Ruşen Çakır, izleyicilerin katılımıyla değerlendirdi: Türkiye’de medya-siyaset ilişkileri

CHP’nin Halk TV ile yaptığı reklam anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesinin ardından başlayan tartışmalar devam ediyor. Halk TV yetkilileri, CHP’nin kendilerine sansür uyguladığını; CHP ise Halk TV’nin sözleşmedeki taahhütlerine uymadığını söylüyor. Taraflar arasında yaşanan bu tartışma, Türkiye’de medya ile siyaset arasındaki ilişkiyi bir kez daha gündeme getirdi. Ne kadar etik? CHP ne yapmaya çalışıyor? Ruşen Çakır, sizlerden gelen soru ve yorumlarla değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Cenk Narin

Merhaba, iyi günler. Ne kadar ilginizi çekecek bilmiyorum, ama bu konuyu sizlerle berâber konuşmak istedim, çünkü aslında söylenecek çok şey var. Siyâset-medya ilişkisi öteden beri hep tartışmalı bir konu olageldi ve uzun bir süredir iktidârın medya üzerindeki denetimi üzerinden ve “havuz medyası”, “yandaş basın” falan gibi olaylar üzerinden artık bir kabulleniş oldu. Ama son dönemde, özellikle seçim yenilgisinin ardından muhâlefette de siyâsetçi-medya ilişkilerinin hiç de sağlıklı olmadığı çorap söküğü gibi ortaya çıkmaya başladı. Çok ilginç şeyler yaşanıyor. Karşılıklı suçlamalar, iddialar, açıklamalar var. Meselâ bunların en önemlisi tabiî ki CHP’nin Halk TV’yle yapmış olduğu anlaşmayı tek taraflı lağvetmesi oldu. Bu anlaşma neydi? CHP’nin Halk TV’yle yıllardır yaptığı bir anlaşma, son dönemin anlaşması değil. Burada ne yapıyor? CHP’nin grup toplantılarını, basın toplantılarını Halk TV yayınlıyor. Canlı olarak yayınlama yükümlülüğünü üstleniyor ve bunun karşılığında her yıl bayağı yüklü bir para alıyor ve bütçesinin çok önemli bir ayağını oluşturuyor. “Alan memnun, satan memnun” bir durum var. Ama bunun gazetecilikle ne derece bağdaştığı tartışmalı — bana göre bağdaşmıyor. İşte bunların hepsini bugün konuşmak istiyoruz. Nasıl yapacağız? Benim ve Medyascope’un YouTube sayfalarından “chat” bölümlerine, sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazabilirsiniz. Çok çetrefil bir konu. En son olarak, bugün Murat Ağırel, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Kemal Kılıçdaroğlu’yla yaptığı bir konuşmayı aktardı. Daha doğrusu, önceden olduğu gibi gibi, yazısında Kılıçdaroğlu’na bir çağrıda bulunuyor: Kılıçdaroğlu’na atfedilen, para alan gazeteciler iddiasını açıklaması için. Kılıçdaroğlu, Ağırel’i arayıp onunla konuşuyor ve o konuşmanın bir yerinde de çok açık bir şekilde Oda TV’yi suçluyor. Oda TV’nin kimden para aldığının, nereden para bulduğunun araştırılması gerektiğini söylüyor. Buna karşılık, Oda TV ve onun shibi Soner Yalçın da Kılıçdaroğlu’na tam tersi suçlamalar yaptı. Eski Oda TV çalışanları Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun da adları geçirildi. Çok karman çorman bir olay var, ama şu âna kadar ortaya çıkan şeylerin hepsine baktığımızda, meselâ Halk TV’nin sâhibi Cafer Mahiroğlu da Fatih Altaylı’yla bir yayın yaptı, orada bir şeyler söyledi. Baktığımız zaman, aslında herkesin bir şekilde sorumlu olduğu kötü bir düzen var. Muhâlefetin medyayla ilişkisi konusunda çok ilginç ve acı birtakım gerçeklerle karşılaşıyoruz. Bir not düşeyim: Bu akşam saat 19.00’da Kadri Gürsel’le bir yayın yapacağım ve o yayında da bu konuyu Kadri Gürsel’le uzun uzun konuşmayı düşünüyorum. Daha doğrusu Kadri’nin bu konudaki görüşlerini de almak istiyorum. Herhalde onun da anlatacakları vardır. Kadri, aynı zamanda uluslararası basın kuruluşlarında üst düzey görevler üstlenen bir gazeteci olduğu için, gazetecilik-siyâset ilişkisi konusunda belli duruşu ve görüşleriyle, ilişkileriyle önemli bir isim. Onu da saat 19.00’da izleyebilirsiniz. 

