Ruşen Çakır’ın konuğu Hakan Şahin: Askeri açıdan Pençe-Kilit Harekâtı

Millî Savunma Bakanlığı (MSB) 22 ve 23 Aralık’ta, Kuzey Irak’ta Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde çıkan çatışmada 12 askerin şehit olduğunu açıkladı. Millî Savunma Bakanlığı’nın X hesabından yayımlanan açıklamada, bölgede hava harekâtlarının devam ettiği söylendi.

Ruşen Çakır konuğu Serbestiyet yazarı Hakan Şahin, Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde çıkan çatışmada 12 askerin neler yaşadığını, bölgenin koşullarını, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın nasıl hareket ettiğini kendi yaşadıkları ile değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Türkiye’nin gündeminde tabiî ki haklı bir şekilde Irak’ın kuzeyinde şehit olan 12 asker var. Bu olayın farklı boyutları, özellikle siyâsî boyutları konuşuluyor; ama olayın bir de askerî boyutu var. İşte bu konuları konuşmak için Emekli Kurmay Yarbay Hakan Şahin’le birlikteyiz. Kendisi bu konuda birtakım çok can alıcı sorular sormuştu. Bu soruları ve olayın diğer boyutlarını Hakan Bey ile konuşacağız. Hakan Bey, merhaba.

Hakan Şahin: Merhabalar, iyi akşamlar diliyorum size ve izleyenlere.

Siz piyâde yarbaydınız ve anladığım kadarıyla terörle mücâdele kapsamında bayağı aktif görev de aldınız. Bu olayları bizler tabiî gazeteci olarak hep yıllardır tâkip ediyoruz, ama uzaktan görüyoruz. Sizin yakından yaşadığınızı varsayıyorum. Gerçekten bu tür saldırılara, baskınlara askerliğiniz boyunca tanık oldunuz mu? 

Hakan Şahin: Oldum. Yakın bir târihte oldum. Ama önce şöyle başlamak istiyorum izninizle. Bugün birkaç saat önceki yayınınızda siz de bahsettiniz; bir açıdan bakarsak sözün bittiği yerdeyiz, bir açıdan bakarsak da sözün esas başlaması gereken yerdeyiz hâlâ. Ben önce şehit olan bütün askerlere rahmet diliyorum. Âilelerine başsağlığı diliyorum. Yaralanan askerlere âcil şifâlar diliyorum. Âilelerine sabırlar diliyorum. Benim için duygusal da bir konu bu. Hem asker olarak askerî uzmanlığımla ilgili bir şey, hem siyâset bilimi açısından o uzmanlığımla ilgili bir şey. Ama insan olarak da orada nelerin yaşanmış olabileceğini neredeyse kesinlik derecesinde bildiğim için duygusal olarak da beni etkileyen bir şey. Bir yandan da toplumsal olarak da siyâsal olarak da bıçak sırtı bir konu. Onun da farkındayım. İşin içine birçok değişkenin girdiği bir şey. Milliyetçiliklerin girdiği bir şey; askerini, orduyu koruma kaygısının girdiği bir şey. “Acaba yapacağımız tespitler, eleştiriler orduya zarar verir mi?” gibi endîşelerin de paylaşıldığı bir şey. Ama bence bizim, en azından kendi adıma taraf olmamız gereken şey: Gerçeklik. Başka hiçbir şey değil. Gerçekten tarafımızı gerçek denen şeyden yana belirlersek, birçok şeye doğru anlamda hizmet etmiş oluruz diye düşünüyorum. Ama konuştuğumuz şeyin çok ince ve bıçak sırtı bir şey olduğunun farkındayım. Şöyle başlayayım sorduğunuz soruyla ilgili…

Pardon, önce hassâsiyetinizi çok iyi anlıyorum. Biz gazeteciler olarak da farklı bir şekilde bunu yaşıyoruz. Belki haberiniz yok, ama sizin söylediğiniz “Sözün başladığı, bittiği yer” kavramı benim bugün yaptığım yayının…

Hakan Şahin: Evet, izledim. O yayına atfen söyledim.

