Ruşen Çakır’ın konuğu Ahmet Faruk Ünsal: DEVA Partisi’nden neden istifa etti?

Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA Partisi) kurucuları arasında yer alan ve eski AKP milletvekili Ahmet Faruk Ünsal, seçim sürecinde ve sonrasında partide yaşanan tartışmaların, kuruluş aşamasında ortaya koyulan ilkelerle bir ilgisinin olmadığını belirterek istifa etti. Ünsal, “Dünya’ya ulaşma mücadelesinin başarılabileceğine inanan yol arkadaşlarıyla arayışa devam edeceğim” dedi.

Ünsal, seçim sürecinde ve parti içerisinde yaşadıklarını ve kendisini istifaya sürükleyen süreci Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Samet Tunç 

Merhaba, iyi günler. Ahmet Faruk Ünsal stüdyoda konuğum. Kendisi bir dönem AKP Adıyaman milletvekiliydi; daha sonra DEVA Partisi kurucuları arasında yer aldı ve geçtiğimiz günlerde DEVA Partisi’nden ayrıldı. Ahmet Faruk Ünsal ile ne oldu, ne olmadı, bunları konuşacağız, hoş geldin Ahmet Faruk. 

Ahmet Faruk Ünsal: Hoş bulduk.

Sen bir dönem MAZLUMDER’in de başkanlığını yaptın. 

Ünsal: Evet.

Daha sonra ayrıldın, karışık bir şeyler oldu.

Ünsal: Evet. 

Açıkçası, hatırlıyorum, izleyenler belki hatırlamazlar ama, eşin Fatma Bostan Ünsal da AK Parti kurucusuydu, Adalet Yürüyüşü’ne katılmıştınız, değil mi? 

Ünsal: Katıldık. 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanında yürümüşlüğünüz de var. Sonra DEVA Partisi kurucusu oldun — açıkçası biraz şaşırmıştım, seni eskiden beri tanıyan birisi olarak. Sonra, geçtiğimiz günlerde açıklamayı görünce, dedim: “Sonunda bırakmış”. Ne oldu? Ona gelmeden önce, neden DEVA’nın kuruluşuna girmiştin?

