Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Ukrayna’nın işgali, Gazze’de yıkım: 2023’te neler oldu? | Trump dönüyor mu?

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı başlattığı eşi benzeri görülmemiş saldırıda yüzlerce kişi öldü, onlarca kişi rehin alındı. Hamas’ın Aksa Tufanı’na karşılık İsrail’in başlattığı Demirden Kılıçlar ile birlikte Ortadoğu’daki bu gerilim savaşa dönüştü. İsrail’in abluka altındaki Gazze’ye havadan ve karadan saldırıları devam ediyor. Hamas tarafından yönetilen Gazze Sağlık Bakanlığı, saldırıda çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 20 bin 424 Filistinlinin hayatını kaybettiğini ve 54 binden fazla Filistinlinin ise yaralandığını açıkladı. Saldırılar devam ederken bir yandan Mısır’ın arabuluculuğunda bölgede yeniden bir insani ateşkesin ilan edilmesine dair çalışmalar sürüyor.

24 Şubat 2022’de Rusya tarafından başlatılan Ukrayna’nın işgali, birkaç gün içerisinde tamamlanması planlanan bir askeri harekattı. Şimdi işgalin başlamasının üstünden neredeyse iki yıl geçecek.

6 Ocak 2021’de ABD Kongresi’ne gerçekleşen baskın, eski ABD Başkanı Donald Trump’ın başını ağrıtmaya devam ediyor. Colorado Yüksek Mahkemesi, baskında rol oynadığı gerekçesiyle Trump’ın, 2024’te ABD seçimlerine girememesine karar verdi. Colorado’nun aldığı bu karar şimdilik başkanlık seçimini etkilemiyor ancak Trump, eyalette yapılacak Cumhuriyetçi ön seçimlerinde yer alamayacak.

2023’ün son programında Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar bu yılda dünyada neler yaşandığını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”te karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok. Ömer Taşpınar’la 2023’ü yorumlayacağız, değerlendireceğiz. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Öncelikle gelecek olan yeni yılını kutlayayım, yeni yılınızı kutlayayım. Bu arada Kerem’in 7. yaşını da kutlayalım. Bugün değil mi?

Ömer Taşpınar: Evet.

Şimdi birçok konu konuşacağız, ama bunlardan birisi Trump’tı ve çok sıcak bir gelişme var biliyorsun. Geçen hafta konuştuğumuzda Colorado’da Yüksek Mahkeme Trump’ın önseçime katılmasına izin vermemişti. Bugün Michigan’da izin verdi. Ve New York Times bunu, “Eski başkana sevindirici haber” diye duyurdu. Ne oluyor? Bir Trump’la başlayalım. 2023’te adından bayağı bahsettirdi ve 2024’e de bayağı damga vuracağı herhalde kesinleşiyor sanki. Ne durumda Trump? Onunla bir başlayalım. Ondan sonra tabiî ki Gazze’yi, Ukrayna’yı, ABD-Çin gerilimini ve diğer konuları, Avrupa’da aşırı sağı da hızlı bir şekilde yorumlayalım.

Ömer Taşpınar: Tabiî Ruşen. Şimdi Trump’la ilgili ana tartışma şu yönde: Siyâsî olarak, sosyal olarak yine yükselen bir Trump dalgası var. Bunun önüne hukuk geçebilecek mi? Yani siyâseten ve sosyal olarak engellenemeyen Trump’ın tekrar yükselişinin önüne bir şekilde kendi başkanlık döneminde hukuk sistemiyle, kanunlarla, hukuk devletiyle o yaşamış olduğu ve tabiî ki başkanlığının bitişi, seçim sonucunu kabul etmemesi, isyâna teşvik gibi işlediği suçların hukukî olarak başkan olmasının önüne geçip geçemeyeceği yönünde bir tartışma var. Ve o tartışmanın artık son dakikalarını oynuyoruz. Bu programı açarken bahsettiğin bâzı Amerikan eyâletlerinden gelen kararlar, meselâ Colorado gibi bir eyâletin Anayasa Mahkemesi’nin, “Trump başkan seçilemez. En azından bu eyâlette kendisinin önseçimlere katılmasına engel olacak bâzı suçlar işledi” demesi, bunların başında “halkı isyâna teşvik etmek” suçunun olduğu yönünde bir karar vermesi geçen hafta çok önemliydi. Fakat Colorado burada biraz yalnız durumda. Çünkü birçok Amerikan eyâletinde, bugün Michigan’da ortaya çıktığı gibi tekrar, Trump’ın seçimlere katılmasına engel olacak derecede bir suç işlediği yönünde bir kanı yok. Michigan’da da Anayasa Mahkemesi Trump’ın seçimlere katılabileceğini söyledi. Bu demek değil ki Trump suçsuz. Trump’la ilgili devam eden birçok federal ve yerel dâvâ var. Bunların bir kısmı 6 Ocak ayaklanmasıyla ilgili; bir kısmı yalan söylemeleri için, seçim sonuçlarını hîleyle değiştirmek yönünde bürokratlar üzerinde kurulmuş baskılar; bir kısmı Trump’ın kişisel, finansal veya cinsel tâciz dâvâları. Bütün bunların bir mahkûmiyetle sonuçlanması ve hapis cezâsıyla sonuçlanması beklenmiyor. Seçimlerden önce beklenmiyor en azından. Ve Trump tabiî ki başkan seçildikten sonra dokunulmazlık kazanacak. Dolayısıyla ana mesele, tekrar başa dönmek gerekirse, Trump’ın siyâseten ve sosyal olarak toplumun gözünde yükseldiği, kamuoyu yoklamalarında yükseldiği, hattâ Biden’ın oldukça önüne geçtiği tartışılmayacak kadar açık bir şekilde ortada. Cumhuriyetçi Parti içinde Trump’a karşı bâzı isimlerin ortada olduğu, fakat yeterince güçlü olmadıkları da ortada. Dolayısıyla Trump’ın adaylığı neredeyse kesinleşiyor gibi. Adaylığına engel olabilecek de bir hukukî mesele bâzı açılardan var; fakat buna nihâyetinde Anayasa Mahkemesi karar verecek. Önümüzdeki haftalarda Anayasa Mahkemesi’ne gidilecek. Anayasa Mahkemesi ne kadar çabuk karar verebilir bilmiyorum, ama büyük ihtimalle eyâletlere bırakacak bu meseleyi. Bunun bir bakıma eyâletler çerçevesinde tartışılması gerektiğini söyleyecek ve en kötü ihtimalle Trump belki bâzı eyaletlerde önseçimlere katılamayacak. Ama o da kendisi başkan adayı olduktan sonra bence halledilebilecek bir mesele. Dolayısıyla ben Trump’ın adaylığına 2024’te kesin gözüyle bakıyorum. Şu aşamada ne siyâseten ne sosyal olarak ne de hukuken bence önünde durabilecek bir mesele yok. Ve 2024’e damgasını vuracak olan şey, tıpkı 2020’ye damgasını vurmuş olduğu gibi, yani Biden ile Trump arasında bir rövanş, bu rövanşı konuşacağız biz önümüzdeki yıl.

