Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Milei nasıl kazandı? Ne yapabilir? Gazze’de kalıcı ateşkes mümkün mü?

Güney Amerika’nın en büyük ülkelerinden Arjantin’de uzun süredir sonucu merakla beklenen cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu tamamlandı. Sandıktan sürpriz sayılabilecek bir şekilde, aşırı sağcı aday Javier Milei çıktı. Güney Amerika’nın en büyük ülkelerinden Arjantin’de uzun süredir sonucu merakla beklenen cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu tamamlandı. Sandıktan sürpriz sayılabilecek bir şekilde, aşırı sağcı aday Javier Milei çıktı. Yüzde 140 enflasyonla mücadele eden Arjantin halkı, ipleri Milei’nin eline verdi. Milei’nin hem ekonomi hem de sosyal alandaki vaatleri dikkat çekici. Milei döneminde Arjantin’i neler bekliyor?

İsrail-Hamas savaşında önemli bir gelişme yaşandı. Katar, İsrail ile Hamas arasında esir takası anlaşması imzalandığını açıkladı. Çatışmaların 4 günlüğüne durdurulmasını içeren anlaşma uyarınca Hamas, 50 İsrailli’yi; İsrail ise aralarında kadın ve çocukların bulunduğu 150 tutuklu Filistinliyi serbest bırakacak. Bu anlaşma, 7 Ekim’den bu yana atılan en büyük diplomatik adım. Bundan sonra neler olacak?

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız ve tam kadroyuz. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la Arjantin’i ve tabiî ki Gazze’yi, ateşkesi konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen.

Ömer Taşpınar: Merhaba.

Gönül sen yoktun birkaç hafta. Seninle başlayalım. Geçen hafta Ömer, Amerikan medyasına dayanarak, ateşkesin yüksek ihtimalle olacağını söylemişti. Nitekim öyle oldu. Gelen ilk bilgiler bunun bir taraftan Washington’un İsrail’e bastırması, diğer taraftan da Katar’ın ve bir ölçüde Mısır’ın Hamas’ı iknâ etmesiyle olduğunu söylüyor. Siz neler duyuyorsunuz, neler görüyorsunuz? Bir de tabiî 7 Ekim’den bu yana yaşanan süreci nasıl etkiler bu 4 günlük ateşkes? 