Ünsal: Esasında tabiî, darbe sonrası süreç Türkiye’nin siyâsî mîmârîsinin yeniden kurgulanmasına fırsat veren bir süreç oldu, kurgulayanlar bakımından. Darbe ortamında, biliyorsunuz, 2017 Referandumu yaşandı ve o tartışmalı referandumla Türkiye başkanlık rejimine geçti. Bence 1923’ten beri Türkiye’nin en radikal sistem değişikliğinin yaşandığı süreçti. Doğrusu ben, kişisel olarak o zaman da “hayır” kampanyası yürütmüştüm, OHAL’in olumsuz koşullarına rağmen. Başkanlık rejiminin Türkiye için çok belâ bir şey olduğunu, Türkiye’yi Orta Asya Cumhuriyetleri Ligi’ne, Rusya ile Çin’in ligine geri götürecek ve hakîkaten klasmandan düşürecek bir şey olduğu kanaatiyle, var gücümüzle “hayır”a çalıştık; ama nihâyetinde çok tartışmalı bir şekilde “evet” çıktı. Dolayısıyla 2018 seçimleri de 2017 Referandumu’yla anayasal hâle gelmiş olan başkanlık rejiminin ilk oylandığı seçimdi. Orada Recep Tayyip Erdoğan beş yıllığına devlet başkanı sıfatıyla seçildi. Benim açımdan baktığınız zaman, bu kadar kritik, bu kadar hayâtî bir oylamada sessiz kalmış olmak, yani hiç böyle bir şey yokmuş gibi davranmış olmak büyük bir defo. Hele OHAL koşullarında ve bu kadar ârızası tartışılmış olan, bâriz olan ve sonraki uygulamalarda da hepimizin çok net görmüş olduğu bu başkanlık rejimine “evet” çalışması yürütmüş olmak benim için hakîkaten son derece büyük bir defo. Tabiî ki insanlar hatâ yapabilir, çıkıp “Biz hatâ yaptık, özür dileriz. Yanlışımızı düzeltmek için elimizden geleni yapacağız” gibi bir pozisyon elbette insanlar alabilir. Dolayısıyla bu kritik eşikte kimin ne yaptığı benim için oldukça belirleyici bir kriter. DEVA Partisi’ni kurduğumuz zaman, hepimiz farklı siyâsal tecrübelerden geldik, değişik sivil toplum kuruluşlarından, değişik sosyolojik kesimlerden ve partilerden arkadaşlar geldi. Herkes kendi tecrübesiyle geldi ve bizi orada buluşturan şey; keyfîliğin olmadığı, artık kural bazlı bir sistemin mutlaka olması gerektiği; şeffaflığın olduğu, bir kurallar çerçevesi içerisinde siyâsetin yürümesi gerektiği, hesap verilebilirliğin olduğu bir siyâsal yapının olması gerektiğiydi. Dolayısıyla bu ihtiyaç var mı? Evet, bence bu ihtiyaç hâlen var, DEVA Partisi maalesef –yani benim görebildiğim kadarıyla–, bunu yapamadı ve benim zâten yolları ayırmamın en büyük sebebi odur. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç hâlen var; hesap veren, şeffaf, kural bazlı, ilkeleri açıklanmış ve istişâreye, tecrübeye, deneyime, ortak karar alma süreçlerine önem veren bir siyâsal yapıya ihtiyaç var. Bu ihtiyâcı gidermek üzere biz DEVA Partisi’ni kurmuştuk. Doğrusu, parti kurulduğu zaman kurucular kurulundaki arkadaşların belki yüzde 90’ını ilk defa o zaman tanıdım; çünkü Genel Başkan Ali Bey’in dâvetiyle gittik. Fakat sonradan parti bir şekilde kurulup, kendi kurullarını oluşturmaya başladığı zaman, Sayın Genel Başkan’ın benim son derece önemli bulduğum bu referandum sürecinde ya sessiz kalanları ya da “evet”e çalışan arkadaşları hep böyle tercih ediyor olması, açıkçası iddialarımızla çelişkili bir tutum alma gibi geldi. Zâten 2023 seçimlerinin en büyük siyâsî projesi de, mâlûm, tek adam rejimini ortadan kaldırmak ve güçlendirilmiş parlamenter sistemi kurmaktı. Şimdi siz en büyük siyâsal projeniz olarak bunu ortaya koyacaksınız; ama tek adam rejimi için canhıraş çalışan arkadaşlarla, sürekli onları önde tutan birtakım kuracaksınız. Bu sizin ve iddianızın arasında bir inandırıcılık sorunu yaşanmasına yol açar. Sâdece partinizle ilgili değil, âit olduğunuz Millet İttifâkı’nın iddiasını da bir anlamda zayıflatan bir şey. Bu seçimlerde gerek Ahmet Davutoğlu ve ekibinin –ki onlar da öyleydi biliyorsunuz, Ahmet Bey de öyleydi–, Saadet Partisi’ni bir tarafta tutuyorum, çünkü onlar “hayır” kampındaydı. DEVA Partisi de maalesef güçlendirilmiş parlamenter sistem iddiasıyla uyuşmayacak bir kadroyla seçime girdi. Bunun çok büyük hatâ olduğu kanaatindeyim zâten. Bu inandırıcılık meselesini bir türlü aşamadı.

Burada bir şey sormak istiyorum. İlk kuruluş sürecinde, hattâ kurulmadan önce bayağı bir ilgi vardı — Gelecek’e de vardı, ama esas DEVA’ya vardı. Biz onu gazeteci olarak çok net bir şekilde görüyorduk, yaptığımız haberlerin okunması ya da yaptığımız videoların izlenmesinden ya da Ali Babacan ile yaptığınız yayınların gördüğü ilgiden de görüyorduk. Meselâ hatırlıyorum, sen de bilirsin, Kürt seçmen nezdinde bir rapor hazırlanmıştı. Bu rapor yeni partilere yönelik ilgi üzerine bir rapordu; biz raporu Medyascope’ta yayınladığımızda binlerce kişinin okuduğunu gördük. Kürtler nezdinde de bayağı bir merak uyandırmıştı; ama gençlik kesiminde, özellikle Ali Babacan üzerinden çok büyük merak vardı. Fakat bir aşamadan sonra ilgi azaldı, merak azaldı ve parti birden durdu. Bunu içeride yaşayan birisi olarak herhalde siz de benzer şeyleri görüyordunuz. İlgiyi artıran ve ilgiyi söndüren nelerdi? 