Şimdi Trump’ı konuşmuşken, istersen bir de benzer durumda Avrupa’daki aşırı sağın yükselişini, kazandığı seçim zaferlerini konuşalım: İtalya, Hollanda… Polonya’da önemli bir istisnâ oldu, tam tersine sol bir iktidar geldi. Ama genel eğilim, meselâ Almanya’da aşırı sağın çok ciddî bir yükselişte olduğu söyleniyor. Fransa’da zâten belli bir ivmede. Bu küresel bir olay. Arjantin olayı yaşandı, başlı başına tabiî o ayrı, Avrupa olmasa da. Küresel bir sağ popülizm olayının, arada sırada inişte ama genellikle yükselişte olduğunu söylemek mümkün değil mi? 

Ömer Taşpınar: Evet, tabiî. Ve tabiî ki bizim açımızdan en önemli örneği, Türkiye’yi de katmak gerekiyor. Tayyip Erdoğan’ın bütün tahminlere rağmen tekrar sağ popülist bir söylemle, sağ milliyetçi popülist, düşmanlarını şeytanlaştıran bir söylemle kazanmış olması da bu küresel dalganın Türkiye dâhil devam ettiğini gösteriyor. Söylediğin gibi Polonya buna bir istisnâ teşkil etti. Belki Brezilya belirli açılardan bir önceki dönemde bir istisnâ teşkil etti; yani Bolsonaro’nun kazanamayıp Lula’nın küçük bir farkla kazanması. Şimdi burada “küresel” derken aslında altını çizmek gerekiyor. Küresel açıdan baktığımızda, aşırı sağ, popülist sağ dediğimiz söylem, siyâsî hareket genelde müesses nizâma, yani establishment dediğimiz sisteme karşı bir başkaldırı olarak gelişiyor. Ve bu sistemin Amerika’dan başlayacak olursak ana temsilcileri işte bu elitler meselâ; elit dediğimiz zümre, seçkinler. Seçkinlerin kurmuş olduğu, elitlerin kurmuş olduğu bu sistemin bir şekilde sokaktaki insanı, sıradan vatandaşları korumayışı. Yani küreselleşme adına, neoliberalizm adına, ekonomik bâzı gerekçeler adına, göçmen politikalarının veya kimlik politikalarının, ilerici, progresif, çokkültürlü, çokkültürlülüğü savunan kozmopolitan politikaların, genelde merkez solun, elitlerin, entelektüellerin, entelijansiyanın savunduğu düşüncelerin, siyâsî prensiplerin halk tarafından bir şekilde kabullenilmemesi, bunların halkın aleyhine gelişiyor olması. Gelir dağılımının bozulmasından tut da geleneksel değer yargılarının, milliyetçiliğin, millî kimliğin, dindarlığın bir şekilde bunlarla çatışıyor olması. Ve bunların koruyucusu belirli isimler var. Meselâ Trump çok önemli bir sembol. Ne diyor? “Ben sizi bu elitlerden koruyacağım” diyor. “Bu serbest ticâret sisteminden, küreselleşmeden, çokkültürlülükten, sizin dininizi, sizin kimliğinizi, sizin özünüzü yok etmeye çalışan bu sistemden sizi koruyacağım” diyor. “Çünkü bu sistem sonuçta hepimizi yok edecek bir sistem. Bizi, kimliğimizi yok etmek istiyor. Bizim kim olduğumuzu, geleneklerimizi, dinimizi, bayrağımızı, ekonomimizi yok etmek isteyen küresel bir dalga geliyor. Bu küresel dalgadan sizi ancak ben koruyabilirim” diyen bir milliyetçi söylem. Bunun aşırı ucu faşizm. Merkezde baktığımızda, merkez sağ dediğimizde popülizm diyoruz. Ama bütün korku, Amerika da dâhil, bu merkez sağ popülizmin faşizme doğru, diktatörlüğe doğru, otoriterliğe doğru savruluyor olması. 2023’te Avrupa’da bunu gördük. Avrupa’da İtalya’da faşizan bir parti, İtalya –ki G7 ülkesi, Avrupa’nın en önemli ekonomilerinden bir tânesi–, orada Fratelli d’Italia denen parti, bir bakıma Mussolini’ye kadar geçmişini götürebilen, faşizan bir siyâsî âileden gelen bir parti. Bu, Berlusconi gibi bir yerden daha faşizan bir yere savruldu ve iktidâra geldi. Fakat iktidarda tabiî beklenildiği kadar da aslında faşizan politikalar izleyemedi İtalya. Buna benzer şeyleri muhtemelen Hollanda’da göreceğiz. Belirli açılardan, koalisyon içine giren aşırı sağ partilerle İskandinav ülkelerinde görüyoruz. Meselâ Hollanda’da Geert Wilders’ın kazanması önemliydi. Bunun büyük bir testi tabiî Almanya’da şu anda AfD dediğimiz Alternative für Deutschland da aday; “Almanya için Alternatif” denen aşırı sağ partinin yerel seçimlerde yükselmesiyle de görülüyor. Bu