Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (177): Akşener ne açıklayacak? HDP kongresinden beklenenler & Faiz kararının yankıları

Seçimlerinin ardından sessizliğe bürünen İYİ Parti’de gözler yarın Meral Akşener’in Afyonkarahisar’da yapacağı açıklamalarda. Akşener’in Afyon’da ne mesajlar vereceği, ittifaka devam edip etmeyeceği şu sıralar kulisleri meşgul eden başlıca konu. Peki Akşener kime, ne mesaj verecek? Üçüncü yol tartışmalarına dair cevabı ne olacak? İktidar mı diyecek, yoksa yerel seçimler öncesi iktidarla ittifak mı kuracak?

Merkez Bankası, Hafize Gaye Erkan başkanlığında üçüncü faiz artışını yaptı. Dün (24 Ağustos) yapılan Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında, politika faiz yüzde 25’e çıkarıldı. Böylece faiz, Haziran’dan bu yana bin 650 baz puan artırıldı. İktidar ekonomide rasyonel bir seviyeye yaklaşıyor mu?

Anayasa Mahkemesi’nde hakkındaki kapatma davası süren Halkların Demokratik Partisi (HDP), 27 Ağustos Pazar günü yapacağı kongreyle yeni eş genel başkanlarını belirleyecek, parti yetkili kurullarında da daralmaya gidecek. Kongrede neler olacak? HDP/YSP yerel seçimlere nasıl hazırlanıyor?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Herhalde bu haftanın en önemli olayı, Merkez Bankası’nın dünkü fâiz karârıydı. Merkez Bankası politika fâizini %25’e çıkardı. Sonuçta bir fâiz artırımı bekleniyordu, ama beklenenin de fazlası oldu galiba. Olayın ekonomik yönü bir yana, siyâsî yönü çok ilginç. Çünkü yakın bir zamana kadar “Fâiz sebep, enflasyon sonuç”, “Ben ekonomistim”, “Nass neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, an îtibâriyle Mehmet Şimşek ve ekibini serbest bırakmışa benziyor. Tabiî bu ne kadar sürecek, yerel seçimlere giderken durum değişecek mi onlar ayrı bir konu. Ama birçok şeyin yanında, bana göre en çarpıcı olan husus şu: Erdoğan’ın bu 180 derece dönüşleri. Özellikle dış politikadaki dönüşleri. Tabiî en önemlisi Fethullahçılar’la kurduğu ilişki. Eski müttefikleriyle düşman, eski düşmanlarıyla kolaylıkla müttefik olabilmesi. Değişik zamanlarda bunları çok konuştuk biliyorsun. 

Şimdi bu olay bâriz bir şekilde ortada. Daha önceki Merkez Bankası başkanları, Erdoğan’ın tâlîmâtı ışığında fâiz indiriyorlardı. Uzmanlar, Erdoğan’ın ekonomi yönetimiyle ilgili konularda dinî hükümlere referans vermesininin o dönemde de yanlış olduğunu söylüyorlardı. Ama ekonomi yöneticileri buna, “Türkiye Ekonomi Modeli” diyerek direniyorlardı. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, ortodoks yöntemlersavunuluyor, hayâta geçiriliyor ve buna da kimsenin sesi çok fazla çıkmıyor.

“Muhâlefete muhâlefet yapmayı bırakalım” diyeceğim, ama yine de şunu söylemem lâzım: Dün fâiz indirilirken etkili bir şekilde muhâlefet yapamayan, bugün fâiz artırılırken de etkili şekilde muhâlefet yapamıyor. Hattâ tam tersine, “Nihâyet rasyonel bir çizgiye geldiler” diyerek, tam olarak olmasa bile örtülü bir destek de veriyor. Tabiî iktidârın kendi tabanı, kendi oy veren kitleleri hiçbir şekilde bunlardan rahatsız olmuyor ya da rahatsız olsa bile, artık alışkanlık yapmış, içine atıyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Dün “Tabiî ki fâizi indirmek lâzım” diyen insanlar, şimdi de gayet sâkin bir şekilde, “Realist olmak lâzım. Ne gerekiyorsa onu yapmak lâzım” diyerek fâiz artırımını olumluyorlar. Galiba Erdoğan’ın en büyük başarılarından birisi bu. Son yıllarda, özellikle iç politikaya yönelik olarak, dış politikada, ekonomide, başka alanlarda, uç noktalarda siyâset yapıp, sonrasında onu sürdüremeyeceğini anladığı zaman da, hiçbir şey olmamış gibi normal bilinen pozisyonları alması. Meselâ İsrail’le, Mısır’la, Suriye’yle ilişki kurmaya çalışması gibi bir yığın örnek bunun içerisine girebilir.

