsorlu yayın gibi bir şey. Anlaşıldığı kadarıyla bayağı yüklü miktarda paralar. Bu paralar o kanallar için çok hayâtî ve CHP, Eren Erdem, bu anlaşmanın iptal edildiğini açıkladı.  

Bu açıklamanın ardından bir tartışma başladı; birçok kişi topa girdi. Oda TV’nin bu konuya dâhil olması da ilginç. “CHP’den para alan gazeteciler” deyip, kendi eski çalışanlarının da adını zikrederek rakamlar verdiler. Sonra Kılıçdaroğlu peş peşe, Sözcü’den, Cumhuriyet’ten gazetecileri arayıp merâmını anlatmaya çalıştı. Eren Erdem Habertürk’te canlı yayına çıkıp olayı tekrar anlatmaya çalıştı. Ama ortalık karıştı. Bu arada Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu, Fatih Altaylı ile yaptığı söyleşide çıkıp hem kendini savundu, ama aynı zamanda birilerini suçladı. Kaotik bir durum. Muhâlefetin alanında da bir medya havuzu olduğu ortaya çıktı. Tabiî ki iktidârın havuzuyla kıyaslanamayacak bir şey; ama muhâlefet kanalında da böyle bir al-ver ilişkisi olduğu ortaya çıktı. 

Faruk Bildirici’nin bu konuyla ilgili yazısını görmüşsündür. Bir siyâsî partiyle bir haber kanalı arasında “parasal ilişki” kurma meselesi çok önemli. Ama insanlar şunu anlamıyor: Meselâ geçenlerde bir yayınımda, CHP bize az reklam verdi dedim. AKP troller, söylediğimi, “CHP bize para verdi” diye çarpıttılar. Halbuki reklam zaten açık, görünen bir şey. 

Kemal Can: Sâdece AKP trolleri çarpıtmıyor, başkaları da çarpıtıyor. 

Ruşen Çakır: Evet, başkaları da yapıyor. Reklamı az verdiklerini söylediğin zaman olay oluyor. Halbuki sonuçta reklam, görünen bir şey. Bu para almak değil; reklam almak diye başka bir şey var. Advertorial dediğimiz, haber gibi yazılan, ama reklam olduğu belirtilen işler de var. Böyle tuhaflıklar ortaya çıktı. Bu arada bu olaylar çıktıktan sonra duydum: YouTube’da da birileri para verilmesini teklif ediyormuş. Yani para alıyormuş. Özellikle seçim öncesinde siyâsetçileri ekrana çıkartırken bile para isteniyormuş. Ben çok ilgili değilim, ama son yerel seçimde bizim muhâbir arkadaşlarımız adaylarla konuşmaya gittiğinde, adayların danışmanları bütçe soruyordu. Birkaç yerde oldu bu. Muhâbirlerimiz de, “Bize bütçe soruyorlar, nedir bu bütçe?” diye bana sordular. “Yayına çıkarmak için kaç para istiyorsunuz?” demekmiş bu. Yayına çıkartacağı ya da röportaj yapacağı kişiden para istemek çok normalmiş meğer — bunu öğrendim. YouTube’da da birtakım insanların, adayların, parti sözcülerinin de para karşılığı çıktıkları olmuş meğer. Benim bunları anlamam hakîkaten mümkün değil. Sponsorlu yayın değil, para alıyorsun. Diyelim ki bir belediye başkanını yayına çıkartıyorsun ve karşılığında para alıyorsun. Bu acayip bir şey. Bir yerinde bunu bir şekilde söyleyebilmen lâzım. Niye söylemiyorsun? Ayıp olduğunu bildiğin için söylemiyorsun. Yani “Sayın bilmem kim yayınımızın konuğu. Bu yayın için kendisinden 10 bin lira aldık” diye başlayan bir yayın olur mu?

Sonuçta öyle bir hâle geldi ki, “herkes birbirinden suçlu” gibi bir ortam oluştu. CHP Halk TV ile olan sözleşmesini lağvediyor? Neden? Çünkü Halk TV’de kendi aleyhine yapılan yayınlardan rahatsız oldukları için lağvediyor. “Niye bu sözleşmeyi yapmıştın?” konusunda da bir açıklama yapmıyor. Bir de, “Zâten Sayıştay denetiminde’’ deyip işin içinden çıkıyor. 

Kemal Can: “İş niye bu hâle geldi?” meselesi şöyle cereyan ediyor aslında: Bence bu, bir arınma, bir yanlıştan temizlenme, siyâsetin finansmanı ya da siyâsetin iletişimi açısından paranın kullanımı meselesiyle ilgili bir özeleştiri süreci ya da bir politika değişikliğiyle yaşanmıyor. Sonradan yaşanan tartışmalardan da görüyoruz ki bu, yine oradaki grupsal kapışmaların, kimi akçalı kimi politik çıkar çatışmalarının sonucunda bir şey ortaya çıktı; tıpkı pek çok yolsuzluk ve benzeri şeyin ortaya çıkma nedeni gibi. Aralarında bir problem çıkıyor ve birbirlerini suçlamaya başlıyorlar ve oradan anlıyoruz ki acayip bir çark işliyormuş. Hemen her yolsuzluk hikâyesi önümüze böyle geldi. Çok alâkasız biçimde, o tarafların, o çarkı döndürenlerin arasındaki bir gerilim ya da çatışma, birdenbire…

Ruşen Çakır: Burada sözünü keseceğim. Gençler bilmez, ama meselâ meşhur İSKİ yolsuzluk skandalı, İSKİ Genel Müdürü’nün aldattığı karısından boşanmak istemesi ve karısının yolsuzluğu şikâyet etmesiyle ortaya çıkmıştı. 