Gönül Tol: Evet Ruşen, bir süredir, Hamas’ın 7 Ekim saldırısının hemen ardından aslında bu diplomatik kanal kuruldu. Katar’ın liderliğinde, arabuluculuğunda bu görüşmeler yapılıyor Hamas ve İsrail tarafı arasında ve bir anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Şimdi 150 tâne İsrail’in elinde bulunan kadın ve çocuk tutuklu, yani İsrail hapishânelerinde bulunan 150 tutuklu salıverilecek. Karşılığında da Hamas elindeki 50 tâne, yine kadın ve çocuk rehîneyi serbest bırakacak. Bunlar bir günde olmayacak. Dört gün boyunca, her akşam bir grup salıverilecek. Mısır’a gönderilecek. Mısır’dan İsrail’e geçecek. Ve işte bu 4 gün İsrail saldırılarına ara verecek. Şimdi bu meselenin benim dikkatimi çeken iki tâne boyutu var. Bir tânesi: Katar’ın arabuluculuğu çok önemli. Yani Katar’ın bir süredir böyle bir diplomatik aktör olarak, özellikle uluslararası çatışmaların çözümünde kendisini bir arabulucu olarak konumlandırdığını görüyoruz. Türkiye’nin de yapmaya çalıştığı bir şeydi bu; fakat Türkiye bunu yapamadı. Katar’ın rolü sâdece bu İsrail-Filistin meselesinde, Hamas ve İsrail arasında 7 Ekim’den bu yana kurulan kanalda değil; aynı zamanda Amerika, Afganistan’dan çekilirken de Katar’a güvenmişti. Vatandaşlarını önce Katar’a göndermişti. Ya da meselâ Rusya ve Ukrayna arasında, Rusya’nın elindeki Ukraynalı çocuk rehînelerin salıverilmesi konusunda da Katar kilit bir rol oynamıştı. Burada da Katar’ın çok önemli diplomatik bir arabuluculuk üstlendiğini görüyoruz. Bu, Katar’ın bölgedeki yumuşak gücünü yükseltmesi açısından önemli. Neden bunu Türkiye değil de Katar yapabildi? Çünkü Katar’ın İsrail’le de Hamas’la da hem söylemi hem siyâseti dengeli oldu. Yani bir taraftan Körfez’de İsrail’in ticâret ofisinin olduğu ilk yerlerden, tek ülkelerden biri. Bir taraftan İsrail’le böyle bir yakın ilişkisi var. Ama diğer taraftan diğer Körfez ülkeleri gibi hemen “İsrail’le normalleşirim” demedi. Öte yandan tabiî Hamas liderlerine ev sâhipliği yapıyor. Gazze’ye ciddî anlamda finansal yardım gönderiyor. Dolayısıyla iki taraf arasında kurduğu bu denge ilişkisi Katar’ın bu müzâkerelerde de kilit bir rol üstlenmesinin yolunu açtı. Şimdi konuşulan şey şu: “Şu anda söylediğimiz şey bir ateşkes değil; çatışmaya, İsrail’in saldırılarına, hava bombardımanına ara vermesi”. “Bu acaba uzun soluklu bir ateşkese dönüşür mü?” tartışması var. Katarlı yetkililere sordular bunu ve Katar dedi ki: “Bizim amacımız bu, daha uzun soluklu bir şeye dönüşmesi, bir ateşkes sağlanması” dedi. Fakat bu çok kolay değil Ruşen. Çünkü bu mevcut rehîne ve tutuklu takasına bile İsrail halkının büyük bir bölümü karşı çıkıyor. Yani %45’i buna karşı çıkıyor; %40’ı “Olabilir” diyor. Dolayısıyla zâten Netanyahu da yaptığı açıklamada dün dedi ki: “Sâdece saldırıya birkaç günlüğüne ara veriyoruz. Bu, ateşkes anlamına gelmiyor. Bizim Gazze’de operasyonu başlatırkenki amaçlarımızı hâlâ gerçekleştirme peşindeyiz.” Neydi bu amaç? Hamas’ı hem siyâsî hem askerî bir aktör olarak ortadan kaldırma amacını güdüyordu. Bugüne kadar Kuzey Gazze’ye yoğunlaşmıştı İsrail’in operasyonu. Fakat Hamas’ın kilit isimleri ve Gazze halkının çok büyük bir kısmı güneye indi. Dolayısıyla muhtemelen bu değiş tokuştan, bu takastan sonra İsrail’in operasyonu devam edecek, Güney Gazze’ye inecek. İsrail’de bu tutuklu takasına hayır diyenlerin şöyle bir endîşesi var: “Bu dört günlük süre Hamas’ın toparlanması için süre verecek” deniyor ve bu yüzden de karşı çıkıyorlar. Gerçekten de bu böyle olabilir. Çünkü Hamas militanları tünellerdeler şu anda ve tünellerdeki yoğun bombardıman nedeniyle askerî takviye yapılamıyor. Ve çatışmaya dört günlük ara verilmesinen Hamas faydalanabilir. Bir de tabiî çatışmaya ara verilmesinin İsrail açısından şöyle bir negatif etkisi daha var: Artık dünya görecek; yani Gazze’nin ne kadar yerle bir edildiğini de görecek artık. Hani bu tozduman dört günlüğüne sona erdiğinde, bütün dünya görecek ve İsrail üzerindeki ateşkes baskısı artacak. Bu tür endîşeleri var. Ama diğer taraftan da meselâ eğer Hamas daha fazla rehîne bırakmaya karar verirse, çatışmanın bu durma hâli uzayabilir. Zâten Netanyahu bunu söyledi: “Eğer daha fazla rehîneyi bırakırlarsa, her 10 rehîne için 24 saat daha ara verebiliriz” dedi. Bence en fazla buna evrilebilir. Ama şu noktada kamuoyunu da düşündüğümüzde, yani İsrail kamuoyunu da düşündüğümüzde ve İsrail ordusunun Gazze’deki askerî hedeflerini de düşündüğümüzde, şu noktada bunun ateşkese evrilmesini ben çok yüksek olasılık görmüyorum. 