Kazım Öztürk: “İki taraf akitleşmiş ve bunu alenîleştirmiş, onda sıkıntı yok. Biz biliyorduk da, ana akım yandaş medyanın gizli kapaklı ilişkileri sıkıntılı değil mi Ruşen Bey?” Tabiî ki böyle, ama şunu söyleyeyim: Zâten iktidârın medyası hiçbir şeyi gizlemiyor; artık “yandaş” lâfını da benimsemiş durumdalar. Orada zâten her şey tâlîmatla: Sorular gidiyor, önceden sorular veriliyor; sonra uçağa binmeden de o sorular soruluyor. Belli insanlar uçağa alınıyor. Meselâ Erdoğan bir şey konuştuğu zaman, aynı anda bütün kanallar bunu veriyor vs.. Bunu zâten biliyoruz; burada da çok büyük paraların döndüğünü biliyoruz ve bir yerden sonra kanıksadık. Bağımlı bir medyadan bahsediyoruz. Demirören Grubu’nun Doğan Grubu’nu nasıl Ziraat Bankası aracılığıyla satın aldığı biliniyor. Sabah Grubu’nun nasıl el değiştirdiği konusunda “beşli çete” diye adlandırılan şirketlerle ilişkili birtakım şeyler dile getiriliyor. Ama bunlar belli bir yerden sonra kanıksandı ve şimdi karşısındaki medyanın da, onun kadar olmasa da, farklı yöntemlerle birtakım ilişkiler içerisinde olduğu, gazeteci-siyâsetçi ilişkisinin sınırlarının aşıldığı ortaya çıkıyor. Yani hiçbiri diğerini aklamaz. İktidar medyası cehâhında iktidârın kendi medyasıyla kurduğu ilişkilerdeki sakatlıklar, muhâlefetin kendisine yakın gördüğü medyayla sakat ilişkiler kurmasını meşrûlaştırmaz. Ben bu görüşteyim. Yani orası yanlış, burası da yanlış. Dozları farklı olabilir, yöntemler farklı olabilir. Hepsini birden değerlendirebilmek lâzım.

Bir izleyicimiz demiş ki: “Hüsnü Mahalli’nin açıklamasını gördünüz mü? ‘Seçimlerde seçmenin morali bozulmasın diye yüzde 60 dedik’ dedi. Ruşen Bey, siz de bizlere inanmayarak mı ‘Kemal Bey kazanıyor’ dediniz.” Vallahi Hüsnü Mahalli’nin açıklamasını görmedim. Nerede yapmış olduğunu da bilmiyorum. Onun ne dediğini bilmiyorum, açıkçası çok da önemsemiyorum. Benim böyle bir durumum yok. Kazanmayacağını bilmeme rağmen moral bozulmasın diye bir şey yapmak… Böyle bir şeyi niye yapayım ki? Gazetecinin böyle bir yükümlülüğü yok. “Şunun morali bozulmasın, şu morallensin, moral kazansın” diye, inanmadığımız şeyleri söylersek bu iş yapılmaz yani. Çok anlamsız bir şey. Benim anladığım gazetecilik böyle bir şey değil. Başkaları yapmış olabilir, bilemiyorum; ama benim açımdan böyle bir şey söz konusu değil. Fakat şunu söyleyeyim: Siyâsetçilerle kurulan ilişkilerde mesâfe kaçırılırsa, o zaman tek tek birey olarak gazeteciler ya da medya kuruluşları birtakım gerçekleri görmemek ya da çarpıtmak yoluna gidebiliyorlar — esas sorun bu. Meselâ önemsiz bir şeyi önemsemek, önemli bir şeyi önemsiz gibi göstermek… Bütün bunların hepsi gazeteci-siyâsetçi ilişkisindeki mesâfenin kaçması durumunda çok ciddî bir şekilde gündeme gelebiliyor ve bu da tabiî ki vatandaşın haber alma özgürlüğüne yönelik bir tehdit. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Bence önemli olan meblağ. CHP para mı akıtıyor, yoksa mâkul bir reklam parası mı alıyor?” Şimdi, reklam ayrı bir şey. Her parti bir şekilde, belediyeler, şunlar bunlar ya da onlara bağlı şirketler reklam verebilirler. Bunu yaparken de kendisini yakın gören medya kuruluşlarını tercih edebilirler. Bu bir yere kadar anlaşılır bir şey; ama burada Halk TV’yle iptal edilen protokol, reklam anlaşması değil. Burada çok önemli bir fark var. Şöyle bir şey bu anlaşma: Size parti para veriyor, siz de haber değeri olsun olmasın partinin istediği birtakım faaliyetlerini canlı olarak yayınlıyorsunuz. Burada reklam yok. Sizden kuşak satın alıyor bir anlamda. Normalde bir yayın kuruluşunun, bir haber kanalının bir parti grubu toplantısını ya da bir parti sözcüsünün yaptığı basın açıklamasını vs. yayınlayıp yayınlamaması tamâmen oradaki editoryal bir tercihtir ve temel kıstas da esas olarak haber değeridir. Siz hiç sevmediğiniz birisinin bir açıklamasını da haber değeri olduğu için pekâlâ yayınlayabilirsiniz; ama burada kurulmuş olan ilişkide, burada yapılmış olan protokol –ki yıllardır sürüyormuş– anladığım kadarıyla sâdece Halk TV’yle yapılmış bir protokol değil; ama son dönemde Halk TV’de CHP merkezine yönelik eleştiriler çok çıkınca, Halk TV ile olan bu protokolü CHP yönetimi, Eren Erdem’in Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olmasıyla birlikte tek taraflı olarak lağvetti. “Artık size reklam vermiyoruz” çıkışı değil. O ayrı bir şey olabilir. Böyle açıklamazlar; ama veriyorlarsa reklamları bâzı yerlere, artık oraya vermezler — ki bunu yaptılar. Seçim döneminde de yaptılar. Bunu gördük. Ama buradaki mesele, reklam anlaşması değil. Buradaki mesele birtakım parti faaliyetlerinin haberleştirilmesi, para karşılığı yayınlanması meselesi. 