“Sözün bitmediği yerdeyiz” dedim. Bu hep böyle olur. Hep böyle birtakım saldırıların ardından “söz bitti” denir. Halbuki tam da konuşacak zamandır. Ama burada konuşurken tabiî ki siz askerler, eski asker de olsanız; biz gazeteciler hep böyle bir şeyleri gözeterek daha dikkatli olmak zorundayız. Ama burada mümkün olduğu kadar özgür bir şekilde uzman olduğumuz konularda; ben meselâ siyâsetten biraz anladığımı sanıyorum. Genellikle çıkmıyor söylediklerim ama, önemli değil. Siz asker olarak, evet baştaki konuya bu vurgulardan sonra girin. 

Hakan Şahin: Evet.

Yaşadınız mı benzer hâdiseler?

Hakan Şahin: Evet, yaşadım. Ondan önce küçücük bir girizgâh yapacağım, sözünüzü kesme pahasına. Şimdi masama bir kitap koydum size göstermek için. Bu Arıburnu Muhârebeleri Raporu isimli bir kitap. Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’de kendi elyazısıyla tuttuğu, daha sonra Türk Târih Kurumu tarafından yayınlanan bir kitap. Kitabın konumuzla ilgisi şu: Atatürk cephedeyken gün gün, saat saat nelerin olup bittiğini not almış. Hangi birliği nereye göndermiş, niçin göndermiş, birliklerin durumu nedir, yaralı sayısı nedir, şehit sayısı nedir, düşman nereden taarruz ediyor, siperlerin durumu nedir, hava durumu nedir, yemekte ne yenmiştir, kendisi hangi kararları vermiştir, bu kararların sonucunda ne olmuştur? Bunları açık, dürüst, korkusuzca, şeffaf bir şekilde kayda geçmiş ve şu an elimizde. Yaklaşık 110 sene sonra elimizde duruyor. Şimdi verdiği kararlardan, yaptığı icraatlardan kuşku duymayan, “Bugün olsa yine yapardım” diyen herhangi bir komutan, asker, subay, generalin açıklıkla, şeffaflıkla yaptığı, ettiği, verdiği emirleri bizimle paylaşabiliyor olması lâzım. Şimdi birkaç gündür görebildiğimiz kadarıyla bu olay özelinde bunun olmadığını görüyoruz ve Millî Savunma Bakanlığı’nın yaptığı açıklama dışında –ki o da genelgeçer–, olayın nasıl gerçekleşmiş olduğuna dâir çok ayrıntı, olayın özeline ilişkin bilgi içermeyen birtakım açıklamalar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ben şu an Silâhlı Kuvvetler’i komuta eden komutanlardan, generallerden, karargâhlardan ve bakanlıktan ve bakanlık personelinden Atatürk kadar şeffaf, korkusuz, açık, yaptıklarına güven duyar şekilde bu topluma bir açıklama borçlu olduklarını düşünüyorum, birincisi bu. İkincisi, sorduğunuz soruya geleyim: Bu Aralık ayı o bölgeler açısından çok kritik bir ay. Şimdi o Pençe-Kilit operasyonlarının gerçekleştirildiği bölge Hakkâri’nin Irak tarafında kalan bölgesi. Rakım çok yüksek, çok engebeli, çok dağlık bir arâziden bahsediyoruz. İklim koşulları belli. Aralık ayının başından îtibâren kar yağışları başlıyor ve bizim büyükşehirlerde gördüğümüz gibi 5-10 santimlik bir kar değil; metreleri bulan kar yağışlarından bahsediyoruz. Ve bu kar bugün yağmaya başlamış değil. Bu kar yüzyıllardır orada, bu mevsimde bu şekilde yağıyor. Bu bilinen bir şey. Yani Amerika’yı her seferinde yeniden keşfetmeye gerek yok. Bizlerden önce orada görev yapmış bir sürü asker var. Bunların tecrübeleri var. Dolayısıyla o tecrübelerin bugüne yansıtılabiliyor olması lâzım. Fakat bu olayda yansıtılmadığını görüyoruz. Nasıl görüyoruz? Şu şekilde: 2 Aralık 2016. Benim bahsedeceğim olay 2 Aralık 2016. İnternete girip 2 Aralık 2016 Güven Dağı Üs Bölgesi yazarsanız göreceğiniz haberlerin olduğu Güven Dağı Üs Bölgesi komutanı bendim. Rütbem yarbaydı. Hudut tabur komutanıydım. Ve bâzı sosyal medya hesaplarında paylaşılan bugün bu geçtiğimiz olaydaki üs bölgesine çok benzer koşullarda bir üs bölgesiydi. Neden bahsediyorum? Birincisi, bir binâ yoktu. Yani bir üs bölgesiydi; fakat herhangi bir yapılı, inşâ edilmiş bir binâ yoktu. Birtakım derme çatma usûllerle, taşlarla, naylonlarla vs. yapılmış, bizim kendimizin yaptığı birtakım böyle yapımsı şeylerin olduğu üs bölgesiydi. Karayolu ulaşımı yoktu. Karayolu ulaşımının olmaması çok önemli bir şey. Ne için önemli bir şey? Buranın lojistik olarak desteklenmesi veya böyle bir olay olduğu zaman şehit ve yaralıların tahliye edilebilmesi, yaralıların hastâneye ulaştırılabilmesi, odun kömür gibi ısınma kaynaklarının oraya gönderilebilmesi, yeme içme imkânlarının gönderilebilmesi için karayolu çok önemli bir şey. Fakat karayolu yoktu Güven Dağı Üs Bölgesi’nde. Ve başlangıçta bu Güven