Ömer, seninle devam edelim. Burada bunun kalıcı bir ateşkese dönüşüp dönüşmemesi meselesini Gönül’ün bıraktığı yerden soracağım ama, bir de şöyle bir husus var tabiî: Bu ara verme, en azından “7 Ekim’den bu yana dünya niye hiçbir şey yapmıyor?” vs. gibi îtirazlara da bir tür cevap oldu. Ateşkes sağlanmasa bile, dört günlük de olsa bir ara, birilerinin bir şey yaptığını, özellikle ABD’nin ve Körfez ülkelerinin bir şey yaptığını gösterdi. İsrail’in ve Hamas’ın pazarlığa da açık olduğunu gösterdi sonuçta. Öyle değil mi? Yani sonuçta bir süreç oldu, çetin bir süreç oldu belli ki; ama diplomasi kanallarının hâlâ olduğunu da gösterdi diye bir not düşmek istiyorum. Tabiî bir de Türkiye’nin şu âna kadar adı hiçbir şekilde zikredilmedi. Erdoğan bir şekilde dâhil olmak istedi, ama olamadı. Erdoğan’ın İsrail üzerinden değil de Hamas üzerinden bile sürece dâhil olamamasının bir anlamı var herhalde, değil mi?

Ömer Taşpınar: Evet, var. Yani Türkiye’nin sürece dâhil olamaması sonuçta Hamas üzerindeki etkisinin Katar kadar olmaması nedeniyle. Olay Katar ve Mısır üzerinden gidiyor. Mısır’ın bile Hamas üzerinde daha fazla etkisi var — ki Mısır’la Hamas arasındaki rejim farkı ortada. Sisi açısından Hamas bir terör örgütü ve Müslüman Kardeşler’in bir devâmı. Müslüman Kardeşler’i bir terör örgütü olarak kabul etti. Dünya basınında benim tâkip edebildiğim kadarıyla sürekli Katar ve biraz da Mısır’dan bahsediliyor. Türkiye’nin ise Hamas konusunda Erdoğan’ın Almanya’daki çıkışı, Türkiye’deki çıkışları konuşuluyor. Türkiye’ye bir rol belki biraz işte tozduman bittikten sonra bu geçiş döneminde, yani Gazze’de silâhlar durunca bir tekrar yapılanma gerekecek, yani siyâsî yapılanma, bir de fizikî yapılanma gerekecek. Burada Filistin otoritesinin devreye girmesi gerekecek. Fakat bir ara formül olarak ara dönemde Birleşmiş Milletler çerçevesi, şemsiyesi altında Türkiye’nin de bir rol oynayabileceği bâzen söyleniyor bölge ülkeleriyle berâber. Uzun dönemde Suudî Arabistan’ın tabiî çok aktif bir şekilde bir rol oynaması gerek. Burada diplomasi perde arkasında devam ediyor tabiî ki. Amerika, sizin de biraz önce konuştuğunuz gibi çok ciddî bir şekilde bastırdı İsrail üzerinde. Çünkü bu savaşın dünya kamuoyunda yarattığı tepki mâlûm. Yani çok ciddî bir anti-Amerikanizm ve anti-İsrail hava var dünya basınında, dünya kamuoyunda. Biz bunları tartıştık hep. Yani sonuçta bu havadan en çok yararlanan İran oluyor. Bu, “direniş cephesi” dediğimiz Hamas, Hizbullah, İran, Suriye cephesi oluyor. En çok kaybeden de bu süreçte İsrail, Amerika ve onlarla berâber şu âna kadar iş tutmuş Körfez’deki ülkeler; Birleşik Arap Emirlikleri oluyor. Suudi Arabistan’ın herkes ne yapacağına bakıyor. Diplomatik olarak uzun dönemde Amerika’nın artık bu bölgede etkili olması için Filistin konusunda ciddî bir diplomasiye girişmesi gerekecek ve bu diplomaside Amerika’nın inandırıcılığı, Biden yönetiminin inandırıcılığı, İsrail üzerinde ne kadar etkili olabileceğine bağlı. Yani İsrail’i durdurabiliyor mu? İsrail’in yerleşkeleri konusunda, Batı Şeria konusunda, Filistin toprakları konusunda Netanyahu’ya söz geçirebiliyor mu? Bu ateşkesin bir testi de oydu. Biraz söz geçirebildiği şimdi anlaşıldı; ama tabiî bu geçici bir ateşkes. Uzun dönemde bana göre Amerika’nın bölgedeki ağırlığı ve inandırıcılığı azalıyor. Ve bölgede Arap ülkeleri, özellikle de Suudî Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Çin’in de devrede olmasını istiyorlar. Çin, Filistinlileri daha çok kollayan bir söyleme sâhip târihsel olarak, Soğuk Savaş döneminden bu yana. Çin’in de masada olacağı bir uluslararası konferans ve yeni bir barış sürecinde İsrail’in Amerika tarafından bir bakıma korunduğu, Arap dünyasının da Çin tarafından biraz daha kollandığı bir döneme doğru da gidebiliriz. Burada Çin’in ağırlığı ne kadar olur bunu şu anda kestirmek zor; ama Çin bu konuda istekli gözüküyor. Tedbirli de aynı zamanda; çünkü kaldıramayacağı kadar da ağır bir taşın altına girmek istemiyor. Fakat son birkaç gün içinde Arap ülkelerinden bir sürü dışişleri bakanının berâber Çin’e, Pekin’e gittiklerini ve Birleşmiş Milletler konusunda Çin’in daha fazla ağırlığını koymasını istediklerini biliyoruz. Dolayısıyla önümüzdeki dönem, yani bu savaş bitince tekrar diplomasi kanalları konferanslarla, barış süreçleriyle buraya geldiğinde yepyeni dinamikler karşımıza çıkabilir. 