Ama ekonomideki bu son olay bize bir kere daha bunu gösterdi. Sanki ülkeyi yıllardır zâten böyle yönetiyorlarmış gibi. Eskiden, yani seçim öncesinde, daha 6 ay kadar önce, “Merkez Bankası fâizi ne kadar indirecek, sâbit mi tutacak?” gibi şeyleri konuşurken, şimdi, “Ne kadar artıracak?” diye konuşuyoruz. İlginç bir şekilde, dünkü reflekslerle bugünkü refleksler arasında çok büyük fark yok. Galiba Erdoğan’ın da en büyük becerisi, bu geçişleri çok rahat bir şekilde, kimsenin kendisinin önüne bir fatura çıkarmayacağını bilerek yapabiliyor olması.

Kemal Can: Evet. Senin dediğin gibi, bu işin ekonomik veçhesi üzerine söylenecek çok şey var. Açıkçası ben, fâizi indirirken de, şimdi fâizi artırırken de, daha önce uyguladığı ekonomik modellerde de, hiçbirinde, meselenin işi bilmek, liyâkat, dinî ya da ideolojik takıntılar gibi konular olmadığını, oradaki temel tercihlerin her zaman başka bir zeminde oluştuğunu, dolayısıyla muhâlefet edilecekse de, îtiraz edilecekse de ya da desteklenecekse de, o çerçevede konuşulması gerektiğini savundum. Ekonomi meselesinin, tıpkı siyâseti konuştuğumuz gibi, herkes için aynı ve geçerli kuralları olan ve ancak o kurallara göre yapıldığı takdirde işleyen bir mesele olduğunu düşünmenin, başlangıçtan zâten saçma bir tarafı var. Bu sâdece iktidârın yarattığı bir algı bozulması değil. Bu, topyekûn bir bozulma. Ve tabiî ki muhâlefetin muhâlefet etme tarzını da bozan bir tarafı var.

Eskilerde “gözbağcılık” derlerdi. Bir tür illüzyon yaratmak ya da asıl meseleyi gizleyen başka bir dikkat bozucu etki yaratmak. Erdoğan bu konuda çok becerikli. Burada kastettiğim, hep kullanıldığı gibi, “Gündemi değiştiriyor, gündeme bir şey sokuyor ve asıl gündem konuşulmasın diye o konuşuluyor, bu arada da o yapacağını yapıyor ve reaksiyon oluşmuyor” meselesi değil. Tam tersine, gündemin kendisine ilişkin, ama gündem olan meselenin -meselâ ekonomi, dış politika veya Cemaat’le ilişkiler- bunların her birinde, asıl tartışmayı, tartışılan şeyi odağından kaydıran, onu istediği formda ve istediği alanda bir tartışmaya dönüştürebilen bir siyâset kurabilir. 

Bunu nasıl yapıyor? Mesela fâiz indirme karârı, aslında Türk Lirası’nın ucuzlatılması, yani bu devalüasyon denilen şey, bir kazâ sonucu olmadı. Yani, 2000’lerden, 3000’lerden, 5000’lerden, 7000’lerden 30 bin liraya çıkan dolar, bir şeyi yanlış yaptıkları için, bilemedikleri için olmadı. Tabiî ki bu kendi riskleri olan bir hamleydi. O risklerden dolayı bâzen kontrolü kaybettikleri, paniğe kapıldıkları da oldu; ama bu sistemli bir faaliyetti. Bu, Türkiye ekonomisinin belki de şimdiye kadar yaşadığı en önemli gelir ve servet transferi ya da refah dağıtımının yeniden organizasyonuyla ilgili sonuçlar yarattı. Ayrıca, model olarak büyümenin neye dayandırılacağı, Türkiye’nin ucuz bir ülke hâline getirilerek kaynak sağlanması meselesi, bunların hepsi, işi bilmediklerinden ya da mâlum ideolojik takıntılarından değil, bir tercih yaklaşımıyla ortaya konmuş şeyler. Açıkçası, fâizler çıkarken de inerken de, bundan her zaman zarar gören büyük kitleler, çalışanlar, dar gelirler, yoksullar, sâbit ücretliler. Bunların tamâmı, hem siyâsete hem kendi örgütlenme zaafları yüzünden bunlara direnç gösterebilecek, kendileri aleyhine gelişen ekonomik tercihlere îtirazlarını politik alana taşıyabilecek imkânlara -sendikasızlaştırmadan tut da, genel olarak örgütsüzleşmeye kadar- sâhip olmadıkları için, aslında “illüzyon” denilen şey, yani Türkiye’nin kendisi için uyguladığı borç alarak büyüme stratejisi, aslında tek tek insanların da kullanacağı bir yönteme dönüştü. Yani tıpkı, ülke nasıl borcunu katlaya katlaya, olmayan parasını harcaya harcaya sanki büyüyormuş gibi yapıyorsa, insanlar da borçlanarak, kredi fâizlerini bir bankadan alıp öbür bankaya transfer ederek, ucuz borçlanabildikleri için sürdürebilmelerini bir refah artışı ya da iyi durumda olmak zannederek bu işleme katıldılar. 