Kemal Can: Evet. Geçtiğimiz günlerde bir AKP milletvekili ve bir rektörün isminin de karıştığı yine bir başka acayip hikâye oldu. Neredeyse bütün hâdiseler böyle geliyor önümüze. Hattâ Sedat Peker ifşaatları da böyle. Bir sürü konunun içerisinde yer aldığı olayları, sonra problem olduğu için anlatmaya başladı. Biz de böyle öğrendik. Bu protokol hikâyesi de öyle bir şey

Bu, senelerdir sektörün içinde olanların, siyâset esnafı olanların da, iletişim sektörü patronajının da veya birazcık onların elitlerinin de bildiği ve döndürdüğü bir çark zâten; böyle dönüyor. Zâten Türkiye’de senelerdir siyâsetin finansmanı, siyâset iletişimi, bu iletişimde paranın kullanımı, bu finansmanın tekrar siyâsete dönüşü çok kirli, çok rahatsız edici. Ahlâk dışı olmanın ötesinde, siyâsî olarak da problemli biçimde yaşanıyor. Zâten yayıncılık alanının bütününde, haberciliğin yaşadığı problemlerin tamâmında bunu görüyoruz. Bu, iktidar tarafında başka türlü işliyor. Muhâlefet de, daha başka bir ölçekte bir benzerini üretmiş bunun. Buradan bunu anlıyoruz. Yani, nasıl iktidar sağladığı iktisâdî imkânlar dolayısıyla belirli yayınları yönlendirme ya da yönetme gücünü elinde tutuyorsa, muhâlefet de kendi medyasının içerisinde benzer bir ilişki kuruyor ve dolayısıyla bununla ilişki kuran kanallar, yapılar, insanlar oluşmuş. Bu, kendi aralarındaki bir problem ayyûka çıkınca ifşâ oldu. Bu, bir özeleştiri, bir politika değişikliği ve “Bunu bir konuşalım, bu yanlış bir iş” diye ortaya çıkmadı. Sonra da birbirlerini suçladıkları, birbirlerini ihbar ettikleri bir şeye dönüştü. 

Dolayısıyla şu anda ilişkinin ya da çarkın kendisinin kirli olduğu gibi, tartışmanın kendisi de kirli bir hâle geldi. Çünkü öyle bir içerik kazandı ki herkes, herkesle ilgili îftira, suçlama veya çamur atma hamlesine sâhip. Meselâ sen, “AKP çevreleri benim ‘CHP az reklam verdi’ lâfımı çarpıtarak kullanmış” dedin ya? Ben başka çevrelerden de, “Ruşen Çakır kendisi söyledi” dendiğini duydum. Sen Kılıçdaroğlu’ndan para almışsın, sonra da bana vermişsin. Ben de Kılıçdaroğlu’nu desteklemişim. 

Ruşen Çakır: Sen de mi işin içindeymişsin? 

Kemal Can: Tabiî. Ben de almışım. “O niye onu desteklemiş? Demek ki para almış” diye kolaylıkla herkes için kullanılabiliyor. Dolayısıyla bu tür ilişkilerin bütün çarklarının işliyor olması, bu çarkların dışında kalanları da içine çeken bir anafora dönüşüyor. Çünkü herkes böyle akıl yürütmeye başlıyor. Sizin muhâbiriniz yayına çıkartmak için gidiyor, “Kaç para istiyorsunuz?” diyen biriyle karşılaşıyor. Çünkü bu anormallik normalleşiyor ve herkes, herhangi bir fikri ileri süren herkesin bunu bir çıkar karşılığı yapmış olabileceği, zâten bunun böyle olduğu varsayımı üzerine bütün alanı kirleten bir hâle dönüşüyor. Bu, siyâset için de, medya için de geçerli Çünkü iki tarafın ilişki alanında oluşan bir hatâlı işleyiş ya da yanlış işleyen bir çark, iki tarafı da ezerek ya da zehirleyerek ilerliyor. 

Ama dediğin gibi, bu, son düzlüğün meselesi değil, çok eski yıllardan îtibâren başlamış. Siyâseti yeniden tanımlarken en başta düşünülmesi gereken şey, siyâsetin finansmanı meselesi. Çünkü bugün “değişim” iddiasının aktörü olmaya aday olanlar ya da onları destekleyenlerin çoğunun da, bunu birinci derecede düşünmesi gerekiyor. O siyâsetin finansmanı meselesi, “Nasıl oluyor da oluyor, siyâset nasıl finanse ediliyor ve siyâsetin finansmanı siyâset yapma biçimini nasıl belirliyor?” Bunu hakîkaten iyi düşünmek lâzım. Bu tür olaylar ne yazık ki böyle birtakım kavgalara, silkelenmelere yol açıyor. Ama gerçek bir arınmaya, bir yanlıştan dönmeye yol açması için, bu tartışmaların içerikli, anlamlı, sâhici tartışmalara dönmesi gerekiyor.

Ruşen Çakır: Öyle bir ihtimal yok Kemal, hiç boşuna heveslenme.

Kemal Can: Biz bildiğimizi yapalım, onlar da anlatsınlar.

Ruşen Çakır: Söylenecek çok şey var, ben geçen gün izleyicilerle birlikte yaptığım yayında biraz söyledim gerçi. Lâfları alıp eğip büküyorlar, her türlü şeyi yapıyorlar; ama sonuçta para alıp haber yapmak ya da yapmamak… Bir de böyle bir şey var: Para alıyorsun ve bir şeyi yapmıyorsun. 

Kemal Can: Tabiî: Yapmak için almak ya da yapmamak için almak. 

Ruşen Çakır: Bunlar öteden beri olan ve siyâsî ayrım da gözetmeyen bir olay olarak karşımızda. Burada noktayı koyalım Kemal. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.