Şimdi normal şartlarda CHP’nin CHP TV diye bir televizyonu olsa ve oralarda bunları yayınlasa kimse bir şey demez; ama oradaki sorun şu: CHP TV’ye insanlar niye baksın? Ama Halk TV popüler bir kanal ve CHP tabanının da fazla ilgi duyduğu bir kanal. En ideali, oraya parası neyse verip bunları yayınlama garantisi almak. İşte sorun burada çıkıyor. 

Deniz Şahin: “CHP baştan ‘Biz bağımsız medyayı destekliyoruz” diyerek Halk TV gibi kanalları ayakta tutacak anlaşmalar yapabilirdi bence; ama bunu yapabilmeleri için gerçekten bağımsız olmaları lâzım.”

Çakır: İşte sorun zaten bu: Bağımsız olabilmek. Yani değişik kişilerin ya da kurumların, kurum bağımsızlığına karışmadan, bağımsız olarak var kalabilsinler diye medya kuruluşlarına birtakım destekleri olabilir. Ama siz bunu bir bağımlılık ilişkisine dönüştürürseniz, o zaman sorun çıkıyor. Ne oluyor? Para veriyorsunuz meselâ; vereceğinizi söylüyorsunuz ya da reklam vereceğini söylüyorsunuz. Ondan sonra diyelim ki sizi rahatsız eden birisi konuk oluyor. Hemen tâlîmat veriyorsunuz. O reklamları durduruyorsunuz. Dolayısıyla burada sizin desteğiniz bu kurumun bağımsız olması için değil, size bağımlı olması için yapılan bir destektir — bu ortaya çıkıyor. 

Muharrem Palaz diyor ki: “Eren Erdem, ‘Canlı yayın ve reklam tanıtım sözleşmesi gereğince Genel Başkan’ın ve parti sözcümüz Öztrak’ın canlı konuşmaları yayınlanmadı. Bu yüzden feshettik’ dedi. Bu bu bile başlı başına sorunlu bir açıklama değil mi?” Tabiî ki sorunlu. Yani zâten burada şunu söylüyor: “Biz bu kuruma para veriyorduk. Karşılığında bunları bunları yayınlayacaklardı. Bunları bunları yayınlamadıkları için anlaşmayı feshettik”. Kendilerini haklı gösteriyor. Tamam, bu anlamıyla haklı olabilirler, ama buradaki soru şu: Niye böyle bir anlaşma yapıyorsunuz? Niye bir kurum, sizin sözcünüzün her açıklamasını canlı yayınlamak zorunda olsun? Niye bunu satın alıyorsunuz? Bâzılarına göre bu bir sorun olmayabilir; ama aslında gazeteciliğin evrensel ilkelerine göre bakıldığında, bu çok ciddî bir sorun. Meselâ bâzı şirketlerin parayla yaptırdıkları haberler çıkıyor; biliyorsunuz, her yerde çıkıyor. Ama bunların bir yerinde görünür bir şekilde, bunların paralı haber olduğunu duyurmanız gerekiyor. Aslında reklam olduğunu duyurmanız gerekiyor. Bunu duyurmadan yaptığınız zaman, izleyiciyi ya da okuyucuyu kandırmış oluyorsunuz. Birçok kişi bunu yapıyor. Para karşılığı yapıldığını söylemeden, birtakım haberleri sırf para aldıkları için pekâlâ yapabiliyorlar. “Haber” diyorum, ama bunların çok fazla haber değeri yok. Yani bunlar haber değil, aslında reklam. 

Soru: “ ‘Yandaş medya, beterini yaparken muhâlefeti eleştirmek doğru mu?’ fikrine katılmıyorum” demiş Sabah Altınsay. Eleştirmeliyiz ki ilkeler bâkî kalsın. Gün gelecek bu kirlilik bitecek ve ilkelere yeniden ihtiyâcımız olacak.” Evet, tam da bu. Yani benim de başta söylediğim gibi, “Onlar yapıyor, onların yapıyor olması bu yapılanları da meşrûlaştırır ya da mâzur görmemizi sağlar” diye bir şey yok. Bakın, şimdi bunlar yansıyanlar sâdece; yansımayan çok şeyler var. Biz piyasanın içinde olduğumuz için biliyoruz. Meselâ yerel seçimlerde çok olur bu: Aday adayları vs.. Muhâlefet partilerini kastediyorum, iktidarda da illâki vardır, kendilerini göstermek isterler, nasıl yapacaklar? Bir şekilde, muhâlif bilinen medya kuruluşlarına çıkmak isterler ve bunların büyük bir kısmının karşılığında para verirler. Yıllardır böyle oluyor. Biz meselâ şöyle şeylere tanık olduk: Geçen yerel seçimler zamanında bayağı bir izlemişsinizdir; İstanbul’da, Ankara’da, tüm Türkiye’de çok ciddî bir yayın yaptık. Gidilen yerlerde muhâbir arkadaşlarımıza, adaylar ya da adayların danışmanları, bir yerde, çünkü hemen hemen gittiğimiz her yerde, iktidardan olsun muhalefetten olsun doğrudan adaylarla görüşmeye çalıştık. İktidar adayları ihtiyaç duymadığı için genellikle yanaşmadı, ama muhâlif adaylarla daha çok konuştuk ve onların bâzıları bizim arkadaşlarımıza bütçe sordular. Hattâ çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlarımız bizi aradılar: “Ya! Bize ‘bütçe’ diyorlar. Ne diyorlar aslında?” diye sordular. Burada bütçeden kasıt: “Kaç para istiyorsunuz?” 