Evet, isterseniz biraz da Arjantin konuşalım. Birdenbire adını en azından benim duymadığım Milei adında ve son dönemde gördüğümüz –Trump’la kendimizce dalga geçiyorduk– herhalde Trump’ın kat kat üstünde birisi geldi, ikinci turda Arjantin’de cumhurbaşkanı oldu. Vaatleri vs. ile tam bir sağ popülist… “Liberteryen” diyorlar ona, değil mi? Ve ilk kutlayan da Trump oldu. Buna da hiç şaşırmadık. Gönül, bu nasıl oldu? Ömer’in özellikle Arjantin çalıştığını biliyorum şu günlerde, ona da soracağız; ama seninle başlayalım. Tabiî ki en önemli sorulardan birisi: “Bu nasıl oldu da oldu?” Ama bir diğeri de: “O söylediklerini yapabilir mi, yapmaya kalkarsa ne olur?” gibi çok müthiş bir soru var ortada. Merkez Bankası’nı kapatmak, peso yerine Amerikan dolarını tedâvüle sokmak filan, böyle acayip acayip önerileri var, iddialı vaatleri var hattâ. Ne diyorsun? Neler konuşuluyor? 

Gönül Tol: Aslında sordun ya: “Bu nasıl oldu? Nasıl oldu da Javier Milei seçildi?” Washington Post’ta editörlerin yayınladığı bir yazı vardı. O yazı şunu soruyordu aslında: “Nasıl oldu da Javier Milei gibi bu kadar radikal bir sağ popülist lider Arjantin’de daha önce başa gelmedi?” Bu soru soruluyor. Tabiî özellikle bütün sağ popülist liderler gibi onun da ortaya çıktığı bir konjonktür var, bir bağlam var. Şimdi bağlama baktığınızda çok şaşırtıcı gelmiyor; çünkü Arjantin ekonomisi üç hâneli enflasyonun olduğu, çok ciddî ekonomik kaygıların olduğu, yolsuzluğun olduğu ve devlet kurumlarının işlemediği bir ülke. Ve bugüne kadar hem şu anda Javier Milei’nin seçilmesinden önceki sol eğilimli hükûmete, hem de ondan önce gelen merkez sağ hükûmete karşı bir ciddî bir toplumsal tepki vardı. Ve bu toplumsal tepkiyi kullanarak Milei müesses nizam karşıtı bir söylemle ortaya çıktı. Yani:”Bu siyâsî elitler…” Tıpkı Trump gibi. Trump da ne demişti? “Washington’daki bataklığı kurutacağım” demişti, “parazit” demişti. Benzer bir söylem tutturdu Milei. “Bu siyâsî elitleri, sizin kanınızı emen bu parazitleri ortadan kaldırmadan ne ekonomi ne siyâset düzlüğe çıkamayacak bu ülkede” dedi ve aslında müesses nizam karşıtı söylemle yükseldi. Arjantin de aslında çok bölünmüş bir toplum ve bu popülistler hem toplumun bölünmüşlüğünü körükleyen aktörler oluyor, hem de bu bölünmüşlüğün üzerinde yükselen aktörler oluyor. Ülkenin ekonomisinin son 20-30 yılın en kötü durumunda olduğundan bahsediliyor ve çok radikal sözler verdi. Senin söylediğin gibi, dedi ki: “Merkez Bankası’nı kapatacağım. Eğitimi ya da devlete âit kurumları bütünüyle özelleştireceğim.” Ülke ekonomisinin dolarize edileceği sözünü verdi. Trump’ın ve dünyadaki bütün popülistlerin de yaptığı gibi kültür savaşlarına girdi. Kürtaj meselesinde çok muhâfazakâr bir söylem tutturdu, kürtajı yasaklayacağından bahsetti. Bireysel silâh alımı konusunda, silâh alımını güçleştiren yasaları ortadan kaldıracağı sözünü verdi. Dış politikada da çok radikal şeyler söyledi. Dış politikada