Bu işleyişin asıl problemli tarafı, politik tarafıydı. Politik tarafında, senin söylediğin gibi, Erdoğan’ın “şansı” diyebileceğimiz ya da birilerinin iddia ettiği gibi “becerisi” diye bir şey var. Bir illüzyon yaratıyor. Mesela “Nass” diyor. Bütün muhâlefet aktörleri de dâhil herkes bu Nass’ın peşine takılıyor. Sonra da “Nass yüzünden, ideolojik takıntı yüzünden, dinsel taassup yüzünden yanlış bir şey yapıyor ekonomide” deniyor. Halbuki ekonomide yapılmakta olan şey o değil. Sâdece onlara konuşacakları malzemeyi veriyor ve onlar onu konuşmaya devam ederken, her şey olup bitiyor. Muhâlefetin konuşmaya çalıştığı şey Nass olduğu için, bir dinî referansı tartışıyor durumuna girdikleri için, iktidar cephesinin, iktidar seçmeninin üzerinde de hiçbir etki yaratamıyorlar. “Ya kardeşim, senin cebinden para çalınıyor, senin cebinden para gidiyor” hikâyesini anlatamıyorlar. Çünkü “Bunu yapan adam dinsel takıntıları yüzünden bunu yaptı” diyorlar. O zaman da muhâfazakâr seçmen, “Tamam işte. Alnı secdeye değen bizim reisimiz doğrusunu yapıyor” diye düşünüyor. Çünkü tartışma zeminini oraya çekmiş ve seni orada konuşturuyor.

İkincisi, liyâkat meselesi. Büyük bir efsâne yaratıldı: “Elinde becerikli adamlar yok. Kurumsal kapasite kaybedildi. Liyâkat kayboldu. Liyâkatsiz kadrolar işi bilmediği için bunu yapıyorlar”. Bunun üzerine kurulan bütün hikâye, Mehmet Şimşek’in gelmesi, sonra, tartışmalı da olsa uluslararası bir kariyeri olan bir insanın Merkez Bankası’nın başına getirilmesiyle birlikte, bir anda berhava oldu. Muhâlefet etmeyi, îtirâzı o kadar zayıf zeminlerin üzerine kuruyorsunuz ki, doğrudan Erdoğan iki hamle yaparak sizi birdenbire o çok da avantajlı gibi göründüğünüz zeminden aşağı düşürebiliyor.

Bu sâdece ekonomide böyle değil. Senin de örneklerini verdiğin gibi, dış politikada da böyle. Meselâ koca bir Cemaat meselesi ve 15 Temmuz gibi bir hâdise var. Yıllarca yan yana olduğu, defalarca yan yanalığını îlân ettiği birine, “Allah affetsin” deyip dönüyor ve sonra, o sırada karşısında olan ve bu cemaatle ilişkisini eleştiren herkesi, “Cemaat’in organik uzantısı” ya da “Cemaat’in kontrolündeki unsurlar” diye suçlayarak birdenbire savunma hattına itiyor. Orada da tartışma aynı şey. Dış politikada kezâ öyle. Meselâ Avrupa Birliği ile ilişkiler sürerken, tâviz vermesi üzerinden muhâlefet etmeye başlayınca, Erdoğan birdenbire dönüp, diklenen ya da diklenmeden dik duran hamleler yaptığında, olmadık ârızalar çıkarttığında ya da çıkartıyor gibi yaptığında, diyecek lâfınız kalmıyor. 