Ünsal: Ali Bey’in parti kuracağı söylentisi çıktığı zaman yüzde 12-13’lerde çok büyük bir teveccüh vardı. Parti kuruldu, yavaş yavaş bu teveccüh aşağı inmeye başladı. Seçime girildiği dönemde yüzde 1’in altındaydı. Mâmâfih, CHP yüzde 2’ler gibi bir algı üzerinden –anladığım kadarıyla– 15 milletvekillik bir kontenjan tanıdı; ama benim birkaç kamuoyu yoklamasından edindiğim bilgilere göre, yüzde 0,7 ile yüzde 1 arasında bir yere kadar inmişti. Bunun birkaç sebebi olduğunu düşünüyorum. Davutoğlu’yla kıyaslarsak, Davutoğlu politik söylem itibarıyla daha iddialı, daha cerbezeli, daha nokta atış yapan, daha çok muhâtabını belirginleştirip konuyu netleştiren bir yerde siyâset yapıyor olmasına rağmen, Davutoğlu bu kadar ilgiyi hak etmedi ve bulamadı. Sebebin bir îtimat ve güvenilirlik meselesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü Davutoğlu’nun iddia ettiği her şey ve iddia yöntemi, üslûbu –çok doğru olmasına rağmen– aynı şeylere kendisi görevdeyken mâruz kaldığında bu kadar muhâlefet etmediğini veya öyle bir tavır almadığını görüyor herkes. 

Çarkın bir parçasıydı yani…

Ünsal: Dolayısıyla bir güvenilirlik sorunu var. Siyâsette bir meseleyi ortaya koymak önemli bir şeydir. Doğru muhâtaplarla, doğru bir şekilde târif etmek önemli bir şeydir; ama sözünüze müşteri bulmak güvenirlikle alâkalı bir şey. Ali Bey’de bir güvenilirlik sorunu pek yoktu; çünkü zâten başbakan değildi, birinci sorumlu değildi, kendi ilgi alanında başarılı sayılabilecek bir kariyeri vardı. Ali Bey de iddiasız ve çok ortadan söz söylemeyi tercih etti. Siz sözü ortadan söylemeye başladıkça muğlaklaştırıyorsunuz, muğlaklaştırdıkça da taraftar bulmak zor oluyor. Halbuki köşeli söz kullanacaksınız ki, sizin yanınızda ve karşınızda olanlar bir şekilde o söze göre bir pozisyon alabilsinler. Ali Bey, sanıyorum kendi karakteriyle ilgili, daha mûtedil, daha tedbirli, daha temkinli bir yerden konuşarak… söylediklerinin hatâlı olduğunu söylemiyorum, doğru şeyler söyledi; ama üslûbu bence Türkiye’de siyâset yapmak bakımından çok karşılık bulmadı. 

Dün ben Yüksel Taşkın ile bir yayın yaptım. Bu milletvekili meselesinin çok büyük bir hatâ olduğunu, târihin bunu böyle yazacağını söyledi. Seçim sonrası DEVA, Gelecek, hattâ Demokrat ve Saadet partileri hakkında konuşulan yegâne şeyin kazandıkları milletvekilleri olduğunu söyleyebiliriz. Bir eski DEVA Partili olarak, 15 milletvekilinin CHP oylarıyla kazanılmış olması olayına sen nasıl bakıyorsun?