meselâ Brezilya ve Çin, Arjantin için çok önemli ülkeler, önemli ticâret ortakları. Seçildiği zaman bu ülkelerle ilişkilere mesâfe koyacağı sözünü verdi. Şimdi tabiî bunlar çok radikal söylemler ve Arjantin’i yakında tâkip eden insanlar şunu söylüyor: “İkinci turda %55 ile seçildi. Aslında çok önemli bir çoğunluk aldı; ama ilk turda ülkenin sâdece %30’u ona oy vermişti”. Şimdi bu aslında şöyle yorumlanıyor: Arjantin halkının önemli bir çoğunluğu Milei’nin bu radikal platformuna destek vermiyor. Fazla radikal buluyor. Ve bu da ne demek oluyor? Başkan seçildikten sonra, bu radikal platformunu hayâta geçiremeyebilir. Yine Trump örneğine, hattâ Bolsonaro örneğine bakıldığında, bu tür radikal isimler, kültürel meselelerde radikal söylem tutturuyorlar, toplumun o bölünmüşlüğü üzerinden oy devşirmeye çalışıyorlar; fakat seçimi kazandıktan sonra ılımlılaşıyor, yani her verdikleri radikal sözü yerine getiremiyorlar. Meselâ Trump; sonuçta Trump’ın etrâfında bir Cumhuriyetçi Parti vardı ve Trump, yönetebilmek için o partinin desteğine ihtiyaç duydu. Çünkü bu isimler genelde siyâsetin dışından gelen isimler, ülke yönetme deneyimi olmayan isimler. Dolayısıyla o kampanya sırasında çok saldırdıkları siyâsî elitlere ihtiyaç duyuyorlar seçildikten sonra. Trump için bu böyle olmuştu. Yani hem partinin içerisinden, kendilerine “odadaki yetişkin” diyen gruplar Trump yönetiminde yer aldı ve bu şekilde kampanya sırasında verdiği çok radikal sözlerin bir kısmı hayâta geçirilemedi. Muhtemelen yine, Arjantin uzmanları bunu söylüyor: Milei’nin başına da benzer bir şey gelecek. Fakat şöyle bir durum var: Amerika’da Trump’a yardımcı olan bir Cumhuriyetçi Parti vardı, onun böyle bir parti organizasyonu yok. Aslında tam bu nedenle de o çok saldırdığı merkez sağ partisine, hattâ sol partiye ihtiyaç duyacak. Çünkü Kongre’de de Milei’nin partisinin marjinal bir oyu var. Dolayısıyla herhangi bir yasa geçirebilmek için aslında bir koalisyona ihtiyaç duyacak ve bu koalisyonun içerisinde de ılımlı isimler olmak zorunda kalacak. Özellikle bu ılımlı isimler, birinci turdan sonra Milei’nin kazanacağını anlayan merkez sağ isimler, yani müesses nizamdan önemli isimler, Milei’nin söylemini yumuşatması için baskı yaptılar ve yeni yönetimde yer alacaklarının sinyalini verdiler. Bu insanların en problemli bulduğu söz: Arjantin ekonomisinin dolarize edilmesi. Bunu çok sakıncalı buluyorlar. Dolayısıyla bunlar eğer kilit rol oynarlarsa, bu kampanya sırasında verdiği radikal sözleri yerine getiremeyebilir. Bir de tabiî ki şu var: Dediğim gibi; nihâyetinde ikinci turda %55 ile kazanmış olsa da, aslında ilk turda aldığı %30’luk oy bize şunu söylüyor: Bu radikal platformuna toplumsal destek de yok yani. Sadece Kongre’de değil, aynı zamanda toplumsal desteği de yok bunun. Pek çok Arjantin uzmanı şunu söylüyor: “Arjantin’i çok zor günler bekliyor ve muhtemelen uzun süre görevinde kalamayacak Milei”. Bu beklenti var. 