Demek ki bunu birileri yapıyor. Bu aslında çok yapılan bir şey. Yıllardır yapılan bir şey. Tabiî o kuruluşlar diyeceklerdir ki: “Bizim bağımsız kalabilmemiz için maddî imkânlara ihtiyâcımız var. İşte bunu da bir şekilde buradan temin ediyoruz.” İşte burada bir sorun var. Yayına çıkarttığınız kişiden onu konuk ettiğiniz için para almanız gibi bir şey olamaz. Şimdi şirketlerle sponsorluk anlaşmaları falan yapabilir kurumlar. Bu da başında sonunda belirtilir; ama siz bir kişiyi alıp, yayına çıkartıp, karşılığında para almaya başladığınız zaman, artık sizin haberciliğinizin bağımsız olduğu asla söylenemez. Bunlar çok zor konular, farkındayım; ama bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor. 

Soru: “Benzeri anlaşmalar YouTube kanallarıyla da yapılmış mıdır ya da ileride yapılır mı?” Yapılmış olabilir. Tabiî ki şu aşamada YouTube kanalları daha geride geliyor. Öteki haber kanalları daha fazla ilgi görüyor. Aslında “YouTube kanalı” diye çok fazla kanal yok. YouTube’da yayın yapan bireyler var, tek gazeteciler var. Medyascope gibi, kanal gibi bir kurum olanların sayısı çok fazla değil. Biz böyle bir anlaşma yapmıyoruz. Yapmaya da niyetimiz yok. Hiçbir zaman yapmadık, yapmayacağız da. Başkalarıyla yapmışlar mıdır bilmiyorum, ama YouTube üzerinden yapılan yayınların etkisi arttıkça herhalde buralara da siyâsetçiler bir şekilde uzanmak isteyeceklerdir — ya da YouTube’da belli bir güç kazandığını düşünen bâzı isimler de siyâsetçilerin kapısını çalıp böyle bir şeyler teklif edebilirler. Kimsenin günahını almak istemem. O anlamda şu âna kadar yansımış herhangi bir şey yok; ama piyasayı bildiğim kadarıyla, buna teşne olabilecek çok insan bulunduğunu da açıkçası söylemek lâzım. Yapıp yapmadıklarını bilmiyorum.

Deniz Şahin diyor ki: “Bence muhâlif seçmenin birinci görevi bundan sonra muhâlif partileri şeffaflığa zorlamak.” Evet, şeffaflık; en önemli konu bu: Şeffaflık. Siz nereden neyi nasıl sağlıyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? Bütün bunları bir şekilde söylemeniz lâzım. Bize, Medyascope’a fon aldığımız için çok büyük suçlamalar yapıldı biliyorsunuz ve biz başından îtibâren de bu suçlamalara karşı şeffaflığımızla cevap verdik. O yapılan suçlamada anılan kurumların hepsinin adı bizim künyemizde zâten başından beri vardı. Yaptığımız, bütün hesaplarımız açık bir şekilde ortada ve en önemlisi: Bize fon veren bu kuruluşlarla içerik husûsunda hiçbir sözleşme yapmış değiliz. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Bizim bağımsız olarak var kalmamıza destek veren kuruluşlar, özellikle yabancı vakıflar, bizim yayın politikamızla ilgili herhangi bir şeye kesinlikle karışmıyorlar. Karışmaları söz konusu olsa, biz zâten bu ilişkileri bozarız. Burada önemli olan, sizin gazeteciliğin birtakım evrensel ilkeleri içerisinde hareket edip etmemenizdir. Buradan saptığınız zaman, insanlar sizi sorgulayabilmeliler. Bizim en büyük hassâsiyetimiz bu. Bu anlamda şeffaflık herkes için geçerli. Muhâlif partiler ve muhâlif olduğunu söyleyen medyanın da bu anlamda şeffaf olması gerekiyor. 

Güray Gür: “Ben Atina’dan yazıyorum. 40 yaşında başbakanlık yapmış olan bir kişi, yapılan seçim sonucunda kaybedilince, siyâsetten çekilerek istifâ etti. Dedelere, amcalara duyurulur.” Kılıçdaroğlu için söylenen bir şey. Şu anda zâten ilginç olan, bu medya meselelerinin bu kadar gündeme gelmesi, aslında Kılıçdaroğlu’nun seçim yenilgisinin ardından bir şekildeliderliğini koruma çabasıyla ilgili bir şey. Şu hâliyle bakıldığı zaman, parti içerisinde Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştiriler var; ama hep belli bir ölçüde. Fakat buna karşılık “muhâlif” olarak tâbir edilen medyada Kılıçdaroğlu’na karşı çok sert eleştiriler ve istifâ çağrıları da yapıldı. Bir yayında buna değindim biliyorsunuz. İstifâ çağrıları bana göre gazetecilerin işi değildir; ama eleştiri tabiî ki herkesin yapabileceği bir şey. Kılıçdaroğlu ve ekibi de kendilerine yönelik bu baskıyı azaltmak için bir anlamda medyayla hesaplaşmaya girdiler ve eski defterler açılmaya başlandı. Olay büyük ölçüde böyle cereyan ediyor. 