Dolayısıyla bu meselenin, senin de söylediğin gibi, ekonomik tarafından daha önemli bir politik tarafı var. O politik taraf da siyâsetin kurulduğu zemin. Bu seçimden önce de seçimden sonra da bunun çok net örneklerini gördük. Bundan 2 yıl önce, Erdoğan ilk kez “Nass” meselesini ortaya atıp bu hamleleri yaptığında, ben bu ekonomik hamlenin politik bir tarafı olduğunu ve ekonomik kriz etkilerini iktidârın üzerinden kaldırabilecek, hattâ belki avantajlı hâle getirebilecek bir zemine taşıdığını düşündüğümü söylemiştim. Erdoğan bu avantajı her aşamada kullandı; şimdi de kullanıyor. Hakîkaten bunun akılla açıklanabilir bir tarafı yok. İki yıl içerisinde önce fâizleri düşürüyorsun, dolarları patlatıyorsun. Sonra fâizleri yeniden yükseltmeye başlıyorsun, ama dolar olduğu yerde kalıyor ve bu sırada da büyük bir enflasyon dalgası geliyor. İnsanlar, büyük kalabalıklar, sâbit gelirli, dar gelirli, yoksul insanlar refahlarının yarısını kaybediyor. Orta sınıf neredeyse üçte ikisini kaybetti. Orta sınıf var mıdır yok mudur, ayrı bir tartışma konusu, ona girmek istemiyorum; ama kendisini orta sınıf zanneden, bazı avantajları olan ve diğer alt sınıflardan kendini biraz ayrıcalıklı hissedenlerin yanılsamasını târumar eden bir etki yaratıyor ve orta sınıfın siyâsetin bütününü belirlediği efsânesi de çöküyor böylece. Çünkü bu yanılsamaya kapılan küçük grup, aslında o kadar da belirleyici değil. Belirleyici olmadığını da ekonomik etkinin siyâsî sonuçlarında görüyoruz.

Dolayısıyla bence, işin ekonomi tarafındaki tercihler ve bunun yol açtığı ağır sorunlar ayrı bir başlık; çok daha etraflı konuşulması gerekiyor. Üstelik de bu sorunlar başlamadan önce, yani ne fâiz indirilirken ne de fâiz yükseltilirken değil, bu tercihler ortaya konmuş neredeyse 20 yıllık programın kendisinde var olan problemler tartışılmaktadır. Ama bununla paralel olarak her alanda… Çünkü sâdece ekonomide görmüyoruz, dış politikada veya başka alanlarda da gördüğümüz gibi, siyâseti ele alma biçimimizi, siyâset yapmanın biçimimizi ve dolayısıyla muhâlefet yapma biçimimizi de bu vesîleyle tartışmamız gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Siyâset yapma biçimi demişken, İYİ Parti’nin yarın Afyon’da yapacağı faaliyetini konuşalım biraz. Meral Akşener yarın saat 14.00’de bir konuşma yapacak. Bu konuşmayı çok önceden duyurdular ve çok kritik bir konuşma olacağını söylediler. Bunun söylenmesi, aynı zamanda, seçimden bu yana İYİ Parti’nin pek bir şey söylememesi ve yapmamasının bir gerekçesi oldu sanki. Geçen haftaki yayınımızda konuştuğumuz gibi, ne siyâset yapmak ne siyâset konuşmak… Garip bir şekilde, önemli bir muhâlefet partisi kendini dinlenmeye çekti. 

Milliyet gazetesinde bugün bir haber var; ondan kısaca bahsedeyim önce. Özellikle merak edilen, İYİ Parti’nin yerel seçimlerde ittifak yapıp yapmayacağı. Hattâ Meral Akşener’in “Yerel seçimlere tek başımıza gireceğiz” demesini bekleyenler var. Milliyet gazetesinde Akşener’in yapacağı konuşmaya ilişkin ismi verilmeyen bir CHP’li yetkili, “Meral Hanım’ın açıklaması bizim için önemli olacak. El yükseltecek. Sert bir açıklama olacak, ama diyalog ve müzâkereye açık olacaktır. Çok majör bir ittifak sistemi değişikliği beklemiyoruz” demiş. Yani bu kibarca, bir tür danışıklı dövüş demeye getirmiş. Bağıracak, edecek, belki seçimle ilgili, seçim sonrasıyla ilgili, CHP’lileri de hedef alan bir şeyler söyleyecek; ama yerel seçimde ittifak ihtimâlinin önünü kesici bir açıklama yapmamasını bekliyor CHP’liler. Açıkçası ben de öyle bekliyorum. Çünkü İYİ Parti’nin yerel seçimlere kendi başına girme iddiasını temellendirecek bir siyâsî pozisyonu yok. Hani birkaç yerde alabilecek olsa, o zaman, “Kendi başına girecek, iki üç il alacak” dersin. Geçen seçimde, ittifâka rağmen hiç alamadı biliyorsun. CHP birçok ilde İYİ Parti lehine aday göstermemesine rağmen, İYİ Parti hiçbir ili kazanamadı. Bu hâliyle ve özellikle bu son seçim yenilgisinden sonra, bu sefer kazanma ihtimâli bence hiç yok. Ama bir çıkış yapacağı kesin. O CHP’li yetkilinin de söylediği gibi, sert bir çıkış yapacağı da kesin. Muhtemelen milliyetçi mesajlar vereceğini tahmin ediyorum. Bahçeli’nin “komşuluk çağrısı”na herhalde bir şekilde değinecektir ve reddedeceğini düşünüyorum. Ama sert bir şekilde reddedecek olsaydı şu âna kadar bir şeyler söylerdi diye düşünüyorum. Biraz karışık bir durum. Elinde çok da fazla bir koz yok bence. Sonuçta bir söylem olarak bir çıkış. Bir de tabiî Büyük Taarruz’un yıldönümünde Kocatepe’de olması, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı göndermesinin çok merkezî bir yer oluşturacağı belli. Ama ben açıkçası yeniden bir çıkış, bir siyâsî meydan okuyuş ve “Artık İYİ Parti konuşulacak” gibi bir hareket beklemiyorum. 