Evet, Ömer. Arjantin denince akla hep Peron gelir, Peronizm gelir. Bir döneme damga vurmuş ve diğer Latin Amerika ülkelerine de örnek olmuş bir hareketti. Sonra yıkıldı dendi. Ama şimdi, “Tekrar geri geliyor mu?” dendi. Şimdi Peron’u da aratacak bir kişi geldi ve yendiği kişi de Peronist, değil mi? İkinci turda yendiği kişi Peronist bir kişi. Yani solun olmadığı bir ikinci tur oldu Arjantin’de. Neden hakîkaten? Şimdi Gönül bunu şöyle söyledi, Washington Post yazarları sormuş ya: “Neden şimdiye kadar gelmemişti ki?” Yani bu, Arjantin’de çok şaşırtıcı gelmiyor. Birçok nedeni var; ama bir siyâsî kültürle de alâkalı değil mi bu olay? 

Ömer Taşpınar: Evet, siyâsî kültür deyince Peronizm akla geliyor; yani Türkiye’de biraz Kemalizm ne ise –müesses nizam yani AK Parti öncesi–, Peronizm bir bakıma resmî ideoloji gibi neredeyse. Yani Peronizm nedir diye baktığımzda, işte ben birkaç gündür Peronizmi anlamaya çalışıyorum. Çok ilginç aslında. Bir kere Juan Domingo Peron aslında asker kökenli bir lider. 1945’lerde iktidâra geliyor ve sol popülizm, yani aslında sosyalizmi bir bakıma benimsemiş bir lider. Özellikle sendikalarda ve kamu hizmetleri konsunda, sosyal adâlet konusunda ciddî bir işçi tabanını, çalışanları, yani mavi yakalıları arkasına alarak çok popülist bir yöntemle ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Fakat asker-sivil ilişkileri de karışık. Kendisi asker kökenli olmasına rağmen askerin içinde ondan daha Peronist tipler de var. Yani bu sol popülizm bir bakıma siyâseti belirlemiş. Ve temelde toplumsal gücü sendikalardan geliyor. Yani kamu sektörünün bir şekilde bu kamu harcamaları, sübvansiyonlar, tarıma yapılan, sanâyiye yapılan, kamu iktisâdî kuruluşlarına yapılan sübvansiyonlardan geliyor. Yani bir özelleştirme yapmak çok zor meselâ. Ve Peronizm aslında son 20 yıldır iktidarda. Yani Carlos Menem, “El Turco” denen –ki Latin Amerika’da “El Turco” dendiğinde genelde hep Osmanlı döneminden gelen daha çok Lübnan asıllı Hristiyanlar, Maruniler filan oluyor–, Carlos Menem olsun, Nestor Kirchner olsun, bunlar son 20 yılda Peronist partinin popülist sol isimleri. Ve meselâ Kirchner, hem kendisi hem de sonra eşi Cristina Kirchner yaklaşık 10 yıl iktidarda kaldılar. Ve Milei’nin büyük bir zaferle, %56’yla geride bıraktığı lider, yani karşısındaki muhâlif aday Sergio Massa, Peronist partinin lideriydi. Ve birinci turda hiç beklenmedik derecede başarılı bir oyla aslında belki de kazanabileceğini gösterdi. Halkta çok ciddî bir bıkkınlık var Peronizm’den. Yani bâzı kitleler artık, özellikle özel sektör, genç ve işsiz kitleler yeni radikal şeylerin denenmesini istiyorlar. Yani kamudan, kamu sektörünün Arjantin’i domine ediyor olmasından bıkmış bir sağ, kapitalizme yakın, “liberteryen” dediğimiz, devleti küçültme ve her şeyi özelleştirmeden bahseden bir popülist sağ liberteryen toplumsal taban var. Yani “Yeni bir şey deneyelim artık” diyorlar. Ve ülke zâten yıllardan beri IMF’ye muhtaç. IMF’nin verdiği sübvansiyonlar, paketlerle bir şekilde peso ayakta tutuluyor. Enflasyon %150 civârında. İşsizlik almış başını gitmiş. Yani %40 oranında bir işsizlik ve %50-60’a varan fakirlik oranından bahsediliyor. Gelir dağılımının da son derece bozuk olduğu Latin Amerika standartlarında bir ülke Arjantin. Târîhî olarak baktığımızda da bir trajedi bu; çünkü 20. yüzyılın sonunda dünyanın en zengin ülkesi aslında Arjantin. Kişi başına düşen gelir Amerika’dan bile yüksek. Yani müthiş bir potansiyel aslında. Sanâyi devrimi geçirebilmiş, tarımı güçlü, üretken olabilecek bir ülke. Biraz Brezilya’yı hatırlatıyor. Brezilya için hep söylenen bir şey var Latin Amerika’da: “Brezilya geleceğin ülkesidir ve hep de geleceğin ülkesi kalmaya mahkûmdur” diye. Çünkü bir türlü değişmez Brezilya’daki şartlar. Arjantin de Peronizm nedeniyle biraz öyle. Kurulmuş