partilerin yükselişi demin bahsettiğim unsurların üzerine bir de göçmenlerle ilgili bir mesele. Yani Türkiye’de nasıl göçmen meselesi, Suriye göçmenleri meselesi bizim yaşadığımız seçimlere damgasını vurdu. Yani merkez sol, sosyal demokrat kimliği olan CHP bile böyle bir can havli içinde faşizan bir söyleme doğru savruldu, “Bütün Suriyelileri atacağım” diye. Bunu merkez sol yapıyorsa, tabiî merkez sağ çok daha rahat yapar. Aslında Türkiye açısından bir anomali, Erdoğan gibi sağ popülizmle özdeşleşmiş bir politikacının göçmenler konusunda aslında küresel söylemin dışında bir şey savunuyor olması. En azından belki Suriyeli göçmenlerin varlığından kendisinin bir şekilde sorumlu olması nedeniyle bu konuyu başka konularda yaptığı gibi milliyetçiliğe bir meze yapmıyor. Meselâ Kürt meselesini kullanıyor, terörizmi kullanıyor; ama onu kullanmıyor. Fakat dünyaya baktığımızda, Trump’ın yükselişinde ve Avrupa’daki radikal sağ popülist partilerin, yabancı düşmanı partilerin yükselişinde bu göçmenler meselesi çok büyük rol oynuyor. Ve bu göçmenlerle mücâdele etmek meselesi, yani bunların suç unsuru olduğu, ekonomide işsizliğe neden oldukları, ekonomik durgunluğun, ekonomik çöküşün bu göçmenler üzerinden hem bir ekonomik tehdit hem de kültürel bir tehdit olarak geldiği… yani: “Bizden değiller. Bizim dışımızdalar ve kültürümüzü, bizi bir şekilde yok etmeye çalışıyorlar”… Burada tabiî bir İslâm ve Batı tartışması da var, bu çok kullanılıyor. Trump da bunu kullanıyor. Son olarak başladığımız konuya döneyim. Meselâ hukuk sistemi dediğimiz mahkemeler eğer Trump’ın veya Avrupa’da sağ popülist liderlerin faşizan olmaları nedeniyle; bunların bir şekilde sistem düşmanı otoriter diktatörler olmaları nedeniyle seçilmelerine eğer sekte vuracak, seçilebilirliklerini engelleyecek hukuk kararları çıkarsa, yani mahkemeler siyâsetin önüne geçip siyâsetçilerin önünü tıkamaya çalışırsa, Trump örneğinde olduğu gibi, bana göre bu aslında sağ popülizmin önünü daha da açabilecek derinden bir dalgaya neden olabilir. Çünkü tam da söyledikleri şeyin gerçek olduğu anlamına gelir bu. Ne diyorlar? “Sistem bizi istemiyor. Sistem bizi dışlıyor.” Bir mağdûriyet söylemi üzerinden gidiyorlar. Bu mağdûriyet söyleminin tavan yaptığı yer, işte sistem, o hukuk sistemi kimlerin elinde? “O elitlerin elindeki hukuk sistemi, müesses nizâmı koruyan hukuk sistemi benim, yani sizin koruyucunuz olan popülist liderinizin, halkı korumak isteyen liderin önüne geçiyor. Sistem beni dışlıyor” diyecek olması. Yani burada yine Türkiye’den bir örnekle bitireyim: Tayyip Erdoğan’ın meselâ belediye başkanıyken hapse girmesi ve seçilmesinin engellenmesi yönündeki engeller bir bakıma o mağdûriyeti güçlendirdi, değil mi? Trump döneminde de böyle bir şey yaşanabilir. Trump’a eğer bir hukukî darbe gelirse, tam da bunu darbe olarak görecektir, gösterecektir halka ve yaşadığımız kutuplaşma o zaman daha da sert bir yere doğru gidebilir sosyal çatışma bâbında.

Ömer, şimdi 2023’e en büyük damgayı herhalde Filistin meselesi, Gazze vurdu. Ve senin baştan îtibâren söylediğin gerçekleşiyor, onu daha önce de söyledik. Zamâna yayıyor İsrail, sürdürüyor ve ilk baştaki ilgi iyice azalıyor; ama operasyon sürüyor, işgal sürüyor. Ne olacağı hâlâ belirsiz. Ortada hakîkaten bir şey yok. İlk gün başladığımızdan bu yana bir gelişmeye ben tanık olmadım. Hani “Şu formül gündeme geliyor” vs. denen hiç formül filan bile konuşulmuyor. İlk günler biraz konuşuluyordu, yok işte, “Barış gücü mü olacak?” vs. mi olacak diye. Zâten bir de en önemli hususlardan birisi de baştan îtibâren Batı ülkelerinin İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermesi –başta ABD olmak üzere–, o da aslında dünyada nasıl bir düzen olduğunu ya da düzensizlik olduğunu gösterdi. 2024’e taşacak ve bayağı da devam edeceğe benziyor değil mi bu Gazze meselesi?