Kemal Can: Senin bu söylediklerine ilişkin ekleyeceğim bâzı noktalar var; ama önce yöntemle ilgili bir şey söyleyeyim: Siyâsetin bir reklamcılık, bir halkla ilişkiler ya da bir pazarlama faaliyetine dönüştürülmesini zaman zaman konuşuyoruz. Bu, bildik eski bir reklam numarası aslında. Eskiden daha sık yaparlardı, şimdi daha az uyguluyorlar. Hani birdenbire televizyonlarda ya da billboard’larda, “Geliyooor!” filan diye bir şey başlar ya da bir isim ortaya çıkar. Sadece isim görürsünüz ya da “Şu târihte gelecek” diye bir târih verilir. Bu böyle kendiliğinden içeriği açıklanmamış, bir merak yaratmak, bu meraktan oluşan ilgiyle de o zamânı kullanmakla ilgili bir reklam tekniği. 

Ben, siyâsetçilerin böyle târih vererek, “Târih yazacak” açıklamayı işâret etmelerini tuhaf buluyorum. Târihi değiştirecek bir lâfınız varsa söylersiniz zâten. Buna niye “târih” diyorsunuz? Yok, o târihte özel olarak söylemek istiyorsanız, o târihte söylersiniz; “O târihte söyleyeceğiz” diye bir ay önceden îlân etmezsiniz. Bu, tam senin söylediğin gibi, “Şu arada boş duracağız, biraz da dikkat çekiyor boş durmamız. Bir şey söyleyelim, işte, bir târih verelim. Bizi bir ay idâre eder. ‘Akşener ne söyleyecek?’ diye insanlar konuşsunlar. Orada da bir şey söyleyebiliriz. Söylediğimizde de beğenen olur beğenmeyen olur, ama sonuçta bu alanı da kullanmış oluruz. ‘İYİ Parti niye ortada yok?’ gibi bir şeyden daha fazla konuşulur bu.” Bu anlamda bir sonuç oldu mu? Oldu. Neredeyse 2 haftadır, “Akşener acaba ne konuşacak? Milliyetçilik filan açıklayacak” varsayımıyla, birtakım yayın dâvetlerinin artışından anlıyorum bunu. Böyle bir beklenti var. Dolayısıyla en azından medyada böyle bir etki yaratılabildiğini düşünüyorum. Ama bu tür şeylerin siyâsî etkisi ve seçmendeki karşılığı, açıkçası siyâsetçilerin beklediği gibi olmuyor. Bir süre idâre ediyor, bir süre kullanabiliyor. Bu semboller böyle şeylerdir. Yani önemli târih dönemeçlerini kullanmak, böyle sembolleri işâret etmek, böyle merak uyandırmak, çeşitli reklam tekniklerini siyâsî enstrüman gibi kullanmak geçici birtakım etkiler yaratabilir. Ama bunun arkasına kuvvetli bir şey koyamıyorsanız ters teper. Çünkü “Geliyor! Geliyor!” dediğinizden çıkan şey eğer o gürültüyü karşılamıyorsa, bu tam tersi bir etki de yaratabilir. 

