Kemal Can yazdı: Anayasal kriz, kimin fırsatı?

TİP listesinden Hatay Milletvekili seçilen ve Anayasa’nın açık hükmüne rağmen hâlâ hapishanede tutulan Can Atalay’la ilgili hukuk skandalı, çok taraflı bir anayasal krize dönüştü. Dönüştü diyorum ama gelişmeler, hadisenin tam da böyle bir yolun açılması için hazırlanmış veya böyle yönetilmiş olabileceğini düşündürüyor. Bizzat Can Atalay’ın da söylediği gibi, hak ihlalinin yanı sıra ortada bir anayasa ihlal suçu var zaten. Olaylar başlangıçta, çeşitli yargı mercilerinin ayaklarına gelen “ateş topunu” rastgele tekmeleyerek uzaklaştırmaya çalışmaları gibi görünüyordu. Ancak kronolojiye daha dikkatli bakıp, zaman tablosuna açıklamalar, kararlar, arka plan bilgileri yerleştikçe, meselenin rengi de değişmeye başladı. Artık hadisenin, belki baştan belki bir aşamadan sonra, daha geniş sonuçları olacak ve biraz daha büyük bir kurgunun mahsulü olduğunu düşündürecek veriler mevcut. Durum, -muhalefetin ve hukuk erbabının çok isabetli biçimde söylediği gibi- fiili bir anayasa darbesi olarak tanımlanabilir ama arkasındaki kurgunun gerekçeleri ve hedefleri, bu darbeden daha ileri hedeflere uzanıyor. “Dokunulmazlık sayesinde yurt dışına kaçıyorlar” gibi tek örneği bile olmayan iddialara tevessül edilmesi de, çok tanıdığımız meşruiyet istismarlarını hatırlatıyor.   

Krizin siyasi tarafında ise çözüm yolu olarak, yeni anayasal düzenleme (değişiklik) ihtiyacının dile getirilmesindeki ivme artışı da rastlantı gibi durmuyor. İktidarın hamlelerindeki koç başı Bahçeli, epey önce, AYM’ye haddinin bildirilmesi, gerekirse kapatılmasının düşünülmesinden bahsetmişti. Erdoğan’ın seçime yetiştiremediği Anayasa değişikliği paketinde ısrarını sürdürdüğü, (artırdığı) hatta yerel seçime (muhalefete) etkisi üzerine hesaplar yaptığı biliniyor. AYM ile Yargıtay arasındaki krize ilişkin rahatsızlık belirten AKP’lilerin bile, Erdoğan’ın “yanlış yapıyorlar uyarısı” sonrasında, yine Erdoğan’ın “hakemlik rolü açıklamasına” gönderme yapmaları da, yanlışın düzeltilmesi yerine “formül” üretilmesi imasını içeriyor. AYM üyeleri ve Meclis hakkında suç isnadına kadar ilerleyen Yargıtay’ın yaptığı son açıklama, “gerekli düzenleme için yapılacak çalışmalara desteğe hazır olunduğu” ifadesiyle bitiyor. Adalet Bakanı’nın, soruna anayasa maddeleri arasında çelişki olduğunu keşfederek giriş yapması dikkate değer. Cumhurbaşkanı’nın “hukuk işleri” danışmanı Mehmet Uçum’un “milli yargı” çıkışındaki tarif ile uluslararası anlaşmaların hükümlerini tartışmaya açmasını da kenara not edelim. AYM yargıçlarının fotoğraflarını gazete birinci sayfasından yayınlamasını da yine bir yerlerden hatırlıyoruz. 

Hadisenin adım adım “kontrollü” bir anayasal krize evrilmesindeki bütün gelişmeler ve açıklamalar, iktidar için “Allah’ın Lütfu” bir koridorun kapısını gösteriyor sanki. Bu koridorda, -tıpkı Gezi ve Kavala davalarında izlenen yolda olduğu gibi- Can Atalay’la ilgili hukuk skandalı, henüz neticelenmemiş bir darbeler serisinin başlangıcı olacak belki. Baştan itibaren böyle mi kurgulandı yoksa bir aşamada ortaya çıkan fırsat mı değerlendirdi veya (pek katılmadığım) bazı iddialarda olduğu gibi iktidar kanatları arasındaki ataklar mı süreci şekillendirdi kestirmek zor. Ancak memleket açısından -zaten hukuk kalmamıştı denilse bile- iyice tehlikeli bir yeni sürüklenişe dönüşen kriz, iktidar açısından gayet kontrollü bir atağa dönüştürülmek isteniyor. Yargıyı, basını, muhalefeti ve her şeyi “millileştirme” veya en azından böyle tasnif etme çabasından devşirilen sonuçlar, siyasal-toplumsal direnç kapasitesine bağlı olarak, mevcuda rahmet okutacak yeni “milli anayasa” ile taçlandırılmak isteniyor. Bunun yanına, Bahçeli’nin talep ettiği AYM’yi ıslah ve Uçum’un ima ettiği gibi AİHM ayak bağından kurtulma gibi hediyeler de eklenebilir elbette. Çok kabalaştırırsak: Bunu yapamazsın diyen herkese ve her kuruma hatta anayasaya, “yaparsam ne olur, ne yaparsın?” diye soruluyor. Cevap önemli elbette ama cevabı tanımama lüksü de kazanılmış hak gibi iktidarın yakasında. Bir kereyle de çok şey oluyor neticede.  