Ömer Taşpınar: Kesinlikle Ruşen. Biz programın geri kalanında tahmin ediyorum Gazze’yi ve Ukrayna’yı konuşacağız seninle. Bunlar 2023’ün temel konularıydı. Tam Gazze ve Ukrayna meselesine girmeden izninle bir meseleden daha bahsetmek istiyorum 2023’e damgasını vuran. O da Çin’le ilgili. Çin’i çok konuşmuyoruz.

Onu en sona sakladım. Muhakkak konuşacağız.

Ömer Taşpınar: Öyle mi? O zaman Gazze’den devam edelim dediğin gibi, soruna cevap vereyim. Maalesef birçok analistin, benim de dâhil olduğum, öngördüğüm senaryo gerçekleşiyor. 7 Ekim’de İsrail istihbârâtının, savunma sisteminin yaşadığı bir çöküş ve bir şekilde bu Hamas militanlarının ve Hamas dışında bâzı örgütlerin, hattâ sıradan insanların İsrail topraklarına girerek orada daha önce hiçbir zaman tahmin edilemeyecek derecede yüksek sayıda, 1200 İsrailli’yi öldürmüş olması İsrail’de bir travmadan da daha yüksek bir şok yarattı. Yani İsrail medyasını izlersen eğer –ki ben bunu yapmaya çalışıyorum, elimden geldiğince İngilizce yayın yapan İsrail televizyonlarına, İsrail medyasına bakıyorum–, oradaki tartışma, Gazze’de ölen on binler değil. Oradaki tartışma hâlâ, “Bu nasıl oldu?” tartışması ve istisnâsız olarak bunun Holokost’tan beri, yani İsrail devletinin oluşmasına neden olmuş büyük soykırımdan bu yana İsrail’in yaşadığı en büyük hezîmet, en büyük trajedi olduğu. Kaybetmiş olduğu Yom Kippur 1973 Savaşı’ndan veya sonuçta kazandı İsrail onu da, ama orada bile sonuçta askerler ölmüştü, siviller ölmemişti. Ve o savaşta sonuçta bir şok yaşadı İsrail, ama burada tam da İsrail’in böyle Arap dünyasıyla ilişkilerin düzeldiğini hissettiği bir anda; Mısır’la, Ürdün’le zâten yaşanmış olan barış süreçleri var, Suudî Arabistan’la normalleşmeden konuşulurken, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkeleriyle normalleşmişken bu şokun yaşanmış olması İsrail’de bana göre travma ötesi bir cinnet durumu yaşattı. Ve tam da İsrail’in en radikal, en aşırı sağ, en köktendinci hükûmetinin iktidarda olduğu dönemde yaşandı bu saldırı, bu 1200 sivilin Hamas tarafından öldürüldüğü saldırı. Bunun rövanşını Netanyahu’nun ve Netanyahu’nun savaş kabinesinin bu cinnet şeklinde on binleri öldürerek, bir şekilde Gazze’yi dümdüz ederek ve kadın, çoluk çocuk demeden, yani kitlesel bir şekilde bir rövanşa giderek alacağı, İsrail’in genelde bu tür hezîmetlere, bu 7 Ekim’de yaşadığından çok daha küçük terörist saldırılara verdiği tepkiden belliydi. Yani İsrail, normalde bir terörist saldırıda bir vatandaşını kaybederse, karşı taraftan normalde 10 tâne militan, hattâ bâzen sivil öldürüyor. Yani 1’e 10, bâzen 1’e 20’ye kadar çıkan sayılar söz konusu. Buna da “caydırıcılık” diyorlar. Bunun bir doktrini de var. Yani İsrail bu bölgede kendisinin varoluşunu sağlamak için böylesine kitlesel bir caydırıcılık, böylesine sert bir caydırıcılık içine girmek zorunda. Yani “Bana dokunursan seni yok ederim, seni yakarım” politikasının bugüne getireceği belliydi. Burada tek soru işâreti, “Amerika buna engel olabilir mi?” soru işâretiydi. Ve burada Biden’ın stratejisinin çöktüğünü görüyoruz. Biden’ın stratejisi Netanyahu’ya bir şekilde, “Ben senin yanındayım. Seni benden daha iyi anlayacak birisi yok. Ben zâten siyonist geçmişi olan, İsrail’in kurulmasına sürekli bir destek vermiş, siyonizm projesine destek vermiş Katolik bir Hıristiyanım. Benim dışişleri