Dağı Üs Bölgesi’nin kar yağışıyla artık bir miktar boşaltılması gündemde iken, neden olduğunu bilmediğimiz, en azından benim bilmediğim bir şekilde orada kalmaya devam ettik. Ve Aralık’ın 1’inde çok yoğun bir kar yağışı başladı. Rakım da çok yüksek olduğu için, yaklaşık 2000 metre rakımı vardı. Komik gibi gelebilir, ama kar bizim bulunduğumuz yerde oluşuyordu. Yani kar yağmıyordu. O kadar yüksekteydik ki bulutların da üstündeydik, kar bizim bulunduğumuz yerde başlıyordu. Dolayısıyla o, görüşü müthiş bir şekilde kısıtlıyordu. Yani görüşü 5-6-7 metreye kadar düşüren bir hava durumu söz konusuydu. Ve sabah saat 6 sularıydı, ben gece ayakta kalıyordum. Gündoğumuyla birlikte yatıyordum. Saat 11.00-12.00 gibi kalkıyordum. Tam yatmak üzereyken bir ses duydum. Bir subayımızın uyarı sesini duydum. Uyarı sesi şuydu: “Sızma!” diye bağırdı silâh arkadaşım. “Sızma” kelimesinin ne olduğunu biliyorum; ama “Lütfen yanlış olsun, yani bu olmamış olsun” istedi içim böyle birkaç saniye için. “Lütfen bu duyduğum şey doğru olmasın” diye düşündüm. Sonra o subay arkadaşım tekrar seslendi “Sızma!” diye. Ben bulunduğum mevziden dışarı çıktım ve birden yüzlerce silâhın çalışmaya başladığını duydum. Bu kısmı geçiyorum şimdi. Çok uzun süren çatışmalar normalde 15-20 dakika falan sürer. Bu çatışma 4 saat sürdü. 4 saatin sonunda, saat 10.00-10.30 sularında çatışma bittiğinde, şu an 2. Ordu Komutanı olan Metin Tokel o zaman tümen komutanıydı aynı bölgede. Beni aradı cep telefonuyla. Yani çatışma boyunca da bir sürü kişi aramıştı, ama ben çatışmanın yoğunluğu içerisinde cevap verememiştim onlara. Metin Tokel general bana durumun ne olduğunu sordu. “Şu an için benim kısa sürede görebildiğim kadarıyla 3 şehit ve 20’yi aşkın yaralı” olduğunu söyledim kendisine. Kendisi dedi ki: “Gerçekten böyle mi? Emin misin?” dedi. “Böyle” dedim. Kendisi bu haberden tırnak içinde “mutluluk” duydu. Yani ona bir eleştiri olarak söylemiyorum. Çünkü 4 saat süren çatışmanın sonucunda çok daha kötü bir sonuç bekliyordu muhtemelen haklı olarak. Fakat komutan olduğum birlikle övünmek için mi olsun, ne diyeyim bilmiyorum, gerçekten çok iyi mücâdele etti benim komutanı olduğum askerler. 3 şehitle, Allah rahmet eylesin onlara, atlatmayı başardık. Şimdi esas kısım bundan sonraki kısım. Sonrasında ne oldu? Sonrasında şu oldu; kar yağışı devam etti. Sis devam etti. Karayolu ulaşımı olmadığı için birer uyku tulumuna koyduğumuz şehitler bizimle birlikte o üs bölgesinde kalmaya devam ettiler. Normalde o şehitlerin birliğin moral ve motivasyonunu bozmama adına bir an evvel oradan tahliye edilmesi, âilelerine ulaştırılması gerekir. Aynı şekilde yaralılar açısından da. Yaralıların içinde âcil tedâvi ihtiyâcı olan, kan kaybeden yaralılar vardı. Bölgemizde bir doktor vardı, bir üsteğmen arkadaşımız vardı. O elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştı; ama çok sınırlı kaldı imkânları. Onları tahliye edebilmek için helikopterin gelmesini beklememiz gerekti. Fakat önümüzdeki birkaç saat içerisinde bu mümkün olmadı. Kar yağışı, tipi, sis devam etti. Helikopterler Hakkâri merkezde kalkışa hazır şekilde beklediler. Onlara yönelik de bir eleştiri getiriliyor; fakat doğa koşulları buna izin vermedi ve biz beklemeye devam ettik: 1 saat, 2 saat, 3 saat, 5 saat, 6 saat. Hava kararmadan olmasını ümit ettim, ama hava karardı artık. Akşam saat 9.00-10.00 gibi –sabah olmuştu olay tekrar hatırlatırsam– akşam saat 9.00-10.00 gibi cep telefonundan beni o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak general aradı. Çok olağan bir şey değil normalde. Beni aradı, bize başsağlığı diledi. Tebriklerini iletti mücâdelemiz için. Sonra şehit ve yaralıların bölgemizde kaldığını, bunun farkında olduklarını, tüm imkânlarını seferber etmeye çalıştıklarını; ama doğanın buna izin vermediğini, ilk fırsatta imkânlar ilk el verdiğinde şehit ve yaralıları tahliye edeceklerini, birazcık daha sabretmemizi istedi. Kendisine “Sağ olun” dedim, kapattık telefonu. Kar yağışı hâlâ devâm ediyordu. Neyse ki ertesi sabah saat 5.00 sularında hava açtı, kar yağışı dindi ve biz asker şehitlerimizi ve yaralılarımızı helikopterle gönderebildik. Muhtemelen bu olayda da şu anlattığıma çok benzer şeyler olmuştu. Şimdilik burada keseyim, sorunuz varsa devam edeyim. 