Soru: “Bâzı iddialara göre seçim zamanı YouTube yayıncıları da milletvekili adaylarını

kanallarına çıkarırken para almışlar. Eğer iddia doğruysa, bu yapılan doğru mudur, etik midir?” İddia doğru mudur bilmiyorum. Kimler yapmıştır? Yani kimler hakkında iddia vardır bilmiyorum; ama yapılmış olması beni şaşırtmaz ve bu yapılan hiçbir şekilde kabul edilemez. Tamâmen yanlış bir şeydir. Şu olabilir — bambaşka bir şeyden bahsediyorum: Bir kişi, diyelim ki bağımsız yayın yapan bir gazeteciyi izliyor, tâkip ediyor, ona önem veriyor vs.. Ona destek olabilir, mâlî anlamda destek olabilir, mânevî anlamda zâten o ayrı bir şey. Bu olabilir bir şey; ama, “Beni yayına çıkart. Sen zâten iyi gazetecisin, beni yayına çıkartırsanız size para veririm” demesi yanlış olur. O gazetecinin de bunu kabul etmesi yanlış olur. Orada çok büyük fark var. Bir şeyin haber değeri taşıması, aslında çok abartılı gelebilir ama, kutsal bir şeydir. Siz bunu birine teslim ettiğiniz zaman, bir çıkar uğruna bunu yaptığınız zaman sizin gazeteciliğiniz sorgulanır. Dolayısıyla kabul edilebilir bir şey değil.

Soru: “Medya-siyâset ilişkisi ülkemizde bilgi ve haber üretmenin ötesinde, globalleşen medya siyâset kültürüne dönüştü ve medya ahlâkı ve ahlâklı siyâset gibi kavramları ortaya çıkardı” demiş Ruken Kaya. Evet, “ahlâk” demiyorlar artık biliyorsunuz. “Etik” diyorlar daha çok. “Bu etik değil” deniyor. Etik lâfını çok kötü kullandığımızı da söyleyebilirim. Evet, bu dünyanın tümünde yaşanan bir olay; ama özellikle Türkiye’de çok daha fazla yaşanıyor ve daha da yaşanacağa benziyor. 

Arda Suyar: “Kemal Bey, kampanyada harcanan 360 milyon TL reklam bütçesinin hesabını versin önce” demiş. Vallahi neyi nereye harcadılar açıkçası bilmiyorum. Biz Medyascope olarak herhalde CHP reklam bütçesinin milyonda birini demeyeceğim, ama bayağı azını aldık. Başkaları daha fazla almış olabilirler, bilemiyorum açıkçası, ama şunu söyleyeyim: İktidar, devlet imkânlarını kullanıyor, çok büyük paralar harcıyor, şudur budur, bunların hepsi doğru; ama muhâlefet de, özellikle ana muhâlefet partisi de yoksul değil. Bunu da görmek lâzım. Hazîne yardımı var bir kere ve bayağı bir imkânları var. Dolayısıyla çok büyük bütçeleri kontrol ediyorlar ve bunun önemli bir kısmını da kampanyada reklam için kullandılar. Neyi nasıl kullandılar bilmiyorum; ama çok başarılı olmadıkları seçim sonuçlarından anlaşılıyor. 

Yeşim Aydemir demiş ki: “Önce Meclis’i açık tutmayı becersinler. Basınla sonra uğraşırlar. İyice saçmaladılar” demiş. Evet, şu anda muhâlefetin yapması gereken çok şey var. Özellikle ana muhâlefet partisinin Meclis’i açık tutmayı becermesi… o olacak bir şey değildi, olmadı; ama özellikle zamların ardından bu zamlara karşı bir muhâlefet geliştirebilmek gerek. Şu âna kadar yapılan açıklamalara baktığımız zaman, ortada, “Ülkede çok peş peşe zamlar geliyor ve muhâlefet bu zamları çok iyi bir şekilde kullanıyor. Buradan bir muhâlefet örgütlüyor”diyebileceğimiz bir şey yok. Açık söylemek gerekirse, şu hâliyle medyayla uğraşma meselesi gerçekten garip bir durum. Muhâlefet partilerinin öncelikli meselesi olmaması gerekir; ama demin söylediğim husus önemli: CHP söz konusu olduğunda, Kılıçdaroğlu’nun iktidârını muhâfaza etme gayreti ve bu konuda en büyük saldırıların birtakım medya kuruluşlarından ya da gazetecilerinden geliyor olması. Dolayısıyla esas hedefleri Türkiye’de bir muhâlefeti örgütlemek, şu an için güçlendirmek, düştüğü yerden kaldırmak değil de kendi iktidarlarını korumak olduğu için, bu konuyu öncelikli bir mesele hâline getirebiliyorlar. 

Soru: “Partililerin yanında tekil şahısların da gazetecilere kendi reklamlarını yaptırdığını düşünüyorum. Örneğin T24’te Ertuğrul Özkök’ün magazin içerikli yazıları bile periyodik olarak yayınlanıyor” demiş. Bilmiyorum, T24’e çok bakmıyorum. Ertuğrul Özkök’e hiç bakmıyorum. Olabilir böyle şeyler. Burada kişisel birtakım ilişkiler de olabilir. Yani şimdi bir şahsın yazılarını basıyor olmanın maddî bir karşılığı olmayabilir. Bu farklı bir konu. Burada esas ele aldığımız meseleden farklı bir durum. 