olan bu resmî sol popülist düzene karşı şu anda bir sağ popülist düzen kurulacak gibi gözüküyor. Demin söylediğim gibi, yani %56 yabana atılacak bir oy değil. Partisi güçlü değil Gönül’ün dediği gibi. Fakat çok radikal bir platformda geliyor ve arkamda %56 var diyebilecek derecede de popülist bir lider. Bakanlıkların yarısını kapatmak istiyor, Merkez Bankası’nı dolarize ettikten sonra Merkez Bankası’na ihtiyaç yok diyecek. Bu çok radikal bir adım. Aslında enflasyonla mücâdelede, literatürde kullanılan bir metod “dolarizasyon”, ama onu yapmadan önce kamu harcamalarını dengelemesi gerekecek. Kamu harcamalarını dengelemek için de IMF ile masaya oturması gerekecek. IMF’ye 44 milyar dolar borcu var Arjantin’in. Bu arada şunu hatırlatalım: Türkiye Kemal Derviş’le IMF’ye gittiğinde, IMF programı geldiğinde, Türkiye Arjantin gibi bir kriz yaşamıştı ve dibe vurmuştu. IMF çok ciddî bir paketle kurtardı Türkiye ekonomisini. Arjantin’i kurtarmadı. Arjantin birçok kez IMF’nin programlarına muhtaç olmasına rağmen, Amerika açısından jeostratejik önemi Türkiye kadar önemli olmadığı için o destekleri alamadı. Ama şu anda IMF açısından Arjantin önemli ve 44 milyar dolarlık da bir paket var, bir borcu var. Dolayısıyla aslında bâzı açılardan da eli kolu bağlı. Yani kamu harcamalarını kontrol etmek zorunda. Kamu sektöründeki harcamaları konrtol etmek zorunda, sübvansiyonları kesmek zorunda. Peronist Parti birinci turla ikinci tur arasındaki bu bir aylık dönemde hep şu propagandayı yaptı: “Eğer sübvansiyonlar kesilirse, otobüs biletlerinin fiyatları %60 artacak, %70 artacak, ulaşım şöyle olacak, petrol fiyatları şöyle olacak” dendi; ama Peronist Parti’nin yönetimi altında %150’lik bir enflasyon olduğu için bir inandırıcılığı yok. Yani bu adam gelirse ekonomi çökecek demenin bir inandırıcılığı yok. Çünkü ekonomi zâten Arjantin’de çökmüş durumda. Ve Peronist müesses nizam nedeniyle çökmüş durumda. Yani devletçi, sol ağırlıklı, kamu sektörünü güçlendiren, sendikaları koruyan; ama aynı zamanda yolsuzluklara sonuna kadar, boğazına kadar batmış bir Peronist düzen nedeniyle orada. Ve şu anda bu Peronist düzeni bitirecek bir oyla gelmiş durumda. Yani ne yapabileceğini tahmin etmek zor. Fakat beklenmedik derecede yüksek bir oy aldı. Yani herkes birinci turda kazanmasını beklerken, birinci turda %36’da kaldı ve karşısındaki aday %44 gibi bir oyla sanki kazanacak gibiydi. Buna karşı, benim toplumda gördüğüm şey, “Aman ha! Yine Peronistler geliyor, yine aynı şeye gidiyoruz” deyip bir bindirme yapıp, mobilize olup, %56’yla kazanmasına sebep olmuş, yeni şeylerin denenmesini isteyen, genç, işsiz, öfkeli bir sosyal tabaka var. Bunu izlemek gerekecek. Ve yani popülizm açısından baktığımızda da bu, Bolsonaro’yu, Trump’ı mutlu eden bir gelişme. Meselâ Brezilya’dan hemen Bolsonaro tebrik etti, Trump tebrik etti. Yani sağ popülizmin bir zaferi olabilir. Fakat nev’i şahsına münhasır dinamikler var Arjantin’de. Yani zâten sol popülizmin olduğu bir ülkeydi, popülizme çok alışkın bir ülke ve liberteryen bir politika aslında bir süre sonra halktan da tepki görebilecek bir politika. Yani liberteryenlerin özelliği devleti sonuna kadar küçültmek. Yani devleti neredeyse minimal bir hâle getirip, ordu ve polis dışında her şeyi özelleştirmeye çalışmak; eğitimi, kamu hizmetlerini ve bütün o bakanlıkları kapatmaya çalışmak gibi bir radikal programla çıkacak. Bakalım bunları becerebilecek mi? İlginç bir siyâsî laboratuvar Arjantin. Ve Peronizm’in belki de şu anda en zor dönemine geldik. Yani Peronizm’in acaba artık bitip bitmeyeceği önümüzdeki 3-4 yıl içinde belli olacak gibi gözüküyor. Fakat 20-30 yıldan beri iktidarda. Zâten Arjantin’in siyâsî ve ekonomik kültürünü belirlemiş bir Peronizm’in belki de böyle bir radikal bir uyarmaya ihtiyâcı vardı, toplumsal uyarmaya. 

