Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: Yabancıyız

Az önce, içeride, yeni mekanda, makyaj odasında saçıma fön çekmeye çalışırken aynada onun gözleriyle karşılaştım. Meursault, yani Cavit. Bizim Cavit. Bu yeryüzünü terk-i diyar edeli epey olmuştu. Arada gelirdi böyle. Gelir ve giderdi. İki açık pencere arasına yerleşmiş küresel ısınmaya yenilmiş bir yeryüzü cereyanı gibi. 

“Niye bu kadar ölümlere takıyorsun” dedi. “Geriye getirmeyi düşündüğün ne var? Sakın umut deme.”

“Umut diyeceğim” dedim. “İyimserliğimde gizli olan bu.”

“Desene hep aynı terane” dedi. 

Teslim etmem gerekiyor ki dürüst olmayı fazlasıyla başarabilmiş biriydi. 

Bense klasik duygularda gezinen, ona göre sözcükleri düzgün kullanmaya çalışan bir o kadar ikiyüzlü biri. 

Sonunda akıl edip baklayı ağzımdan çıkardım. “Senin dürüstlüğün hemen hiçbir şeye önem vermemekten geçiyor” dedim. “Hemen hiçbir şeye önem vermediğin zaman yalan söylemeye de ihtiyacın olmaz. Hem ikiyüzlü de olmazsın, öyle değil mi?”.

“Hemen hiçbir şeye önem vermediğin zaman mı!” diye gözleri parıldayarak cevap verdi. “Vay be yoksa Camus mü okuyorsun? Üstelik romantizmin içerisinden geçerek de okumuyorsun, bak bu iyi… Söyle bakalım…”

Şimdi sıra bendeydi. “Hayır, söylemeyeceğim” dedim.

Yirmi birinci yüzyıldaki Meursault Cavit ile karşılaşmamız pek de iyi olmamıştı. Hele böyle bir zamanın içerisinden geçerken.

Gözlerinden geçen hayali Maslak yağmur ormanlarıyla:  “Her şey tam benlik” dedi. 

“Şu garip yılbaşı kutlama mesajlarını gördün mü?”

“Ne gibi?” dedim. Yakalanmış gibi.

“Ne gibi olduğunu çok iyi biliyorsun!” dedi. “Yeni yıldan tek istediğimiz, yoksulluktan kurtulmak, huzur, sağlık ve baskının olmadığı bir dünyanın varlığı. İyi insanlar; bu yıl sizlerin olsun. 2024 demokrasinin yılı olsun. Sevgiler, sevgiler, sevgiler…”. 

“Kardeşim umut etmek iyi bir şeydir, arada sen de et” dedim, ondan ve onun gibilerden yılmışçasına..

Orada bir kahkaha sesi duydum. Bir ampul patlamasına da benziyordu. Baktım, bu gülüyormuş. “En son kardeşim dediğin kimdi hatırlıyor musun?” Hâlâ gülüyordu. Ağlar gibi. Ya da gülmekle ağlamak arasında gezinirken.

Diyecek hiçbir şey bulamadım, o sahneyi hatırlamak işten bile değildi.

Evet hatırlıyordum…. Ne can sıkıcı bir gündü. 

“Hatırladın değil mi?” diye gevrekleşti karşımdaki sinir bozucu ses. “İşte onun da en iyi dilekleri bunlar-dı muhtemelen.”

“Yok artık” dedim. “O kadar…”

“Hatırla o adamı” diye sözümü böldü.

“Hatırlıyorsun. Bak hatırlıyorsun. Haklı olduğumu da biliyorsun….”

“Küstahlaşma Meursault Cavit” dedim. “Yirminci yüzyılda da vardı senin gibilerden, gemiyi ilk önce onlar terk ettiler”.

O zaman alnını kırıştırdı. “Hangi gemiyi?” dedi. “Gemi vardı da biz binmiştik öyle mi? Binmiş sonra da terk etmiştik yani… Bu kıtırlarla avunmaya devam et sen” dedi bana. Hafif kızmış mıydı ne… Ama hemen kendini toparladı.

“Sen safsatayı bırak da, bana şu kardeşim dediğin adamın öyküsünü terennüm et şimdi” dedi

Etmek istemiyordum ama hatırlamıştım bir kez.

Arabasına binip gidecek o adamı…

“Hah, tamam o işte” dedi düşüncelerimi okumuş bir biçimde. ‘İki teneke zeytinyağı alıp (birisi mutlaka bedavaya geliyordu ya da indirimliydi) bagajına yerleştirmişti ve sen o sırada sıkışık trafikte, hah demiştin işte çıkıyor bu adam. Bu kalabalık yolda, bu apansız saatte bir yer buldum sayesinde…Ve adam bütün dörtlerini yakmış olmana rağmen, ona rica ettiğini, hatta minnet duyabileceğini hissettiren el işaretine, el selamına rağmen, ne yapmıştı sana?”

Ne yapmıştı… Hareket ettirmek üzere olduğu arabayı, benim telaşımı görünce milim kıpırdatmamıştı. Ben de çaresizce basıvermiştim  kornaya..

“Harika harika işte bu…” dedi Meursault Cavit. “Sonra ne yaptığını da hatırla.”