Sizin Serbestiyet’te yayınlanan çok sayıda sorunuz var ve bu sorulardan bir kısmı tam dediğiniz gibi tahliye, takviye vs. gibi hususları ve şunu sorguluyorsunuz aslında: Hakurk Bölgesi’ndeki bu geçici üsler gerçekten gerekli miydi diye. Yani bu netlikte olmasa bile ben bunu anladım. 

Hakan Şahin: Evet.

Şimdi şunu biliyoruz ki bayağı uzun bir süredir operasyonlar sürüyor. Operasyonlarda, meselâ bakıyorum, 27 Mayıs 2019’da Pençe operasyonları başlıyor. Siz daha iyi biliyorsunuzdur. 2020’de Pençe-Kartal ve Pençe-Kaplan, 2021’de Pençe-Kartal 2, Pençe-Şimşek ve Pençe-Yıldırım. Daha sonra 17 Nisan 2022’de de hâlâ süren Pençe-Kilit harekâtı, değil mi? Ve bu arada da tabiî sürekli olarak sâdece Irak’ta değil, Suriye’de de SİHA’larla ya da jetlerle yapılan, Millî İstihbârat Teşkîlâtı’nın geliştirdiği bilgilerle yapılan çok ciddî sayıda operasyon da var. Bütün bunlar sürüyor. Şimdi bir yanda onları görüyoruz, operasyonları, öldürülenleri görüyoruz; bir diğer taraftan hava saldırıları görüyoruz. Ama bu olay, yani oraya yerleşmiş olan askerlerin varlığı, çok fazla… ancak şehit olduklarında gündeme geliyor. Yani aslında üçüncü bir boyutmuş bu. Yani şehit olmasalar orada üsler olduğunu vs.’yi görmeyeceğiz. Şimdi burada, bâzı uzmanlar bunu çok ciddî bir şekilde dile getirdi; kimileri bunun oralarda, Hakurk gibi bölgelerde böyle özellikle yüksek yerlerde geçici üslerin çok da gerekli olmadığını söylüyorlar. Katılır mısınız?