bakanım kendisi Musevi. Kendisi gidip, bak, ‘Buraya ben bir Musevi olarak geliyorum’ dedi” diyor. Biden, Blinken, bütün sistem Netanyahu’yu kucaklayarak, onu bir şekilde daha ılımlı hâle getireceğini düşündü. Yani kucaklayıp kulağına, “Ben seninleyim. Hiçbir zaman kendini yalnız hissetme. Fakat gel şurada bunu birazcık daha diplomatik çözümleri de düşünerek yap”baskısını bir bakıma kameraların olmadığı yerde kulağına fısıldayarak söylemeye çalıştılar ve Birleşmiş Milletler’de verdikleri o büyük siyâsî diplomatik destek bir şekilde İsrail üzerinde siyâsî etkiye dönecek diye ümit ettiler. Yani İsrail’i etkilemek için İsrail’i kucaklamak, onu sevmek, ona bir ağabey gibi bâzı telkinlerde bulunmak gerekiyor diye düşündüler. Ama bu yaklaşım çöktü. Yani İsrail’in yaşadığı travma, İsrail’in yaşadığı cinnet hâli ve Netanyahu’nun iktidarda kalmak için –bunun altını çiziyorum– Netanyahu’nun iktidarda kalmak için bu savaşı devam ettireceğini iyi okuyamadı Amerika. Ve bugün Biden açısından bu bir hezîmete dönmüş durumda. Çünkü Amerikan siyâsetinde ve küresel platformda Amerika’nın çok yalnızlaşmasına, zemin kaybetmesine, Ukrayna da dâhil zemin kaybetmesine neden oluyor. Çünkü İsrail’in duracağı yok. Yani İsrail’i tanıyanlar, İsrail’in yaşadığı psikolojik travmayı bilenler, İsrail’in ulusal güvenlik sistemini anlayanlar, bu Hamas konusunda, bir bakıma “Hamas’ı yok etmek” söyleminin gerekirse Gazze’yi yok etmek anlamına geldiğini önceden anladılar, önceden gördüler. Ve bunun bedeli İsrail açısından ne olur? Rehîneler kaybedilir, daha uzun dönemde belki İsrail’e karşı terörist saldırılar yaşanabilir, bütün bunlar önemli değil. İsrail açısından önemli olan rövanş, intikam ve o caydırıcılığı tekrar oturtmak. Yani: “Bizden 1200 kişi öldürdünüz. Biz sizden 30 bin, 40 bin öldüreceğiz. Ve bunun bedelini bir şekilde hepinize ödeteceğiz” demek. Dolayısıyla bir daha terör saldırısı olduğunda, bir dahaki sefere Hamas değil başka bir örgüt İsrail’i vurmaya cesaret ettiğinde, halkın bir bakıma, “Aman Allah’ım şimdi ne olacak? İsrail deli gibi bize saldıracak” demesini sağlamak. Yani ancak o şekilde Filistin toplumundan Hamas’a gelen desteği kıracaklarını umuyorlar, yani Filistin halkının korkmasını sağlayarak. Bu terörizme bir şekilde halkın, Aman biz bunu istemiyoruz. Hamas’ı istemiyoruz. Hamas nedeniyle bu durumlara düştük. Allah Hamas’ın belâsını versin demesini istiyor İsrail. Belki strateji bu. Anlamadıkları şey ise, bir kelimeyle: Milliyetçilik. Milliyetçilik mağdûriyetten ortaya çıkabilen bir duygu. Hele Filistin milliyetçiliği bütünüyle mağdûriyet üzerine kurulmuş ve şu anda o mağdûriyet belki de târihî açıdan en yüksek döneminde. Yani ilk Filistin meselesinin ortaya çıkışı, Nakba dediğimiz büyük felâket, Filistin topraklarının %70’inin kaybedilmesi, bir milyona yakın mültecinin oluşması, onunla paralel olarak târih tarafından hatırlanacak, aynı ölçüde bir yıkımla hatırlanacak olan bu 2023 Gazze Savaşı bana göre Filistin milliyetçiliğini daha da kamçılayacak. O nedenle ben açıkçası 2024’te de bu meselenin daha da çetrefilleşerek devam edeceğini düşünüyorum. Netanyahu iktidarda olduğu sürece, İsrail’de bir iktidar değişikliği olmadığı sürece, İsrail’de daha ılımlı bir hükûmet oluşmadığı sürece, İsrail’in yaşadığı toplumsal travma bu hükûmetle tamâmen sâhaya askerî açıdan yansıtılacak. 