David Landau’nun ürettiği yeni (2013) bir kavram; “Suistimalci (veya istismarcı) anayasacılık”. Kavram, anayasal değişim süreçlerinin demokrasiyi daraltıcı biçimde kullanılmasını ifade ediyor. Süreç, otoriter yönetimleri (liderleri) sınırlayabilecek ya da denetleyebilecek kanun, kurum ve kavramları etkisiz ve işlevsiz hale getirerek ilerliyor. Hatta tıpkı rekabetçi otoriterlikte olduğu gibi, şeklen korunuyor gibi görünen sistem, bütün organlarıyla basit bir iktidar aparatına dönüştürülüyor. (Bu noktada Tanıl Bora’nın kullanıma sunduğu “kurum kırım” kavramını da zikretmek isterim.) Zaman zaman bu istismarcı tutumun, “vesayetten kurtulma” veya “demokrasiyi güçlendirme” gibi gerekçelerle süslendiği bile oluyor. 2010 Anayasa değişikliği bu kapsamda değerlendirilebilir. Geçen yüzyılda çok sayıda örneğini gördüğümüz açık diktatörlükler veya askeri yönetimlerin “radikal” rejim değişiklikleri artık işlevsel bulunmuyor. Onun yerine geçen bu ara form, mevcut anayasal sistemi yerinde tutup, olabildiğine istismar ederek sonuç alıyor. Bütün istismarlar gibi perdelenme imkanları daha fazla, hızlı ve ciddi bir direnç yoksa çok da ekonomik. Türkiye’de fiili uygulamalarla çerçevelenen yargı operasyonları, bu kavramdaki modele epey uyumlu. Yani, Anayasa’yı askıya alan ve AYM’yi felç eden krizin, bunu kalıcı hale getirecek hamlelere gerekçe yapılmak istendiğini düşünmek, fazla şüphecilik sayılmaz. 

Kurnazca müdahalelerle ve fiili durumlar yaratılarak, mevcut anayasa ve sistemin istismarı çok yeni yöntem değil. 2010 referandumu örneğinde olduğu gibi, mucitleri ve ilk operatörleri artık iktidar blokunda yer almıyor. Ancak iktidar, bir kez daha, kendi ürettiği krizden yeni bir istismar imkânı yakalamanın peşinde. Fakat konunun bu planlı tarafı yanında, ivedilikle halledilmesi gereken ihtiyaçlarla da ilgisi var. Bu ihtiyaçlardan en önemlisi, çıkan ve çıkacak olan bazı yasaların, herhangi bir engele takılmadan uygulamaya konulabilmesi. Yani iyi bir yol temizliği ihtiyacından bahsediyoruz. “Kentsel dönüşüm Yasası”, mevcut kentsel mülkiyet sisteminde tamamen keyfi müdahalelere kapı açtığı için, açıkça anayasaya aykırılığı ileri sürülebilecek düzenlemelere iyi bir örmek sayılabilir. Muhtemelen ekonomi ve dış politika alanında derinleşen ve keskinleşecek sıkıntılar, yeni zorlama düzenlemeleri sıraya sokuyor. Yerel seçim sonuçlarına bağlı olarak veya doğrudan seçimleri etkilemeye dönük yerel yönetim düzenlemeleri, olağanüstü özelleştirmeler ve kıdem tazminatı gibi hak ilgaları beklenmedik gündemler değil. AYM’de yığılı bireysel başvurular, AİHM’de bekleyen ve hızla kabaran dosyalar ve sağanak halinde gelecek hak ihlali kararlarıyla uğraşmak da istenmiyor. AİHM’in uygulanmayan ve Avrupa Konseyi gündemine gelmesi beklenen yaptırımların, AYM ile yaratılan hiyerarşi tartışmasının bir benzeriyle karşılanması şaşırtıcı olmaz.  

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Her krizde olduğu gibi, yaşananların sadece iktidar içindeki ekip çatışmalarıyla açıklamasına da değinmeden bitirmek olmaz. Baştan söyleyeyim iktidar blokunda, partiler arasında ve partilerin içinde, sıkı rekabet hatta çatışma içinde gruplar olduğu doğru. Ancak “bu kriz olmasa saray bir yumuşamaya hazırlanıyordu” iddiasına varan yorumlara ikna olmak hiç kolay değil. En azından, bu iddia sahiplerinin, Cumhurbaşkanı’nın pek çok sembolik danışmanın aksine hayli aktif olan Mehmet Uçum’un, Erdoğan’dan farklı bir operasyonun parçası olduğunu ileri sürmeleri zor olacaktır. MHP’nin bu konudaki aşırıcı tutumu ve gazetecileri tehdit varan agresif tepkileri zaten biliniyor, dolayısıyla operasyonun aktif ekibinin de onlara yakın yargı mensuplarından oluşması gayet akla yakın. Bu konuya itiraz edilecek bir şey yok. Problem, Erdoğan, Saray veya -onlar her kimse- iktidarın yumuşama yanlılarının farklı hazırlığı olduğunu çıkartabileceğimiz veri kıtlığı. Bunun, asla yanlışlanamayacak “ben öyle duydum” kanıtından başka bir işareti var mı? Daha önce başka konularda MHP ile karşı karşıya gelmiş bazı isimlerin, kendi sözlerini bir talimatla bu kadar kolay ezebilmelerinde Erdoğan’ın rolü hakkında ne düşünmeliyiz? Eğer yaşananı tekil bir olay, özel ve dar konulu bir kriz olarak düşünürsek, siyasetin dehlizlerinde neler olduğunu tabi daha çok merak ederiz. Fakat önümüzdeki mesele, daha sistematik bir çabanın parçası gibi şekilleniyorsa, başka bir yere bakmalı, başka türlü düşünmeli ve davranmalı.