İşin bu yöntem tarafını bir kenara bıraktıktan sonra, senin söylediklerine ilişkin birkaç noktaya değineyim. Sen, “Elinde çok fazla avantajlı şeyler yok. Eli çok kuvvetli değil, çok iyi kartları yok” diyorsun ya? Bir kere, politik olarak şu anda seçmen tabanı şöyle bir sıkışma içerisinde: Zâten o beklediği kırılmayı, yani o kendi eşiğini, ilk seçimde aldığı sonucu kıran, onu yükselten, onun büyüme istîdâdını gösteren bir performans ortaya koyamadı. Ama daha önemli bir şey; onun oluştuğu coğrafya ve seçmen öbeklerinde de bir değişiklik yaratamadı. Geçen sürede, aynı oy oranında kalabilir ama, oy oranını oluşturan taban daha özel bir nitelik kazanabilir, bir tarafı ağırlık kazanabilir. Öyle bir değişim de yaşamadı. Şimdi iki taraf da sıkışmış bir noktada. İki taraf da iki tâne kuvvetli aktörle karşı karşıya. Eğer CHP ile arasını çok bozar, CHP ile açık rekabete girişirse -zaten oy potansiyelinin önemli kısmı, CHP’nin de güçlü olduğu coğrafyada- orada CHP’yi aşan, CHP’yi kıran ve oradan büyük oy kaymalarına neden olacak bir çıkış yapmasının imkânları sınırlı. Hattâ tersinin olma ihtimâli de var.

Diğer tarafa geçelim, o coğrafyanın dışına taşalım. Daha milliyetçi bir alana, daha geleneksel milliyetçi çizgiye yüklendiğini varsayalım. Orada da karşısına, MHP gibi, hattâ kısmen AKP’nin epeyce milliyetçileşmiş tabanı çıkıyor; orada da bir duvara tosluyor. Orada da bir sınırı var. Yani seküler, kısmen kıyı bölgelerinde öbeklenmiş kesimler içerisinde bir sınırı var ve o sınırın üstünü zorlayabilecek enstrümanlara ve söyleme sâhip değil. Diğer tarafta, çizgisini biraz daha ideolojik hatta yasladığında da, orada çok sağlam, pozisyonunu koruyan bir ana gövde var. Zâten başlangıçtan îtibâren İYİ Parti, aslında bu “merkez partisi olma” iddiasını MHP ile milliyetçilik yarışına girmemek için yapmıştı. Çünkü öyle bir yarışa girdiği takdirde buradan kazançlı çıkamayacağını biliyordu. Yani MHP ile milliyetçilik yarışı yapmanın bir âlemi yok. Milliyetçiliği oraya bırakmamak anlaşılır bir şey, ama onunla bir milliyetçilik yarışı çok kazanılabilir bir siyâsî hedef değil. Dolayısıyla, MHP’den rahatsız milliyetçilerin gidebileceği bir merkez adres olma çıkışı buradan oluşmuştu. Ama onun gereklerini yapamadığı ve onun sonuçlarını alamadığı için, şimdi o iddiası da zayıflamış durumda. Şimdi bu iki coğrafyada da önü çok açık değil. 

Ben bu çıkışın, senin söylediğin gibi, ya da birilerinin beklediği gibi, öyle taktik alanlar, yerel seçimdeki adımları işâret eden ya da orada el yükselttiğini gösteren adımlar olmasının da çok isâbetli olmayacağını, çok da öyle yapmayacaklarını düşünüyorum. Çünkü daha önce Meral Akşener erken taktik hamle açıkladığı için dezavantajlı duruma geldi. Birincisi, 2018 seçimlerindeki adaylıkla ilgili tutumuydu. Çok erken bir aşamada kendi adaylığı konusundaki tutumunu bâriz biçimde ortaya koydu; erken davrandı bu konuda. Kendisinin siyâsî manevra imkânını kısıtlayacak derecede erken davrandı. Daha sonra, 2023 seçimleri için yine çok erken bir zamanda, “Ben cumhurbaşkanlığına aday olmayacağım. Başbakan olacağım” iddiasını ortaya atmakla, erken bir hamle yaptı. Bunlar, kendisi için avantaj olabilecek, erken davrananın ya da erken kalkanın yol alacağı varsayımının siyâsette her zaman geçerli olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla, şimdi de çok zaman kalmamış olsa bile, daha pek çok şey belirsizken yerel seçimi işâret eden ya da yerel seçimde İYİ Parti’nin ne yapacağı üzerine bir 26 Ağustos konuşması tasarlanıyorsa, bu çok akıllıca olmaz. Ben bunu yapmayacaklarını düşünüyorum. Buradan bir sonuç almak da pek mümkün değil. Elini yükseltse, sağa sola rest çekse, “Biz kendi başımıza gidiyoruz” dese, senin dediğin gibi, o zaman seçmeni bile, “Bir dakika! Biz o zaman bir bakalım. Bizim buradan giderek varacağımız bir yer yok. Başka bir seçeneğe bakalım” demeye çok erken başlarlar. En fazla böyle bir sonuç olur. Dolayısıyla tam tersine, sürecin içerisinde yeni hamleler geliştirebilmesi için, o kapıları biraz daha açık tutması, ama orada kendi gücünü ve kendi pozisyonunu biraz daha belirginleştirmesi gerek. 