Ömer, Çin’e gelmeden önce Ukrayna’dan da bahsedelim. Çünkü Gazze’nin gölgesinde kaldı, ama savaş sürüyor ve orada Batı’nın beklentileri gerçekleşmedi. Onu daha önce de çok konuştuk. Ve süreceğe de benziyor. Yavaş yavaş da, “Artık Rusya’ya bir şeyler verilse mi?” düşüncelerinin daha fazla telaffuz edilmeye başlandığı, yani sınırlı bir şekilde Rusya’ya tâviz vererek olayı kapatma eğilimi sanki 2024’te güçlenecek gibi. Ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Kesinlikle Ruşen. Yani aklıma şu geliyor; konuştuğumuz bütün konular birbirine bir şekilde bağlanıyor. Yani nereden başladık?

Trump’la başladık.

Ömer Taşpınar: Trump’la başladık. Radikal sağın güçlenmesinden başladık, Avrupa’yı konuştuk. Radikal sağ dediğimiz şey İsrail’de iktidarda. Yani demin konuştuğumuz meselâ: Netanyahu kim? Radikal sağ. Kabinesi kendisinden de daha radikal. Putin’e baktığımızda, yani Putin’e komünist diyebilir miyiz? Yani Putin aşırı radikal sağ milliyetçiliği temsil etmiyor mu? Putin de onu temsil ediyor. Peki kimi istiyor Putin, neyi bekliyor Rusya? Rusya şu anda bütünüyle Trump’ın tekrar iktidâra gelmesini, Putin kendisi gibi aşırı sağ, milliyetçi bir radikalin iktidâra gelmesini bekliyor, Trump’ın iktidâra gelmesini bekliyor. Ve zaman bana göre Rusya’dan yana çalışıyor. Çünkü Rusya’nın her şeye rağmen, bütün yaşadığı hezîmete rağmen… yani ortada inanılmaz rakamlar konuşuluyor… Kaç bin Rus? Bâzı kaynaklara göre on binlerce –belki de daha yüksek– Rus askerinin, yani neredeyse her ay binlerce askerin öldüğü bir Rusya hezîmeti yaşanıyor Ukrayna’da. Aynı zamanda Ukrayna askerleri de ölüyor. Ama Rusya’nın nüfusu 130 milyon civarında ve kaynakları tabiî ki Ukrayna’dan daha fazla. Yani burada yaşanmış bir sürpriz varsa şu âna kadar, 2022 ve 2023’ün ilk dönemlerinin sürprizi Rusya’nın kazanamamasıydı. Yani NATO’nun bir şekilde, Amerika’nın Ukrayna’nın arkasında durarak Rusya’nın cephede bir başarı kazanmasını engellemesiydi. Ve 2023’ün ikinci döneminde beklenen Büyük Ukrayna Taarruzu, Ukrayna’nın bir şekilde kaybettiği toprakların en azından bir kısmını geri alması konusunda da bu sefer Ukrayna nedeniyle bir hayal kırıklığı yaşıyor Batı. Yani: “Ukrayna’ya bu kadar yardım ettik, bu kadar askerî malzeme verdik, siyâsî, diplomatik yardım yaptık; ama ona rağmen Ukrayna cephede beklediğimiz başarayı gösteremedi” diyor. Bu bana göre Ukrayna’ya bir haksızlık. Çünkü karşısında o cepheyi bütünüyle mayınlamış ve artık neredeyse Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi böyle yani hiçbir şeyin kolay alınamayacağı bir yere getirilmiş ve yıllarca devam edebilecek, stalemate dediğimiz bir tıkanma yaşanıyor cephede. Bu aşamada çok daha büyük bir askerî taarruzun gerektirdiği teknolojik yardım, askerî yardım olmazsa — ki bu yardım da gelmiyor artık Amerika’dan. Amerika’da Ukrayna konusunda, özellikle Cumhuriyetçiler’de bir bıkkınlık ve yorgunluk var. Ve Amerika artık bir şekilde, hele Trump gelirse; “Rusya’yla oturup konuşalım bunu” diyecek — senin başında söylediğin gibi. “Ukrayna’nın %30’u Rusya’nın olsun, %70’i Ukrayna’nın. Bir şekilde bağımsız Ukrayna olsun. O Ukrayna da Avrupa Birliği’ne mi girecek, uzun dönemde NATO’ya mı alacağız ne yapacaksak yapalım” yönünde bir tartışmaya gidecek. Ama ne olacak? Kırım dâhil Ukrayna’nın doğu bölgelerinin Rusya’nın elinde kalacağı bir formüle doğru gidiyoruz gibi gözüküyor. Bu bana göre 2023’ün son 6 ayının getirdiği yeni bir gerçek. Ve Ukrayna’da da ciddî siyâsî, ekonomik sorunlar yaşanıyor. Zelenski bir kahraman olarak görülüyor dünyada; fakat aslında Ukrayna çok zor bir işi başarıyor olmasına rağmen, içeride hâlâ sistemin tam olarak çalışmadığı, cephede olsun Kiev’de siyâsette olsun bâzı yolsuzlukların döndüğü, sistemin tam olarak çalışmadığı, büyük paraların, ekonomik yardımların belki de tam olarak cepheye yansıtılamadığı bir sistem var orada. Ve belirli krizler, belirli skandallar, belirli çekişmeler yaşanıyor Ukrayna siyâsetinde de. Bütün bunlar da 2023’e damgasını vurdu. Ve bana göre bu mesele artık yavaş yavaş sanki cephede değil; diplomaside, yani masada halledilecekmiş gibi gözüküyor. Bu da Rusya’nın işine gelir. Çünkü Rusya sonuçta alacağını aldı gibi. Büyük bir sürpriz olmazsa, yani 2024’te Trump gelip birdenbire işte Putin’e açık çek vermezse, bu diplomatik çözüme doğru gidilecek. Ama eğer Trump iktidâra gelir ve Amerika NATO’dan çıkmaya karar verirse, Avrupa Birliği’nde Amerika’nın politikaları nedeniyle bir kriz yaşanırsa ve bundan cesâretlenen Rus ordusu karşı taarruza geçip çok daha büyük Ukrayna topraklarını elde ettiği bir senaryoyla karşı karşıya kalırsak onu bilemem. O tam bir hezîmet senaryosu olur Ukrayna açısından. Amerika’da Trump’ın gelişi meselesinde bu senaryolar da konuşuluyor; Amerika’nın NATO’dan çıkması senaryoları gibi ve Putin’in bir şekilde Ukrayna’nın daha büyük bir kesimini ele geçirme şansına kavuşması gibi. Bu tür senaryolar tabiî ki durumu değiştirir. Ama şu anda 2023’ün son günlerine bakacak olursak, Biden kazansabile bana göre artık Ukrayna’nın burada cephede büyük bir zaferi pek söz konusu olacak gibi değil. Kırım’ın geri alınması, kaybedilmiş toprakların geri alınması söz konusu değil. Sanki bir diplomatik çözüme doğru gidiyormuşuz gibi geliyor bana 2024’te. Son olarak da şunu söyleyeyim: İsrail meselesinde Amerika’nın almış olduğu tavır Ukrayna konusundaki pozisyonunu çok zayıflattı. Yani Küresel Güney dediğimiz, G7 dışında kalan neredeyse bütün büyük güçler, büyük ülkeler, yani bunların başında işte Hindistan geliyor, Brezilya, BRICS dediğimiz ülkeler ve tabiî ki yani burada baktığımızda bunların içinde Türkiye de var, Güney Afrika da var; yani Küresel Güney dediğimiz ülkeler Amerika’nın çifte standartına bir tepki içinde. Yani Rusya’nın yaptığı faşizanlık, Rusya’nın yaptığı saldırganlık, Rusya’nın yaptığı insanlık trajedisi savaş suçu; ama İsrail’in yaptığı kendini müdafaa etmek. Bu söylem Amerika’ya inanılmaz derecede Ukrayna’da, Küresel Güney platformunda zemin kaybettirdi. Yani Amerika’nın bütün dünyayı bir şekilde Rusya’ya karşı mobilize etme diplomatik çalışması stratejisi de bana göre şu anda ciddî bir duvara toslamış durumda İsrail nedeniyle. O açıdan da bana göre 2024’te Rusya’nın işine yarayacak dinamiklerle karşı karşıya kalacağız.

