Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Yerel seçim sonuçları uğruna şehit olmadılar

Şu ünü bizde kötü anılan “düvel-i muazzama”, Ortadoğu’yu ve Ortadoğu’da da Filistin meselesini gözardı edip, o uğursuz “istikrarı” her dem koruyabileceğini sanarak direksiyon başında uyuyakaldı. Yurdumuzda da Kürt sorunu veya PKK, kendini yılın son haftasına girilirken Irak’tan iki günde üst üste gelen 12 şehit haberiyle en acı biçimde anımsattı. Ve bekleneceği üzere, o bildik ezberler ve tahrikler ile alışılageldik hamaset, yaygara ve sansasyon tutkusu olanca ikiyüzlülüğüyle ortalığı alelusul kapladı.

Ne yazık ki vatan uğruna can verenler öldükleriyle kaldı. En azından böylesi trajik anlarda ve 20 seneyi aşan iktidarın ardından birleştirici olması beklenen Erdoğan, örnek olarak tıpkı ne çabuk unutulan deprem felaketinde olduğu gibi, yine bir sonraki seçimi öncelemeyi yeğledi. Sanki şehitler canlarını AKP mart sonundaki belediye seçimlerini ve özellikle İstanbul’u kazansın diye vermişlerdi.

Olayın kendine ve yansımalarına ilişkin teknik-askeri, politik, hukuksal, tarihsel yorumlar yapılabilir. Yapılır da ister adına genişleterek Kürt sorunu, ister daraltarak PKK sorunu diyelim; tarihçesini de ister cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan Kürt isyanlarından, ister PKK’nın kurulmasından (1978) yahut Eruh-Şemdinli baskınlarından (1984) alarak bugüne gelelim, aslında bilinmedik, yeni, keşfedilecek, özgün bir tarafı yok maalesef.

Şu, Yunanistan’la 60. turunu herhalde geçen “istikşafi” görüşmeler gibi hani. Üstelik kaldırılıp altına bakılmadık taş kalmamış olsa da artık devletle özdeş iktidar konuyu apar topar ve derhal siyasetin dışına kaçırmaya çalıştı. “Taşa kazılı” sözde doktrinin tartışılmasını engellemek istedi. Yurtseverlikle devletseverlik eşitlenmeye çabalandı. Alanı daraltılan siyasete iktidara açık, muhalefete kapalı biçim verilmeye devam edildi.

Yenilikse CHP Genel Başkanı Özel’in, kaçıncı kere ısıtılıp masaya sürülen aynı sası dolmayı, bu defa yutmayı reddetmesi oldu. Ümit Kıvanç’ın şu cümlesi bence “yönetici özeti” olarak çerçevelenip duvara asılabilir: “CHP’nin her türlü değişim ihtimalini sessizce kemirip yok edebilecek bir yapı, bir mekanizma oluşu, yaşananın içerdiği imkânı derhal yok saymayı gerektirmiyor.”

Erdoğan’ın şehit cenazelerinden kampanya malzemesi devşirmek, Özel’in de buna karşılık o oyunu bozmak girişimleri bu bağlamda gelip, genel olarak yerel seçimlerde ama özellikle de İBB’nin el değiştirip, değiştirmemesinde düğümleniyor. Gizem anıtı Sinan Oğan “plana sadık kal” diye mırıldanıyordu ya kendi kendine, işte önce Özel’in CHP kurultayını geriden gelip alması, üzerine İmamoğlu’nun (olursa) İstanbul’u yeniden kazanması varsayılan “planı” tasarımcılarının masasına geri gönderecek. 

O zaman alarm zilleri malum mahfillerde “acı acı” çalacak. Baktılar olmadı, herhalde hem Özel’e, hem İmamoğlu’na ya gözdağı vermeye,  ya onları “evcilleştirmeye” çalışmaya yönelecekler. Ancak bu defa emekli askerlerden bazılarının dirsek-temas aralığına geçmeyi reddedip, Özel’in yanında yer alması da bir diğer yenilik oldu. Bunlardan en göze çarpanlardan biri de, alan deneyimi ve dürüstlüğü tartışmasız (e.) Kur. Yb. Hakan Şahin’in (@hakanexlieu) Ruşen Çakır’a söyledikleri. 