İYİ Parti, başından îtibâren -İYİ Parti’den daha çok Akşener-, hem kendi partisinde hem partisinin genel siyâsî yelpâzedeki avantajını, belirsizlik, muğlaklık olarak çizdi. Bununla buraya kadar geldi; ama İYİ Parti ve Akşener’in getirebildiği yer burası, belirsizliği. Dolayısıyla aynı yoldan devam edemeyeceğini biliyor. 26 Ağustos konuşması, bence bu konuda biraz daha kendisini çizen, kendisini târif eden, “O da oluruz, bu da oluruz. Bizim söylediklerimize iknâ olun. Öyle diyorsak öyledir, böyle diyorsak böyledir” demekten vazgeçip, kendi lâfını söyler hâle gelmesi gerek. Ama biraz önce söylediğim gibi, bunu böyle bir reklamcılık tekniğiyle buluşturarak, “O târihte bir şey söyleyeceğim” demiş olması, o kuvvette bir program ve fikrî netlik yaratacak mı ondan da emin değilim.

Beklenen şey, 2023 seçimlerinde, “Milliyetçilik yükseliyor” rüzgârının etkisini kendi aleyhine, kendinden kum kaldıran, kendinden parça kopartan bir rüzgâr olmaktan çıkartıp, kendi yelkenine dolacak bir rüzgâra çevirme gayreti olacak. Ama nasıl sonuçlanır çok emin değilim. 

Ruşen Çakır: Aklıma Erdoğan’ın değişik kereler hep “müjde, sürpriz” diye belirttiği ve sonuçta hiçbir şey söylemediği olaylar geliyor. Birçok kez bunu gördük. Erdoğan bunu ilk yaptığında, “Ne olacak acaba?” diye epeyce merak edilmişti; ama sonrasında “sürpriz” dediği şeyler artık eski etkisini yaratmadı. Burada da böyle bir risk var. Hani “Pek yakında, şu târihte önemli bir konuşma yapılacak” diye sunduğun zaman, tamam, insanlar dinleyecekler. Ama o konuşma hakîkaten yaratılan beklentiyi karşılamazsa, sonraki konuşmalara gösterilecek ilgi azalacak.

Kemal, son olarak kısaca HDP’den bahsedelim. HDP pazar günü kongre yapıyor. Aslında HDP kenara çekiliyor. Bir anlamda uyku dönemine geçecek. Mahkemeyi bekliyorlar. Esas olarak -galiba Eylül sonunda olacakmış- Yeşil Sol Parti’nin kongresi olacak. Orada partinin ismi değişecek, yeni eş başkanlar bulunacak vs.. Aslında HDP kenara çekiliyor. HDP, özellikle 2015’teki o iki seçimi düşünecek olursak, bayağı önemli şeyler yaşadı. Eş genel başkanlarının, belediye başkanlarının, milletvekillerinin, yöneticilerinin çoğu yıllardır içeride olan bir parti. Türk siyâsetine gerçekten damga vurdu; ama eski etkisi olmadı ve son seçimin  kaybedenlerinden birisi oldu. Aslında HDP için böyle bir jübile biraz buruk oldu. Son seçim farklı olsaydı, en azından kendileri bâriz bir şekilde oy artırabilmiş olsalardı -cumhurbaşkanlığı seçiminde destekledikleri adayın kazanamaması ayrı konu- o zaman daha bir coşku olabilirdi. Şu hâliyle zâten orada da dinamizmini yitirmiş durumda. CHP tabanı kadar olmasa da, bir hayal kırıklığı var ve pazar günü, bir şekilde kenara çekilmenin kongresini yapacak.