Ömer, son olarak Çin’den bahsedelim. Normalde ne bekliyorduk Biden yönetiminden? ABD-Çin gerilimi, rekabeti vs. ve belki de Tayvan gibi krizin, oradaki sorunun bir krize dönüşmesi olmadı. Çin de Afrika’da, Ortadoğu’da birtakım roller oynamaya çalışıyor, ama Çin’in de çok fazla etkili olmadığı, belki de bu krizleri fırsat bilip kendi içine kapandığı bir dönem mi yaşadık sanki 2023’te?

Ömer Taşpınar: Evet Ruşen. Yani şöyle bir tarama yaptım ben Amerikan uluslararası ilişkiler dergilerinde, Amerikan gazetelerinde 2023’te Çin’le ilgili haberler hakkında. Ve çoğunda kullanılan terim: duraklama, stagnation. Bu ne duraklaması? Ekonominin durması. Yani Çin’de çok ciddî bir ekonomik kriz yaşanıyor. Bu ekonomik kriz aslında Çin modeli dediğimiz kalkınma modelinin ve siyâsî otoriter modelin de başarısını sorgulatır hâle gelebilir. Çin modeli dediğimiz şey 2023’te ciddî bir kriz yaşıyor. Nedir Çin modeli? Çin modeli, otoriter kalkınma modelidir. Yani temelde yüksek kalkınma hızı, düşük işsizlik, %8-9-10’larla kalkınmanın Çin Komünist Partisi’nin, Çin otoriter yapısının meşrûiyetini sağlamasıdır. Ve bu Çin modeli dünyadaki bütün otoriter rejimler için, otoriter liderler için aslında bir başarı modelidir. Taklit edilmesi çok istenilen bir modeldir. Çünkü ekonomi kalkınıyorsa, insanların karnı doyuyorsa, hayat standartında bir yükselme varsa, insanlar demokrasiden veya liberalizmden, insan haklarından uzaklaşmış bir rejime göz yumabilirler. Önemli olan insanların temelde karnının doymasıdır. Bu model üzerinden giden bir başarı örneği Çin. Yani Çin’de aslında 89’daki Tiananmen fâciası yaşandı — ki orada binlerce öğrenci öldürüldü ve sistem bir şekilde yaşadığı en büyük muhâlefeti, toplumsal kalkışmayı çökertti. Onun arkasından 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda, 2010’lu yıllarda, yaklaşık bir 30 yıl boyunca Çin %10 kalkınmayla büyüdü. Bugün Çin’in kalkınma hızı %3’lere düşmüş durumda. %10’dan %3’lere. Ve bu %10 kalkınma hızı 30 yıl boyunca yaklaşık 600-700 milyon Çinli’yi fakir olmaktan orta sınıf seviyesine çıkardı. Yani aslında bir bakıma Erdoğan’ın başarısı dediğimiz şey, Türkiye’de fakirliği bir şekilde alıp orta sınıfı yaratma, kendisine bağlı bir orta sınıf. Erdoğan’ın modeli de buydu, yani ekonomik kalkınmayla iktidarda kalma. Çin bunu bugüne kadar çok başarıyla yerine getirdi. Ama aynı zamanda da şu şekilde yerine getirdi: Kapitalist dinamiklerle yerine getirdi. Yani küreselleşme, ihrâcat üzerine kurulu bir sistemle bunu başardı Çin. Yani ihrâcâtını Avrupa’ya, Amerika’ya yönlendirerek ve bir şekilde bir sanâyi devrimi, aynı zamanda sağlam bir altyapı kurarak yaptıbunu. Şimdi bugün geldiğimiz noktada Çin’in bu kapitalist dinamiklerden, meselâ yatırım çekme özelliğinden ve çok daha büyük ihrâcat yapma özelliğinden mahrum kaldığını görüyoruz. Yani Çin sistemi yavaş yavaş artık içeride biraz da ekonominin kalkınmış olmasının getirdiği dinamiklerle öyle %10’larla kalkınabilecek bir yer değil. Çin daha müreffeh, daha refah içinde yaşayan bir toplum oldu. Ama Çin halkının beklentileri de yükseldi. Ve şu anda %3 ile büyüyen bir Çin aslında bir ekonomik kriz yaşıyor ve bir siyâsî kriz de yaşıyor. Çünkü bütün otoriter yapıya rağmen Çin’deki mesele her zaman için bir sistemin olmasıydı. Yani aslında Komünist Parti’nin getirdiği belirli bir düzen vardı. Bu düzen liderlerin ömür boyu görevde kalmasını engelliyordu. Yani baktığımızda Çin’in son 30 yıllık târihine 6-7 tâne liderden bahsedebiliriz; Politbüro tarafından seçilen ve sistem içinde bir şekilde zamânı geldiğinde koltuğu bırakan liderler. Fakat 2013’ten bu yana Şi Cinping isimli Çin lideri bir bakıma, “Ben yolsuzlukla mücâdele ediyorum ve ülkeyi büyük tehditlerden korumak zorundayım” diyerek gücü bütünüyle konsolide etti ve tek kişinin emrine çekti. Yani neredeyse Mao’dan beri yaşanmamış bir iktidar konsolidasyonu ve iktidârın kişiselleşmesi durumuyla karşı karşıyayız Çin’de. Ve bu Şi Cinping şu anda Çin ekonomisinde devletçi modeller uyguluyor. Yani ne yapıyor? Devlet bankalarının inşaat sektörüne para aktarmasına bir bakıma destek veriyor. Yani sistemin üretken olmasından çok, içeride bir şekilde para