Teknik/askeri bakımdan 1990’ların başından, ilk Körfez Harekâtı’ndan bu yana benimsenen yaklaşım “ön alanda pres” olageldi. Son zamanlarda veya 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından bu, muhayyel “Zagros’tan Amonos’a terör devleti” anlatısının karşısına konulan “Irak ve Suriye sınırlarımız boyunca 30 km. derinliğinde kesintisiz tampon bölge” olarak güncellendi. Ekürisi “Mavi Vatan” iddiası ise zoraki ömürsüz oldu. Aynı dönemde, S-400 diplomasi faciasıyla balta taşa vuruldu. Dışişleri Bakanı Fidan’ın geçen günkü bütçe konuşmasında değindiği “devletimizin bekası için daha fazla kabiliyet ve alternatif strateji geliştirme zorunluluğu” ise nükleer seçeneği akla getirdi.

PKK konusuna geri dönersek diyoruz ki, hem zincirini koparmış bir meteoroloji balonu gibi mutlak stratejik özerklik arayan cihan devletiyiz, hem komşu ülkenin dağlarında gezen 500-600 terörist varlığımızı tehdit ediyor. Komşu iki ülkede yerleşik terör örgütünden kaynaklanan bu tehdit algısı dolayısıyla BM şartının 51. Maddesine dayanarak sınırlarımızı delinmekten, kendimizi yıkılmaktan koruduğumuzu da ileri sürüyoruz.

Üstelik “terör” küresel bir belâ. Dolayısıyla üzerine “terörle mücadele” etiketini yapıştırınca kendimizce meşruiyete bürünüp girdiğimiz Suriye ve Irak’a ordumuzla yerleşip kalıyoruz. Hatta Suriye’de girdiğimiz yerlerde yerel yönetimi devralıyoruz. Terör tanımımız ve terörle mücadele yöntemimiz demokratik ülkelerden ayrışınca da, Almanya’da otoyola ters giren araç anonsunu arabasının radyosundan duyan şu Laz sürücü fıkrasındaki gibi, “bunların biri değil, hepsi ters geliyor!” diye öfkelenerek tepki gösteriyoruz.

Bu yıl 100 yaşında vefat eden Kissinger’in Vietnam Savaşı bağlamında 1969’dan kalma çok bilinen öngörüsü şöyleydi: “Düzenli ordu kazanmazsa kaybeder. Gerilla kaybetmedikçe kazanır.” Öyleyse, hiç yoktan son 30 yıldır tutulan yolun ve varılmak istenilen menzilin ne olduğunun, menzile mi varmanın yoksa tutulan yolda sürgit devam etmenin mi işimize geldiğinin, şöyle soluklanıp adamakıllı bir sağlamasını yapmalı. 

Sağlama yapmak için de önce o sağlamayı yapmaya gerek duymak; sağlama yapmanın, hesap vermenin bir zorunluluk olduğunu kabul etmek ve durup ardından aynaya uzun uzun bakmak gerek. O zaman, herhangi bir öncelik sıralaması gözetmeksizin aşağıdaki sorular ve sayılarını artırarak benzerleri ayna karşısında kendimize sorulmakla işe başlanabilir: 