Ve ben yolun epey ötesine park edip oraya, arabasının beton temelini attığı yol kenarına doğru yürümeye başladığımda, arabasından eğilip “baksanıza” demişti. Öksürür gibi genzini temizlemeye çalışarak. Küstah bir biçimde arabasında oturuyordu. Elinde kolonya şişeleri. Yüzünde yüzünü gizleyen ama yerlerde sürünen gururunu gizlemeyen bir maskeyle. “Siz o kornayı az önce kime çaldığınızı sanıyordunuz?”

“Hahaha burası daha da trajikomik” diye kıkırdadı karşımda Meursault Cavit. Cebinden kedi mamasıyla cipse benzeyen bir şey çıkarıp sevinçle havaya attı; sonra diliyle yakaladı onu. “Ay boğulur gibi oldum ha… Evet, o öksürürken, daha doğrusu sesine çok bilen adam sesi katarken sen ne yapmıştın?”

“Ne yapmıştım?” Böyle diyerek zaman kazanmaya çalışıyordum galiba. 

“Kardeşim diyerek pencereden eğilmiştin. Çiçekler, barış, savaşma seviş sloganları, silahsızlanma, vb..” 

“Bak Cavit…” 

“Kardeşim  diyor adama ya.” 

“Biliyorsun eskiden bu kadar barışçıl biri değildim…”

“Barış, doğrusun” dedi ve gülmeye devam etti. 

“Ne dedi adam sana? Bana kardeşim falan deme. Buna kıl oluyorum demedi mi?”

“Dedi” dedim. Bu işin nereye varacağını merak etmeye başlamıştım.

“Adam kötüydü, moruk! Ama eminim yeni yıl temennilerinin baş köşesinde yer alabilecek bir kitleyi de temsil ediyordu.” Sesi ferahlamıştı. 

“Ne ilgisi var?” Bu kez sesi kararan bendim.

“Muhtemelen benzer gazeteleri okuyordunuz. Aynı partiye oy vermiştiniz… Muhtemelen covid; Camus, Yabancı ve Cavit hakkında aynı şeyleri düşünüyordunuz!”  diye bir şelaleye dönüşendi sesi artık. “Ama…” diye şelalenin önünü kesti.  “Ama adam hayatı boyunca bütün park yerlerinin önceliğinin içten içe hep kendinde olduğunu düşünen bir budalaydı da. Narsistin tekiydi. Ve ona o güne kadar, bu koşulları yaratırken kimse böyle seslenmemişti. N’aber? Üstelik ona sen, o anda bile anlatmaya çalıştın, Anlatmaya çalıştıkça battın o ayrı konu. Çok sersemsin. Battıkça da ikiyüzlü bir kibarlığa sarıldın.”

“De git ya”  dedim. 

Aramızdan bir otoyol gürültüsü geçti. Sonra derin bir eski. Yeni bir yol tamiratı. Yeni bir isyan. Yeni bir bastırma harekatı. 18. yüzyıl, 19, sonra 20. yüzyıl. Büyük yabancılaşmalar. Yabancılaştırmalar. Gerçekdışı olanlar. Savaşlar. Savaşlarda katledilenler ve çıkan bütün seslerin bastırılışı. Bir bebeğin covid olması. Ölümler. Kaçınılamaz sonlar. Kaçınılması imkansız olan SONLAR. Kaçınılması imkansız olan sloganlar.

“Gerçekten annemin ölümüne üzülmediğimi mi düşünüyorsun?” Kitaba referans veriyordu, Camus’ye, Yabancı’ya…

“Evet” dedim, gözlerimden fırlayan bir vincin toprak kaplı ışıklarıyla. “Nereye varmak istiyorsun?”

“Vardığımız yer belli. Belki de burada durmalıyız” dedi. “Burada park etmeli ve burada beklemeliyiz; bize gerçekten kardeşim diyerek gelecek birilerini…”

“Biz de onları şu uyduruk şoför gibi def mi edeceğiz.” 

“Hayır” dedi. “Bunu ayırt etmesini anlamış olmalıyız… Yeterince dürüst ve cesur olur, yeterince zaman verip irademizin gerçek yüzüyle ve o iradenin bizleri taşıyabileceği özgürlükle yüzleşebilirsek… Hayır. Zira o zaman özgürlük bir safsata olmaktan çıkar ve bıçağın kemiğe dayandığı bir noktaya varır. Yani varmışsa, o zaman sözcüklerin gerçek iradesi de belirir. Yaşamın gerçek rengi de budur. Işığın gerçek rengi de…Gerçekdışı bir samimiyet, gerçekdışı bir mücadele, gerçekdışı bir isyan, yalandan daha beterdir, bunu sakın unutma.” 

“Bunu çok karışık bulacaklar Meursault Cavit” dedim yarı içerlemiş, yarı anlattıklarında kendime dair bir şeyler bulmuş. En azından yakın gelecekte bulabileceğine inanmış.

Bu Mersault Cavit alemdi, onu tam olarak sevdiğimi söyleyemezdim. Yabancının tekiydi. Ama yalancı değildi.

Ve haksız sayılmazdı.

“Bırak dağınık kalsın, anlayan anlar” derken öyle. “Bırak dağınık kalsın, anlayan anlar” derken daha çok.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.