pompalama metotlarıyla götürüyor bunu. Ve bu da Çin’in dışarıdan yatırım almasını da engelliyor. Bu arada Çin’in yükselmesine neden olan o küreselleşme dinamikleri, serbest ticâret dinamikleri, neoliberalizm de dünyada yeni bir tepkiyle karşı karşıya. Neoliberalizm yerine korumacı politikalar uygulayan bir Amerika var. Korumacı politikalara gidiş içinde olan bir Avrupa Birliği var. Dolayısıyla Çin istediği kadar da ihrâcat yapamıyor. Yani önce 2007-2008 küresel krizi, arkasından Covid nedeniyle bir şekilde Batı’da bütün kapitalist sistemler kendi içlerinde daha kendi kendilerine yeter hâle gelmeye çalışıyorlar. Yani küreselleşme, finansal küreselleşme, serbest ticâretten uzaklaşan, daha Fransız deyimiyle dirijist, devletin birazcık daha ön planda olduğu sanâyi politikalarıyla kalkınmaya çalışan bir Amerika ve bir Batı var. Bu Obama’yla başladı, Trump’la devam etti, Biden’la da neredeyse tavan yaptı. Yani Biden’ın ekonomik politikalarına baktığımızda, Amerika’nın gittikçe korumacı olduğu, özellikle teknoloji konularında, microchip’ler konusunda son derece korumacı olduğu, hattâ yeşil enerji yani bir şekilde iklim kriziyle mücâdele konusunda da Amerika’nın kendi içindeki sektörleri güçlendirmek için de sübvansiyonlar yaptığı, serbest ticâret ve neoliberalizm adına yapılacak ne varsa tam tersini yaptığını da görebiliyoruz. Bu nedenlerle de aslında Çin de kendi içine dönüyor. Daha sosyalist, daha kendi kendine yeten politikalarla kalkınmaya çalışıyor ve bu Çin’de bir duraklama devrine neden oluyor. O yüzden 2024’te eğer Çin %2-3 ile kalkınırsa, içeride yeterince büyümemenin getirdiği bir hoşnutsuzluk, bir tepki de oluşabilir Çin halkında, Çin nüfûsunda. Allah’tan Çin’in nüfûsu… “Allah’tan” diyorum, çünkü Çin’in nüfûsu aslında normalde çok genç olması beklenen bir nüfustu; ama Çin’de bir demografik çöküş de yaşanıyor. Tek çocuk politikaları nedeniyle Çin hiçbir şekilde kendisi şey yapamadı, yani Çin tek çocuk politikaları nedeniyle şu anda yaşlanan bir toplum ve sokakta gençlerin tepkisi bir şekilde kontrol edilebiliyor. Fakat çok milliyetçileşen de bir Çin’le karşı karşıyayız. Ve Şi Cinping’in Maoist politikalardan dem vurarak kendisini bir şekilde Mao gibi o tek adam politikalarını milliyetçi popülist bir şekilde ön plana getirmesi, Çin’le Tayvan arasında yaşanacak bir soruna da neden olabilir. Yani Tayvan’da seçimler olacak 2024’ün ilk ayında ve Tayvan’da daha bağımsızlık isteyen bir iktidar gelirse, Çin’in Tayvan’a bir askerî müdûhalesi 2024’te, Amerika-Çin ekonomik rekabetinin askerî bir çatışmaya dönmesine bile neden olabilir. Yani 2024 için aslında felâket senaryosu Tayvan üzerinden çıkacak bir krizdir ve bu Tayvan krizi de aslında içeride Çin milliyetçiliğinin ve Şi Cinping’in bir bakıma ekonomik açıdan yaşayamadığı başarıyı milliyetçilikle bertaraf etmesi, kompanse ederek daha saldırgan siyâsî politikalar, diplomatik politikalar, askerî politikalar izleyecek bir Çin’in Tayvan politikalarını 2024’te çok dikkatli bir şekilde izlemek gerekiyor. Son olarak da şunu söyleyeyim: Çin ekonomisindeki çöküş, Çin’in Afrika’daki, Latin Amerika’daki, Ortadoğu’daki gücünü de etkileyebilecek derecede bir çöküş. Bugün “Tek Yol Tek Kuşak” politikasıyla, projesiyle aslında Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da Çin dünya kadar yatırım yapmışken, bu yatırımların önemli bir kısmının aslında geri dönüşümü olmayan başarısız yatırımlar olduğu, bâzı açılan kredilerin geri ödenemiyor olduğu ve aslında bu ülkelerin kalkınmasına çok fayda etmediği de konuşuluyor. Yani Çin modeli dediğimiz şey, bir bakıma Çin’in dünyada kendi etkisini güçlendirmek için uyguladığı şey de Çin’in %10’la kalkınmasına bağlı bir modeldir. %10 ile kalkınamayan bir Çin, duraklama dönemine girmiş bir Çin bu açıdan daha otoriterleşen, daha milliyetçileşen ve Amerika’yla çatışma ihtimâli de daha yükselen bir Çin olacaktır. 2024’te bunun da bence yakından izlenmesi gerekecek. 

Evet Ömer, çok sağ ol. Çok yoğun ve dolu dolu bir yayın oldu. Çok teşekkürler. Gönül Tol’a da buradan selâm yollayalım ve izleyicilerimize “Transatlantik” adına iyi yıllar dileyelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.