  • Savaşta mıyız; eğer savaştaysak bu savaşı kim, kime karşı, ne zaman ilân etti?
  • Yürütülen etkinliğin tanımı terörle mücadele mi, isyan bastırma mı, yoksa başkası mı?
  • Komşu ülkelerde düzenli ordu eliyle yürütülen kalıcı askeri harekât, terörle mücadele kapsamına mı girer?
  • Öyle olduğu kabul edilirse, bu tür terörle mücadele alanda hangi koşullar oluştuğunda, hangi sonuçlar alındığında sona erecektir?
  • Böyle bir hedef varsa, o duruma erişildiğinde uygulanacak bir çıkış stratejisi ve bu çıkışın hangi zaman çizelgesinde gerçekleştirileceği belirlenmiş midir?
  • Bu karar siyasal mı, askeri mi olacaktır; kim ya da hangi makam veya merci tarafından alınacaktır?
  • Yukarıdaki sorunun yanıtı veya o yanıtın bilinememesi demokrasi bakımından ne anlama gelir?
  • Onyıllardan bu yana uygulanagelen askeri doktrin dışında herhangi bir seçenek tartışılabilir mi, önerilebilir mi, benimsenebilir mi; benimsenirse uygulanabilir mi?
  • Hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, AİHM bir yana AYM kararlarını uygulamak, terörün yasal tanımını AB ile uyumlulaştırmak, yerinden yönetim, anadilde eğitim, protesto-gösteri-yürüyüş hakkı, ifade özgürlüğü, eşit anayasal yurttaşlık vb. siyasal konular, terörle mücadele kapsamında mı ele alınmalıdır?
  • Bu ve benzeri tartışmaların TBMM, medya, akademi, STK’lar ve kamuoyunda yürütülmesi ile Kandil ve/veya İmralı ile istihbarat teşkilatının gizli müzakere yürütmesi arasında herhangi bir bağıntı, aynılık veya benzerlik var mıdır?
  • Bir ülke kendi sınırlarının ancak sınırlarının ötesinde savunulabileceğini iddia ediyorsa, onun bu yaklaşımı dışarıdan bakışla ve yerine/zamanına göre ama kaçınılmaz biçimde irredantizm, rövanşizm, revizyonizm, ekspansiyonizm olarak yorumlanmaz mı?
  • Eğer BM şartının ülkelere kendilerini saldırılara karşı savunma hakkı tanıyan 51. maddesi, terörle mücadele alanında ve her ülkenin kendi öne sürdüğü tehdit algısına göre geçerli hukuksal gerekçe sunuyorsa, bu durumda her ülke kendi komşusuna veya komşularına dilediğinde saldırma özgürlüğü edinmiş olmaz mı?
  • Terör veya başına “bölücü” nitelemesi getirilen terör bugün halen cumhuriyetimize yönelik varoluşsal bir tehdit midir?
  • Öyleyse islâmcı-cihatçı terör de aynı kapsamda mı değerlendirilmelidir?
  • Terör türleri arasında bir tehdit algısı hiyerarşisi mi vardır, varsa bu hiyerarşi siyasal karar alıcılar tarafından mı belirlenir?
  • Terörle mücadele salt silâhlı kuvvetler eliyle mi yahut onun liderliğinde ve o eksen çevresinde istihbarat, emniyet, hariciye teşkilâtlarının da desteğiyle mi yürütülür?
  • Terörle mücadele, “toptan savaş” gibi tüm ulusu kapsayan yahut kapsaması gerektiği dayatılan bitimsiz bir etkinliğe dönüştürülebilir mi? 
  • Kürtler, “soydaş ve akraba” topluluklara dâhil midir?
  • Eşit anayasal yurttaşlık bir yana, bizim milliyetçiliğimiz bile “kan bağı” değil “gönül bağı” esasına dayalı değil midir?   
  • Güneydoğu Bölgesi’nde 1978-1987 arasında sıkıyönetim ve 1987-2002 arasında da OHAL uygulandı, günümüzdeyse kayyumluk var: 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından 20 Ocak 2017’de yapılan referandumla geçilen başkanlık sistemiyle ülkemiz genelinde uygulanan rejim nasıl tanımlanmalıdır?

Nitekim Erdoğan’ın kendi 7 Ekim 2008’de şöyle konuşmuş: “Millet olarak terör sorunu karşısında rasyonel bir tavır geliştirme becerisini göstermeliyiz.” Demek ki, muhalefete düşen ödev bu konuda da rasyonaliteyi yani aklı, akılcılığı aramak, ortaya koymak ve Kürt sorununu da, terörle mücadeleyi de sürekli siyaset gündeminde, siyasetin içinde doğru dille tutmak olmalı.

Yukarıda “artık kaldırılıp da altına bakılmamış taş kalmadığını” belirtmiştim: Ne FARC, IRA, ETA, ANC, vb.ler ile yürütülmüş barış; ne LTTE, Aydınlık Yol vb.lere karşı yürütülmüş imha süreçlerinden ders çıkarmaya gerek var. Çalıştay düzenleyip rapor yazma fetişizmine kapılmaya da gerek yok, “üçüncü göz” aramaya da. İmralı’dan Kandil’e mektup taşımaya da gerek yok, kamuoyu araştırması yapmaya da.

Gerek duyulan, cumhuriyetimizi gerçekten demokratikleştirmeye yönelik siyasal irade ve onu belirli bir ortak gelecek bakış açısı (“vizyon”) doğrultusunda toplumun sahiplenmesini omurgalı ve sağduyulu siyaset yoluyla sağlamak. Köhne bir Soğuk Savaş hilesi olan “güvenlik-özgürlük” denkleminden de, cumhuriyetimizin kuruluş döneminde belki kuramsal geçerliliği olabilecek “ulusal egemenlik-bireysel özgürlük” denkleminden de artık uzak durmak.

Belki söylemesi kolay, yapması zor ama Özgür Özel’in aldığı doğru tutumla bu yolculuğa çıkabilme olasılığı uzun süredir ilk kez ufukta belirdi.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.