Mahkemenin sonucunun da tabiî ki etkisi olacak. Partiye kapatma veya bâzı isimlere yasak gelir mi? Tabiî ki önemli. Ama şu hâliyle baktığımızda, Yeşil Sol Parti’yle -yeni adı ne olacaksa- yeni bir mâcerâya kaldığı yerden orada devam edecek. Aslında hâzin bir kenara çekilme olayı yaşanacak Pazar günü; öyle gözüküyor. 

Kemal Can: Evet. Zâten bu kongre, senin dediğin gibi biraz prosedür yerine gelsin diye yapılan, protokol îcâbı bir şey. Sâdece parti ismi olarak bir parti değil, şimdi asıl belirleyici olan, HDP’nin uyumaya ya da akıntıya bırakılmış bir sal gibi giderken, HDP’nin temsil ettiği ya da HDP’nin kuruluş mantığının içerisindeki temel iddialar da bu uyutmaya dâhil olacak mı olmayacak mı? Asıl mesele bu. HDP fiilen, ismiyle ve kurumsal varlığıyla, bu kongreden îtibâren bir varlık teşkil etmeyecek. Zâten milletvekilleri Yeşil Sol Parti’den seçildiler. Partinin önemli isimleri de muhtemelen diğer partiye geçip kongre sürecinde de yönetimde yer alacaklar ve asıl olarak orada yeniden şekillenecek. Ama bu, işin sembolik tarafı. HDP bu devri kapatırken, kurumsal varlığının böyle bir uyutma ya da salınıp gitme hâli, HDP’nin temsil ettiği heyecan, iddia, temel siyâsî tezler ve korunan hedefler ne olacak? Onlar da HDP ile birlikte uyumaya mı gidecekler? Yoksa bir özeleştiri, bir yeniden değerlendirme ve tartışma sürecinin sonrasında, belki biçim ve içerik değiştirerek yeniden mi târif edilecek? Bu, HDP’nin ve aslında Kürt siyâsî hareketinin… Bugüne kadar çok parti kapandı, çok parti açıldı. Hepsinin önemli sembolik etkileri var. Her bir açılış ve kapanışın temsil ettiği birtakım özellikler var. HDP’nin de var kuşkusuz. 

HDP’nin başlangıcından bugüne kadarki bütün hikâyesini derli toplu konuştuğumuzda, aslında Türkiye’nin önemli bir dönemecini de konuşmuş oluyoruz. Çünkü sâdece HDP’nin kendi yaptıkları ettikleri değil, HDP’nin varlığına karşı bütün diğer siyâsî aktörlerin aldığı pozisyonlar ve onları etkileme biçimleriyle de HDP önemli bir siyâsî etki yarattı. Kendi aldığı sonuçlar, kendi çıkardığı milletvekilleri, plandan bağımsız olarak o siyâsî varlık, pek çok siyâsî aktörün pozisyonunu belirledi. 2023 seçiminde bunu çok net biçimde gördük. İktidar açısından da, muhâlefet açısından da bütün aktörlerin pozisyonu üzerinde negatif ya da pozitif önemli etkisi oldu. 

HDP’nin temsil ettiği siyâsî çizgi ve onun seçmen bloku, şöyle bir açmaza doğru sürükleniyor: İktidar zâten çok uzun süredir bir ötekileştirme, kriminalize etme ve düşmanlaştırma siyâseti yürüttü. Ama 2023 seçimleri sonrasında, muhâlefet tarafında da açıkçası HDP’nin temsil ettiği siyâsî çizginin seçim öncesine göre daha sıkıntılı, temas alanları daha zayıflamış olma riski var. Bu, daha çok muhâlefet aktörlerinin aldıkları sonuçla ilgili problemli çözümlemelerinden kaynaklanıyor. Problemin ne olduğuyla ilgili yapılan tespitlerin içerisinde, tıpkı 90’larda olduğu gibi, Kürt siyâsetiyle temas etmenin merkez siyâsî aktörlerin aleyhine olduğu iddiası fazlaca konuşuluyor. Bunun yaratacağı bir tıkanma hâli var. Bunun bir benzerini 90’ların başında yaşamıştık. Bu tıkanıklığın sonrasında da, hem ekonomik hem siyâsî anlamda, hiç de parlak olmayan günler yaşamıştık. Dolayısıyla HDP’nin, bu devrini tamamlarken, bundan sonra nasıl devam edeceği, bence sâdece bu hareketin kendisi açısından değil, siyâsetin bütünlüğü açısından da önemli bir mesele olacak. Ama HDP kongresi, bu soruların cevâbını alacağımız yer değil.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, bu haftayı da böyle noktalayalım. “Haftaya Bakış”ı burada bitirelim. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.