Zâten şöyle de bir husus var: İtalya’da ve birçok Batı ülkelerinde de oldu; Hollanda’daki seçimlerde, bugünkü seçimlerde yine aşırı sağın etkili olabileceği söyleniyor. Ama bir yandan da meselâ Macaristan’da değişebiliyordu sağ popülizm. Polonya’da değişti meselâ. Yani böyle garip bir olay var. Brezilya’da gitti, tekrar Lula geldi. Yani bunun bir dalga olduğu muhakkak; ama bu dalga böyle çok istikrarlı, hep giden, her yeri kapsayan bir dalga olmayabiliyor. Yerel dinamikler, konjonktür çok belirleyici olabiliyor birçok yerde. Bâzı yerlerde kazanırken bâzı yerlerde kaybediyorlar ve şimdi zâten tekrar ABD’de Arjantin’den aldığı gazla Trump herhalde kaldığı yerden devam etmeye çalışacak. Onu da ilerideki yayınlarda konuşacağız diyelim. Burada “Transatlantik”i bitirelim. Bir şey söyleyeceksin Gönül, söyle. 

Gönül Tol: Yani o söylediğin şey çok önemli Ruşen. Hani böyle bir dalgalanma oluyor. Meselâ Latin Amerika’da “pembe cereyan” diyebileceğimiz, İngilizcesi “pink tide” denen bir akım vardı. Yani 2000’li yılların başından îtibâren Latin Amerika’daki sola yakın, yani kendini böyle post-neoliberal olarak ya da 21. yüzyıl sosyalisti olarak tanımlayan hükûmetler seçilmişti. Orada da meselâ bir geriye dönüş söz konusu. Dolayısıyla Latin Amerika solun yükseldiği bir bölge olarak görülüyordu. Fakat yükseldiği pek çok yerde o akım tersine çevrildi. Ve bunda tabiî yerel dinamikler de önemli, Arjantin’e ne olacağı; fakat jeopolitik dinamikler de önemli. Meselâ Bolsonaro seçildiğinde Trump’ın Amerikan Başkanı olması Bolsonaro’nun radikalizmini artıran bir etkiye sebep olmuştu. Fakat Trump 2020’de seçimleri kaybedip Biden seçildiğinde Bolsonaro politikalarında bir ılımlaşma sürecine girilmişti. O yüzden Amerika’da ne olacağı da önemli. Bir sonraki Amerikan yönetiminin Latin Amerika’ya, Arjantin’e nasıl bir bakış açısıyla yaklaşacağı da önemli Arjantin’deki ve bölgedeki dinamikler açısından. 

Evet arkadaşlar. Çok teşekkür ediyoruz. Yine iyi bir yayın oldu. “Transatlantik”i burada noktalayalım. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.