Hakan Şahin: Şöyle düşünüyorum; şimdi buraya katılmadan önce diğer askerler, diğer emekli askerler de bâzı yayınlarda düşüncelerini ifâde ettiler. Onların birçoğuna katılıyorum. Haldun Solmaztürk general, Orkun Özeller, Türker Ertürk amiral çok güzel şeyler söylediler. Ben onların söylediklerinin altına imzâ atıyorum. Beni şaşırtan açıklamalardan bir tânesi Emekli General İsmail Hakkı Pekin’in açıklamaları oldu. Dolayısıyla onun söyledikleri üzerinden, böyle bir tez-antitez üzerinden gidersek daha açıklayıcı olabilir. Şimdi ilk zikrettiğim isimler şöyle söylüyor, diyorlar ki özetle: “Ya kardeşim, tamam, orada bir askerî gereklilik olduğunu söylüyorsunuz. O üs bölgeleri o yüzden tutulmuş, işgal edilmiş; ama anlaşılıyor ki orada iklim ve coğrafyanın etkisiyle yeterli emniyet tedbirleri alamamışsınız. Eğer alamıyorsanız, dolayısıyla bunu tekrar bir askerî açıdan gözden geçirseniz mi acaba?” diye bir soru soruyorlar en hafif tâbirle. İsmail Hakkı Pekin general ise şöyle bir şey söylüyor özetle, meâlen söylüyorum: “Evet, böyle bir şey olabilir. Şehitler de verilebilir. Doğa çok zor, iklim, evet, biliyoruz zor; ama o üs bölgelerini çekemeyiz. Yani şehit verdikleri üs bölgelerini çekersek yarın teröristler Hakkâri’ye gelir, İstanbul’a gelir, Ankara’ya gelir.” Dolayısıyla askerî olarak baktığımızda, askerî açıdan baktığımızda şuna karar vermemiz lâzım: Bu üs bölgeleri muhakkak suretle işgal edilmeli ve tutulmalı mı bu koşullar altında? Yani askerî hedef açısından bu yöntem, bu askerî taktik mutlak ve zorunlu yol mu? Bunun dışında başka bir yol yok mu? Şimdi bu soruya özgürce cevap verebilmemiz lâzım. Özgürceden kastım, askerî olarak özgürce. Yani askerlik mesleğinin sınırları içerisinden konuşuyorum şu an. Politik olarak değil, tamâmen askerî uzmanlık açısından konuşuyorum. Şimdi İsmail Hakkı Pekin, Türker Ertürk amiralin de olduğu konuşmada böyle küçük bir tartışmaya da girdiler ve karşı argüman olarak şöyle bir şey söyledi: “O zaman kar yağdığı için askerleri çekeceksek bu üs bölgelerinden, o zaman sizin gemileri de Doğu Akdeniz’den çekelim, Gölcük’te dursun” dedi. Şimdi böylesine bir düz mantıkla bizim sağlıklı kararlar vermemiz mümkün değil. Evet, ben şöyle düşünüyorum, şimdi değişik bir şey söyleyeceğim ama: Şimdi, bu bir kara harekâtı, yani karacıların yoğunlukta olduğu bir harekât. Ve ben de bir karacı subayım. Fakat burada biraz denizci ve havacı asker aklına ihtiyâcımız var. Şundan bahsediyorum; örneğin bir F-16 pilotu veya bir fırkateyn komutanı, üzerinde bulunduğu o elektronik, mekanik fizikî aygıtın, yani fırkateynin ve uçağın imkân ve kabiliyetlerinin dışında kendisine bir görev verildiği zaman o görevi veren komutanına diyor ki: “Bu koşullar altında, bu iklimde, bu yağış durumunda, bu sıcaklıkta benim uçurmakta olduğum bu uçak bu görevi icrâ edemez. Dolayısıyla bu görev yapılamaz. Bu görevi yapabilecek durumda değiliz” diyor, diyebiliyor. Yani Silâhlı Kuvvetler’in gelenekleri içerisinde yerleşmiş bir şey bu. Veya aynısı gemi için, aynısı helikopter pilotları için de geçerli. Fakat aynı şey, yani bu koşullar altında bu görev bu şekilde yapılamaz fikri maalesef karacı askerlerde henüz yerleşmiş, oturmuş bir şeydeğil. Bu kısmı geçiyorum şimdilik. O üs bölgelerinin tutulması bir zorunluluk muydu? Şimdi o Hakurk Bölgesi’ni ben bilmiyorum. Gidip görmeden, hangi tepe nerenin keşif ve gözetlemesinin yapılmasını sağlıyordu, orası tutulmasaydı başka bir üs bölgesine negatif anlamda, olumsuz anlamda bir etkisi mi olacaktı, buna oraya gidip görmeden bir şey dememiz mümkün değil. Ama gördüğümüz bir şey var. Dolayısıyla onun üzerinden, gördüğümüz şey üzerinden bir şey söyleyebiliriz. Gördüğümüz şey de şu; o Serbestiyet’teki sorular kısmında şöyle bir şey dedim: “Eğer bu görüntüler doğru ise…” Bir video görüntüsü vardı, işte, birkaç tâne çadır; o çadır da yani mermi ateşinden korunmayı bırakın, soğuktan koruma yeteneği bile çok sınırlı bir çadır. Böyle bez, naylondan yapılmış bir şey. “Eğer bu görüntüler doğruysa ve bu şehitlerin verildiği üs bölgesine âit bir görüntüyse bu eğer, Millî Savunma Bakanlığı’nın başka hiçbir kaygı gütmeden sırf askerî açıdan, saf askerî açıdan bize bu görüntünün ne olduğunu açıklaması lâzım. Bu üs bölgesi gerçekten o üs bölgesi mi? Bu çadırlar neden o şekilde? Bâzı emekli askerlerin söylediği gibi o üs bölgesi sâdece 1 ay önce mi meselâ işgal edildi? Bir ay önce işgal edildi de o yüzden mi, işte, binâlar vs.ler yapılamadı? Eğer böyleyse hangi zorunluluktan dolayı bu kar yağışı altında, görüş koşullarının bunca yetersizliği altında o askerler orada tutulmaya devam edildi? Böyle bir olay olması durumunda şehit ve yaralıların nasıl tahliye edileceği öngörüldü? Onunla ilgili nasıl bir planlama yapıldı? Bu planlamayı kim yaptı? Genelkurmay mı yaptı, Kara Kuvvetleri mi yaptı, 2. Ordu mu yaptı, Hakkâri’deki Tümen Komutanlığı mı yaptı?” gibi askerî sorulara bence cevap verilmesi lâzım. Toplumun, çocuklarını oraya gönderen insanların bu soruların cevâbına bence ihtiyâcı var. 