Ünsal: Şimdi şöyle: Burada iki tâne muhâtap var. Bir tânesi 15 milletvekilini alan taraf, bir tânesi de 15 milletvekilini veren taraf. Sâdece alanı konuşmak haksızlık olur, vereni de konuşmak lâzım. “Siz niye toplumsal karşılığı ile mütenâsip bir kontenjan vermediniz, daha fazlasını verdiniz?” diye bu sorunun muhâtabına bu soruyu yöneltmek lâzım. Yani Sayın Kılıçdaroğlu’na sormak lâzım; çünkü muhtemelen onlar da biliyorlardı ki, DEVA Partisi yüzde 1’in altına doğru inmişti, dolayısıyla bir ortaklık yapılacaksa, demokrasi de bir temsil rejimi ise, ortaklara toplumdaki karşılıklarından mütekabil bir temsiliyet vermek adâletin gereğidir; ama ondan fazlasına verdiğiniz zaman, bu adâlet değil, siyâsî olarak açık çek vermek — nezâketle söyleyecek olursam. Dolayısıyla CHP açısından bu sorunun bir kere yanıtlanması lâzım. Bizim partiyi kurarken en büyük iddiamız şeffaflık, hesap verilebilirlik ve ilke bazlı, kural bazlı bir yönetimdi. Biz seçime kendimiz girecektik; ama son iki gün Ali Bey tamâmen kendi karar aldı, çünkü milletvekilliği listelerini belirlemek ve diğer konularda DEVA Partisi Yönetim Kurulu’ndan tek adamlık yetkisi aldı. Orada tartışmalar oldu; kahir ekseriyeti kabul etti arkadaşlarım, 1-2 îtiraz dışında. Ali Bey bu yetkiyi aldı, ben bu yetkiyi almasının çok büyük hatâ olduğunu düşünüyorum; çünkü siz eğer “kural bazlı bir yönetim” diyorsanız, eğer “şeffaflık” diyorsanız, “hesap verilebilirlik” diyorsanız, “istişâre” diyorsanız, niye yetkiyi alıyorsunuz? Zâten orada 40-50 kişi var. Nihâyetinde sizin kongreden çıkmış yönetim kurulunuz, onlarla istişâre etmekten niye kaçınıyorsunuz? İstişâre etmekten kaçındığınız zaman bu tür hatâlar yapmak son derece mümkün ve hatâ yaptığınız zaman artık herkes sizin yakanızdan tutacak; çünkü tek yetkili sizsiniz, halbuki öbür türlü 40-50 kişilik bir heyetin karârı olmuş olsa, “Partinin kuruludur, böyle karar vermiştir” deyip bir şekilde insanlar sîneye çekebilirdi. Dolayısıyla Ali Bey’in bu süreci nasıl yürüttüğünü bilmiyorum. Niye 20 değil, 5 değil, 15? O meseleleri bilmiyorum; maalesef bunu bizimle paylaşmadı, ama sonuçta olan şey, vatandaş nezdinde bir tarafın siyâsî rüşvet verdiği, öbür tarafın rüşvet vereni aldattığı gibi kurgulandı. Bu çok sevimsiz bir şey; ama böyle olup olmadığı meselesini gerçekten süreç şeffaf yürütülmediği için bilecek durumda değilim. 

Bu milletvekillerini alma meselesi ayrı, bir de Kılıçdaroğlu’nun seçilememesi meselesi var. Mâlûm, seçim öncesi çok dile getirilen bir “kararsız seçmen” muhabbeti vardı. Bu kararsız seçmenin daha önce iktidâra oy vermiş seçmen olduğu söyleniyordu ve iktidardan kopmuş olan partilerin –İYİ Parti de aslında MHP’den kopmuş olduğu için, ama esas olarak Gelecek ve DEVA partilerinin– o kararsız seçmen için bir câzibe merkezi olabileceği düşünülüyordu. Ama olmadı. 

Ünsal: Evet, öyle olmadı; çünkü her iki partinin asıl yöneticilerinin kendi iddialarıyla orantılı olmayan bir siyâsal performansları vardı. Siz iktidar partisinde ses çıkarmadığınız şeylere muhâlefete geçip ses çıkarmaya başlarsanız, doğru söylemiş olursunuz, ama söylediğiniz doğruya bir müşteri bulamazsınız. Bence inandırıcılık sorunları vardı her iki tarafın da. Bunu yapamadılar, biraz da Millet İttifâkı’nın teklif etmiş olduğu siyâsal modelin yürütülebilir bir model olmadığı son derece açıktı. Şunu söyleyeyim: Sâdece “AK Parti’den seçmen getirmediler” diye DEVA Partisi’ne ve Gelecek Partisi’ne yüklenmekten ziyâde, bence Altılı Masa’nın hepsine yöneltilmesi gereken bir soru var: “Siz vatandaşa nasıl bir yönetim modeli teklif ettiniz?”Bir cumhurbaşkanı ve veto yetkisine sâhip yedi tâne cumhurbaşkanı yardımcısı… Bakın, bu yönetilebilir bir Türkiye modeli değil. Karşı taraf isteseydi, Devlet Bahçeli ya da genel başkan yardımcılarına bakanlık ya da cumhurbaşkanlığı yardımcılığı verebilirdi. Ama orada öyle bir şey olmadı, oranın teklif ettiği model uygulanabilir bir model: Bir patronu var, karar alıyor, son derece homojen bir kitlesi var –değişik partilerde temsil edilmiş olsa bile– ve onlar alınan bir karârı destekliyorlar. Dolayısıyla veto yetkisine sâhip yedi tâne ve yedisinin de siyâsal ağırlığı ve gücü esâsında eşit olmayan bu siyâsal mimârî, bence vatandaşın nezdinde yürütülebilir bir şey değil.