Gökhan Yıldırım: “Sizce toplum, medya-siyâset arasındaki çıkar ilişkilerinin yeterince farkında mı? Bundan sonraki süreçte, ana akım ve yeni medyanın evrim süreci hakkındaki öngörünüz nelerdir?” Evet, çok önemli bir soru sormuşsunuz Gökhan Bey. Bunun üzerine çok şeyler söylenebilir, ama Türkiye’de artık bir ana akım medya kalmadı. Yeni medya bu ana akımın yerini doldurabilir; ama yeni medyanın önündeki en büyük engel de hem siyâsî baskılar, ama esas olarak finansal sorunlar. Bu finansal sorunları aşmada çok ciddî engeller var. Biz bizzat yaşıyoruz. Okuyucu-izleyici katkıları çok sınırlı oluyor. Bunda da ülkenin otoriter bir rejim tarafından yönetiliyor olmasının etkisi var. İnsanlar destek vermeye bile çekinebiliyorlar — hepsi olmasa bile önemli bir kısmı. Dolayısıyla alternatif finans mekanizmaları geliştirmek çok zor oluyor. Yeni medya reklam bulamıyor. “Ya, bunları kim izliyor?” diyenler var. Ya da iktidar yanlısı olmadığı için –çok da muhalif olmaları gerekmez ama–, birtakım sermaye gruplarının bu tür yeni medya kuruluşlarına iktidar havuzunda olmadığı için reklam vermediğini görüyoruz — böyle bir sorun var. Eğer Türkiye’de seçim sonuçları farklı olmuş olsaydı ve Türkiye otoriterlikten bir ölçüde tekrar bir normalleşmeye doğru gidiyor olsaydı, o zaman belki iyiye doğru gidişat olabilirdi. O da olamadı; şu hâliyle bağımsız bir şekilde ayakta kalabilmek isteyenler gerçekten çok zor bir durumda. Hem siz bağımsız bir şekilde ayakta kalmak istiyorsunuz ve bu konuda esas güvenebileceğiniz sizin tâkipçilerinizin imkânları sınırlı ya da onlar belli kaygılar taşıyorlar. Onun dışındaki kurumlar, şirketler vs. de sizinle bir al-ver ilişkisi yapmak istiyorsa, hakîkaten çok zorlanıyorsunuz. Yani öyle şeyler olabiliyor ki, meselâ şimdi Halk TV’nin başına gelen… CHP’nin bu anlaşmayı lağvetmesinden sonra –yani rakamları falan bilmiyorum ama– bence Halk TV ciddî bir şekilde zorlanacaktır. Bunu nasıl aşacaklar? Yani “CHP’nin sizden geri aldığı parayı ya da vermeyi kestiği parayı, biz Halk TV izleyicileri olarak size veriyoruz, aramızda topluyoruz, yeter ki ayakta kalın” demeyeceklerdir insanlar. Dolayısıyla çok zorlanacak birçok kurum. Bir de CHP’yle böyle ilişkisi olan başka kurumlar varsa –ki bence var–, onlar da, “Aman bizimle anlaşmayı kesmesinler” diye çok daha dikkatli olacaklar. 

Tanya Taşçıoğlu Baykal: “Eren Erdem, ‘Kurumsal olarak programlara katılıp katılmama tercihimiz, medya tutum belgemiz doğrultusunda partimizin inisiyatifindedir’ demişti. CHP’nin medya şekillendirmesi mi bu sizce?” “Medya tutum belgesi” diye açıkladıkları şey, kusura bakmasınlar ama, hikâye. Yani böyle “tutum belgesi”, bilmem ne… böyle yürümüyor işler. Tamâmen al-ver ilişkisi üzerinden yürüyor ve yürümeye devam ediyor. Alamadıkları yerlere vermeyi kesiyorlar. Ona da sonra, “medya tutum belgesi” diyorlar vs.. Şimdi Halk TV’ye şuna buna fırçalar atılırken, şeyler kesilirken, birdenbire yazarların sorularını cevaplandırdı Kemal Kılıçdaroğlu meselâ. Tabiî ki Hürriyet’in sorularını cevaplandırmasında bence bir sakınca yok. Keşke hep yapabilseydi; ama öyle bir zamâna denk geldi ki, “Ne oluyoruz ya?” sorusunu sordurttu insanlara. Bir ara meselâ CNN Türk’e çıkmayı yasaklamışlardı CHP’liler. Hâlâ sürüyor mu bilmiyorum. Çok abes işler bunlar. Medyayla ilişkiler konusunda böyle kararlar almak, almaya çalışmak falan… bunlar çok akıl kârı değil. Kılıçdaroğlu seçim öncesinde de yapıyordu, seçimden sonra da yapıyor. Birtakım gazetecileri, isim vermeden “beşli çete”den şununla bununla iş tutmakla falan suçladığını görüyoruz. Şimdi en son Oda TV hakkında bir şeyler söyledi. Bu “beşli çete” zâten çok kullanılan bir şey; ama mesela diyelim ki “beşli çete” diye adı geçen şirketlerden birisi şu anda Akbelen’de bayağı bir şey yapıyor. Orada CHP’nin birkaç milletvekili var, ama açıkçası Akbelen’de ben bir CHP çıkartması görmedim. Yani bu tür şeyler çok kullanılıyor. Buradaki husus şu: “Biz bunlara bir şey veriyoruz. Onlar bize bunu yapıyor”. Yıllar önce Erdoğan’la ilgili bir olay duymuştum. Erdoğan, bir gün bir gazeteci hakkında ters şeyler söylemiş bir yazısından hareketle ve ondan sonra danışmanları demişler ki: “Burada çok fazla bir şey yok”. Erdoğan da, “Ama o daha geçen gün benden bir şey istemişti ve ben de vermiştim.” Tam şimdi detaylarını hatırlamıyorum. Siz şimdi birisine bir şey verdiğiniz zaman… ki siyâsetçiler bunu sever: Size bir şey verirler ve ondan sonra sizi belli bir sınırın içerisinde tutmaya çalışırlar. O siz o şeyi îtirazsız bir şekilde alırsanız, bu sefer yazarken, çizerken, konuşurken dikkatli olmanız gerekir. İşte böyle bir ilişkiyi kurmak istiyorlar ve burada da iktidar muhâlefet çok fazla fark etmiyor. Meselâ aranızın çok iyi olduğu bir siyâsetçi hakkında bir gün eleştirel bir şey söylediğinizde –ki hepimizin başına çok gelmiştir–, size gönül koyar, bilmem ne yapar. Böyle şeyler olur. Size ambargo uygular. Şunu yapar, bunu yapar. Çok zor işler bunlar. 