Şimdi şunu sorabilir miyim: Böyle bir üs bölgesinin komutası hangi subayda olur genellikle, yani rütbe olarak? 

Hakan Şahin: Genellikle yarbay, binbaşı, en az yüzbaşı.

Peki burada hayâtını kaybeden, şehit olan askerlerin hepsi sözleşmeli, değil mi? Bir zamanlar, zorunlu askerlik yapanlar da yollanıyordu. Artık uzun bir süredir bu kalktı değil mi? Yani buradakilerin hepsi zorunlu askerlikten sonra askerde kalmayı tercih eden, ayrıca eğitimden geçmiş gençler. Ve yaşları 20’li yaşlar civârında zâten. 

Hakan Şahin: Şöyle; benim bildiğim kadarıyla –yani oradaki kompozisyonu tam bilmiyorum ama– şehit olan askerlerin rütbelerine baktığımız zaman, içinde uzman çavuşlar var. Uzman çavuşlar, sözleşmeli askerlere göre bir tık daha eğitimli ve birazcık daha uzun süreli askerlik yapan, yani profesyonel askerlik yapan kişiler. Sözleşmeli erler var. Benim bâzı kaynaklarla, İsmail Pekin generalin söylediği bilgiler bu veya Haldun Solmaztürk de olabilir, tam hatırlayamadım şimdi. Oradaki birliğin biraz karma birlik olduğundan bahsetti. Karma birlikten kastım şu: Normalde organik olarak tek bir bölük, bir tabur şeklinde görev yapması askerî açıdan en tercih edilir şeydir. Ama herhalde personel eksikliği vs.’den dolayı orada bir karma şeyi de yapılmış. Yani bir birliğin içerisine sayıyı tamamlamak için başka bir birlik de monte edilmiş. İşler birazcık karışmış yani orada. Ama sorumuz; evet, orada zorunlu askerliğe tâbi, askerlik hizmetini zorunlu olarak yapan askerler epey bir süredir, 6-7 yıldır o hatta; yani Şırnak, Van, Hakkâri hattında görevlendiriliyorlar. Oradakilerin hepsi ücretli, maaşlı profesyonel askerler. 