Peki siz bunu partide söylemediniz mi?

Ünsal: Bu, biraz seçim sürecinde ortaya çıktı, doğrusu ben kişisel olarak bunu ifâde etmedim, o da benim hatâm olsun. Hakîkaten baktığınız zaman bütün partilerin, yani altı partinin hepsinin kendi kurullarından geçirdiği bir modeldi. Bence bunun bir özeleştirisini yapmak lâzım — özellikle Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanı adayı olduğu için… Bu siyâsî model, vatandaşın nezdinde inandırıcı olmayan bir pozisyona geldi. Bundan dolayı seçimi kaybetmedeki önemli bir faktör oldu. Bunu ortaya koymak durumunda diye düşünüyorum.

Peki seçim kaybından bu yana, başta DEVA Partisi olmak üzere, muhâlefet partilerinin yaptıkları ve yapmadıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ünsal: Bence bir özeleştiri yapmak gerekiyor. Bu öncelikli olarak Kemal Bey’e düşüyor; çünkü takımın kaptanı oydu, o cumhurbaşkanı adayıydı. Kemal Bey bu özeleştiriyi yaparken iki nokta üzerinde durmalı; ben Kemal Bey’in yerinde olsaydım iki nokta üzerinde özeleştirimi yapardım. Birincisi, toplumsal ve siyâsal karşılığı ile kendilerine vermiş olduğu milletvekili kontenjanı arasında uyumsuzluk olan bu takımı kurmuş olmaktan dolayı inandırıcılığını ciddî anlamda zedeledi. Bu konuda bence bir özeleştiri vermeli, özür dilemelidir. İkincisi de, yönetim modeli diye ortaya sunduğu, cumhurbaşkanı yardımcılığı sisteminin inandırıcı olmayan bir sistem olduğunu kabul etmeli ve bundan dolayı bir özeleştiri yapmalıdır. DEVA Partisi’ne gelince, ben dediğim gibi bu 15 milletvekilinin hangi karar alma sürecinden geçerek bu karârın verildiğini bilmediğim için bir şey diyecek durumda değilim. Ama partinin yöneticilerinin, partinin oyunun yüzde 1’in altına indiğini bildiği kanaatindeyim. Bu tamâmıyla kişisel bir yorumdur. Onları itham etmek için söylemiyorum, ama ben bunu biliyordum. Birçok kamuoyu araştırmasında gözüküyordu, yüzde 1’in altına inmişti. Dolayısıyla böylesine bir siyâsî zayıflık içerisinde siz karşılığından daha fazlasını alırsanız, buradaki ilişki hoş olmayan bir ilişkiye dönüşür. Bence DEVA Partisi de bu konuda bir eleştiri vermelidir. Parti maalesef getirdiğinden daha fazla almıştır ve “Bu, nihâyetinde CHP’nin verdiği bir kontenjandır” denilebilir, ama sizin bunu bilip ona göre kendi tedbirinizi almanız lâzım ve şu an îtibârıyla zâten ciddî anlamda bu inandırıcılık sorunu nedeniyle parti teşkîlâtları da maalesef boşalmaya başladı, sürdürülebilir bir şey değil. Hakîkatten koptuğunuz zaman, sâhadan koptuğunuz zaman, bir şeyler söyleyebilirsiniz, “Biz 3 milyon oy getirdik, 5 milyon getirdik” diyebilirsiniz tabiî ki; ama yani hakîkat eğer sözünüzden farklı işliyorsa, o yapının orada ayakta kalması mümkün değil. “DEVA’dan neden koptuk?” meselesine gelecek olursam, bir iki husus var. Bir tânesi, biz “kural bazlı yönetim” dedik. Bizim partimizin “anayasası” hükmündeki parti tüzüğünde milletvekili adaylarının yüzde 35’inin kadın, yüzde 20’sinin genç ve her 100 adaya karşılık olmak üzere bir de engelli arkadaşımızın aday gösterilmesi gerekiyordu. Biz 25 aday gösterdik, 25’in yüzde 35’i yaklaşık 9 yapıyor, 8,75 falan yapıyor. Parti tüzüğünün âmir hükmüne göre, emredici maddesine göre bizim 9 tâne kadın aday göstermemiz gerekirken, sâdece 4 tâne kadın aday gösterildi. Bu büyük bir yanlış, büyük bir hatâ, hattâ büyük bir keyfîlik. Genel başkan olmak, milletvekillerini tek başına belirleme yetkisi almış olmak, bu yetkiyi keyfî olarak kullanmanız anlamına gelmez; çünkü sizi bağlayan tüzük var. Maalesef genel başkan bu tüzüğün âmir hükmüne uymamıştır; kendisine bunu ifâde ettiğim zaman bir îzâhı da olmadı. O yüzden çok rahat burada ifâde edebiliyorum. Yüzde 20 genç kotası demek, 5 tâne genç arkadaşımızın listeye girmesi ve 1 tâne de engelli arkadaşımızın listede olması lâzımdı; ama Genel Başkan, tüzüğün bu âmir hükmünü maalesef dikkate almadı ve mevcut milletvekili tablosuyla seçime girdi. Bu da tabiî teşkîlâtlarda büyük bir sıkıntı yarattı. Bir de bizim tek başımıza seçime gireceğimiz konusu zâten karar alınmış ve deklare edilmiş bir konuydu; ama genel başkan tamâmen kendi karârı ve yetkisiyle, birden, “Biz CHP listelerinden giriyoruz” dedi. 