Ama bütün bu zorluklara rağmen gazetecinin en önemli görevi o mesâfeyi kurabilmesidir. O mesâfeyi kurmak aslında hiç de kolay bir şey değil. Sanıldığı kadar kolay bir şey değil; çünkü siyâset dünyasının cezbedici yönleri hep vardır. Nitekim çok sayıda gazeteci milletvekili olur. Başbakan olan da var — meselâ Bülent Ecevit gazeteciliktendir. Gazeteci olup da milletvekili olan, olmak isteyen çok kişiyi de gördük. Mesela Cengiz Çandar da yıllar sonra oldu. Meslekten çok kişi siyâset yapabiliyor. Birbirlerine komşu meslekler.

Furkan Biçer demiş ki, “Eren Erdem olayından sonra Kılıçdaroğlu’nun AKP’li olduğuna yüzde 100 eminim”. Furkan Bey, abartmışsınız.

Soru: “Bahçeli’nin, ‘Sınıf arkadaşım devam etmezse, Ekrem yerine Özgür derim’ açıklamasını nasıl yorumlarsınız. Sizce ciddî miydi yoksa dalga mı geçti? Ciddîyse, Ekrem Bey’den çekiniyorlar mı?” Devlet Bey burada bir trollemiş ortalığı. Bugün sabah toplantıda arkadaşlarla bu konu konuşuldu. Ben de “Çok da fazla önemsemek doğru olmaz” dedim. Siz de soruyorsunuz. Evet, bir ilgi uyandırmış. Gerçekten ortalığı hafif tertip karıştırdığı muhakkak. Ekrem İmamoğlu’nu herhalde tercih etmeyecektir Bahçeli. Özgür Özel ona daha düşük profilli geliyor olabilir; ama kimi zaman bunları kestirmek siyâsette kolay olmayabilir. Şu hâliyle bakıldığı zaman tabiî ki Ekrem İmamoğlu iktidârı daha fazla rahatsız edecek birisi görünümünde. 

Necdet Perçinel: “Medyascope veya siz kendi değer yargılarınızdan da arınıp bir şeyin haber değeri taşıyıp taşımadığını nasıl karar veriyorsunuz?” Bu, meslekle ilgili bir şey sonuçta, öğreniyoruz. Yanlış yapmıyoruz anlamına gelmez; ama buradaki temel mesele, olaya yaklaşırken haber değeri kıstasından bakıp bakmadığınızdır. Çıkarlarınız, beklentileriniz üzerinden yapmak yerine, haber değeri üzerinden yaparsınız; ama haber değeri verdiğiniz… Bir de şöyle bir şey var. Bir haberin içerisinde çok sayıda unsur vardır. Siz bu unsurlardan iki üçünü öne çıkartırsınız. Başkası başkasını öne çıkartır. Siz ona daha fazla önem verirsiniz, başkası başkasına önem verir ya da bir olayla ilgili birden fazla kişi vardır. Siz o kişilerden A kişini tercih edersiniz, yayın yapmak için görüş almak için. Bir başkası başkasını tercih eder. Bunlar olabilir, ama buradaki husus şu olmalı: “A’yı çıkartalım, çünkü o benim şöyle arkadaşım böyle bilmem neyim”. Böyle önyargılarla ya da sevip sevmemek, destekleyip desteklememek gibi kriterlerle yaparsanız, haber değeri meselesini gölgede bırakmış olursunuz. Tabiî ki, herkesin farklı farklı değerlendirmesi olur, tercihi olur, perspektifi olur. Bir yayın politikası vardır. O yayın politikası etrafında bu tür ayıklamaları, seçimleri yapar. Ama bunu bir al-ver ilişkisi üzerine kurduğunuz zaman sizin gazeteciliğiniz sorgulanır olur. 