Siz başta da şeffaflıktan bahsettiniz ve sorduğunuz sorular hem bu yazıda hem de yayın boyunca sorduğunuz sorular çok önemli, çok hayâtî. Hepimizi ilgilendiriyor. Ama herhâlde siz de benim gibi bunlara cevap alacağınızı düşünmüyorsunuz. 

Hakan Şahin: Evet, düşünmüyorum. Düşünmüyorum; ama yine de bu söylediklerimiz târihin bir yerinde kalsın. Yani bu 12 askerimizin şehit olduğu nasıl târihin bir yerinde kalacaksa, bizim sorularımız da yani uzayın boşluklarında dolanacaksa dolansın. Yayına başlarken söylemeyi düşündüğüm bir şey vardı. Onu şimdi söylemek istiyorum, bir şey paylaşmak istiyorum. Bu okuyacağım kısa şey Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı isimli çok önemli kitabından bir alıntı. Bunu okuduktan sonra bir yere bağlamak istiyorum. Falih Rıfkı, Cemal Paşa’nın emir subayı, asteğmen olarak askerlik hizmetini yapıyor ve askerde olmasına rağmen üniformasında böyle bir sürü madalya var. Cemal Paşa’nın yanında olduğu için birazcık böyle iltimas geçilmiş ona. Bir sürü madalya takılmış. Bir gün bir yemeğe katılıyor, bir askerî yemeğe. Karşısındaki subayın da göğsünde bir madalya var ve o madalya harpte kazanılmış bir madalya. O madalyasıyla gurur duyuyor. Şimdi o ânı şöyle anlatıyor Falih Rıfkı kitabın 88. sayfasında ve ismini vermiyor o kişinin: “…’yı ilk defa öğle yemeğinde gördüm. Madalyasının gururuyla gülmek için açılan dudakları, benim madalyalarla dolu göğsüme baktığı zaman buruşup kısıldı. Karargâhla cephe arasındaki derin uçurumu bu kadar yakından sezmemiştim. Ben nişan ve madalyalarımdan ikisini göğsüm süslü olsun diye, birini operada nefis bir oyun seyrettiğim için, birini Hamburg Belediyesi’nin ziyâfetinde bulunduğum için, bir başkasını Baden kasabasında bir imparator yüzünü gördüğüm için almıştım. Birinci Dünya Savaşı’nda bâzı cephelerimizin en hâzin hâli, siperin mânevî şerefinin ve maddî hakkının geridekiler tarafından yenmiş olmasıydı.” Şunun için okudum bu alıntıyı; bir an için toplumun sivil kesimini bir tarafa bıraksak bile o askerlik mesleğini yapan kişilerin, erden generale kadar, ama bu söyleyeceğim daha çok generaller kısmı için. Dolayısıyla bu olayda karar verici makamında olan kişilere yönelik bir şey bu. Bu siperdekilerin, cephedekilerin hakkının yenmemesi lâzım. 

Evet, böyle noktalayalım isterseniz. Çok anlamlı oldu. Çok sağ olun Hakan Bey. 

Hakan Şahin: Ricâ ederim. 

Bu soruları sorup, cevaplarını alıp, hattâ cevaplar üzerine tartışmaları geliştirebileceğimiz bir ülkede yaşama temennîsiyle noktayı koyalım.

Hakan Şahin: Umarım, umarım. Çok teşekkür ederim nâzik dâvetiniz için.

Tekrar şehitlere rahmet dileyelim. Yakınlarına başsağlığı dileyelim.

Hakan Şahin: Evet.

Çok teşekkürler. Çok kapsamlı, önemli bir yayın yaptık Hakan Bey ile. Emekli Piyade Yarbay olarak bize hem kendi yaşadıklarını anlattı, hem de Hakurk’ta yaşanan bu olaylarla ilgili soruları dile getirdi, yüksek sesle sordu. Hakan Şahin’e tekrar çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.