Tek başına, kendi başına girseydi ne olacaktı?

Ünsal: O başka bir şey ama; kendi başınıza girmeyi uygun da göremeyebilirsiniz, ona da “eyvallah”, ama karar alma süreçlerinizi bir kere katılımcı, şeffaf, istişâreye açık olarak yapmanız lâzım. Biz sizi genel başkan yaptık diye, sizi başımıza diktatör yapmadık. Genel başkan da nihâyetinde istişâre ederek, kurulları çalıştırarak bu işleri yapacak. Esâsında isteseydi bu istişâre sürecini kendi aklındaki çözümü oluşturacak şekilde yapabilirdi zâten. Getirseydi muhtemelen benim veya birkaç arkadaşın dışında çok fazla bir îtiraz olmayacaktı. Zâten dediğini yaptıracaktı; ama öyle bir yolu da tercih etmedi. Dolayısıyla şeffaf olmayan, kural bazlı olmayan, katılımcı olmayan, istişâreye uymayan, parti tüzüğüne tamâmen aykırı bir yöntemde böyle bir tablo ortaya çıktı. Bu tabiî bizim çıkış iddialarımıza ters yani. Biz “bunlar olmasın” diye bir siyâsî hareket yapmıştık, “olmasın” dediğimiz her ne varsa, hepsini yaparak maalesef partiyi bir kötü sona doğru götürdük.

Son olarak şunu sormak istiyorum: Ayrıldın; DEVA’da bir geleceğin olmadığını düşündün, ama DEVA Partisi’nin bir geleceği var mı?

Ünsal: Ben bu meselenin bir kişisel siyâsî kariyer meselesi gibi ortaya konulmasından çok hoşnut olmam. Ne yaptığınızdan daha çok, nasıl yaptığınız önemlidir. Dolayısıyla siz bir şey yapabilirsiniz, yaptığınız şey doğru da olabilir; ama nasıl yaptığınız çok daha önemli ve çok daha belirleyicidir. Bu partide son zamanlarda maalesef partinin kuruluş ilkeleriyle taban tabana zıt bir karar alma alışkanlığı oluştu ve partinin kurullarında ciddî bir itirazla da karşılanmıyor bu maalesef. Dolayısıyla artık burada olmak, bu alışkanlığa “evet” demek… Biz zâten bu alışkanlığa “evet” demiş olsaydık AK Parti’de olurduk. Sonunda siyâsî bir kariyer elde edebileceğiniz bir yapı varken niye biz oradan ayrıldık? Aynısını yapacaksak gideriz orada yaparız. Eğer yapılandan râzı değilsek, o zaman bu ekiple berâber olmanın bir anlamı yok. Kendi adıma ilkesel olarak yollarımı ayırdım. Benim gördüğüm kadarıyla DEVA’nın hem üyelerinde, hem küçük de olsa seçmen tabanında partinin bu yaklaşımının iddialarıyla çeliştiğini gören bir hayal kırıklığı var, bu hayal kırıklığı yavaş yavaş partiyi de terk ediyor. Ne kadar olur, tamâmen dağılır mı, toparlar mı arkadaşlar, onu bilmiyorum; ama benden bu kadar.

Evet, çok teşekkürler. 

Ünsal: Ben de teşekkür ediyorum.

Ahmet Faruk Ünsal ile DEVA Partisi’ni ve kurucusu olduğu partiden neden ayrıldığını konuştuk, kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.