Erhan Calbik: “Muhâlif ço sesliliğin karşıtı olan ve de İYİ Parti Masa’dan kalktığında hırpalayan muhâlif kanallar şimdi de silâhı birbirlerine mi çevirdiler? Bu kanalların geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bu kanalların geleceği hakkında ne düşünüyorum? Çok parlak olduğunu söyleyemem. Çünkü “muhâlif kanal” dediğiniz zaman, “muhâlif gazeteci”, “muhâlif kanal”, “muhâlif mecrâ, medya” dediğiniz zaman siz, kendinizi bir yerle eşleştirmiş oluyorsunuz ve kaderiniz o yere bağımlı oluyor. Muhâlefet ne kadar güçlüyse siz de o kadar güçlü oluyorsunuz. Muhâlefet ne kadar câzipse, siz de o kadar câzip oluyorsunuz. Bence kendini “muhâlif” diye tanımlamak çok yanlış bir şey. Hele Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülkede, bağımsız medya için en câzip olanı kutuplar-üstü, hiçbir yere angaje olmadan bu işi yapabilmektir; ama sizin sorunuza baktığımız zaman, bu kanalların hepsi kendini böyle tanımlıyor ve dolayısıyla muhâlefetin şu günkü durumu ve geleceği hakkında yapacağımız akıl yürütmelerle baktığımız zaman, pek fazla bir gelecekleri gözükmüyor. Ne zaman ki muhâlefet silkinir, düştüğü yerden kalkar, o zaman bu medya kuruluşlarının önü de hafif tertip açılmış olur. Bu arada Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan ihraç edilmiş CHP’den. Çok şaşırtıcı değil. Ne yapar? Herhalde kendini göstereceği bir yerler bulur. Onu da not düşelim. Çok şaşırmadım. CHP için de çok büyük bir kayıp olacağı kanısında değilim açıkçası. Onun siyâset yapma tarzı muhâlefetin ihtiyâcı olan tarz değildi diye düşünüyorum. Ama bakalım. Evet, başka bakıyorum. Atladığım şeyler var mı? 

Soru: “Artık gündem belirlemek için Erdoğan’a ihtiyaç yok. Saçma tartışmalarla sürekli gündemde muhâlefet. Bir tânesi Akbelen’e gitmedi. Daha ne diyeyim?” demiş bir izleyicimiz. Evet, bu durumdan herhalde en çok Erdoğan memnun oluyordur. Türkiye bu kadar büyük bir ekonomik cendereden geçerken, ekonomik sorunlar bu kadar ağırken, CHP’nin medyayla kavgası… Şimdi geçen gün şöyle şeyler oldu. İsimsiz bir hesap birtakım gazetecilerin CHP’den para aldığını yazdı. Hattâ rakamlar da verdi ve isimler yazdı. Bu Twitter’da yazılmış bir şey. Bunu Oda TV alıp haberleştirmiş ve burada iki tânesi de kendi eski çalışanları: Barış Terkoğlu ile Barış Pehlivan. Bu da çok acayip bir şey. Kim olduğu bilinmeyen birisinin, neye dayanarak söylediği bilinmeyen birtakım iddiaları… Bu gazetecilik değil. Yani her önüne gelenin attığı tweet’i haber yapmaya kalkmak kadar saçma bir şey olamaz. Burada işte, bakıyoruz ki, “Haber değeri var” diye alıp buna koymuşlar. Halbuki bunun bir haber değeri yok; ama koymuşlar, belli ki bir hesaplaşma var. Hattâ sonra kendilerine de sormuşlar. Onlar da buna cevâben, Oda TV’nin kendisine bakması gerektiğini söylemişler. Nereden bakarsanız bakın, –nasıl söyleyeyim?– tiksindirici bir durum. Her açıdan tiksindirici bir durum ve bugün Murat Ağırel’in yazısına baktığımızda,

Kemal Kılıçdaroğlu da bu topa giriyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, CHP’yle Oda TV arasında bir kavga var, savaş var. Şimdi o kadar çok söylenecek lâf var ki burada — ama şunu söyleyeyim en azından: Dün bir okul arkadaşımla karşılaştım; bana, “Oda TV senden ve Medyascope’tan ne istiyor” dedi. Ben de ona, zamânında Oda TV dâvâsı sürerken bir yazı yazdığımı ve o yazının başlığının “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde” olduğunu söyledim. Mahir Çayan’ın bir sözüdür. Ben çok severim, onu kullanırım. O târihte, Oda TV dâvâsında yargılananlara sâhip çıkarken, ama Oda TV’nin temsil ettiği siyâsî duruştan farklı olduğumu özellikle vurgulamak istemiştim. Ondan beridir –daha öncesi de var, ama esas olarak ondan sonra– bize her türlü fırsatta saldırmayı ihmal etmediler — ki buna o tarihlerde Oda TV’de çalışan “Barışlar” –öyle diyor Kemal Kılıçdaroğlu– onlar da dahildi. Şimdi bakıyorum, o târihlerde Oda TV’nin ve başkalarının bize fon üzerinden, şuradan buradan saldırdıkları zaman hiçbir şekilde bize bir destek vermeyen, en azından geçmiş olsun demeyen vs. insanların şimdi onlarla kanlı bıçaklı olduklarını görüyorum. Bu nedir? 

Bir yanıyla baktığım zaman da aslında uzaktan izlemek daha iyi oluyor. Hakîkaten ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde ve bir yerden sonra da şöyle diyebilirsiniz — ben açıkçası bunu diyorum ve böyle kapatayım: Burada adı geçenler, para alan, parayla haber yapan böyle ilişkiler kuran al-ver ilişkisi kuran gazeteci kişiler gazeteciyse ben o meslekten değilim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.