Elif Gökçe Aras yazdı: Konuşmalıyız

İlk defa ülkemizden bir bilim insanı uzaya gitmiş, sevinmeyelim mi?

Sevinmeyelim. 

Sadece parasını bastırıp gittiğimiz turistik bir gezi değilmiş, tamı tamına 13 bilimsel deney de yapılacakmış. Övünmeyelim mi?

Övünmeyelim.

Çünkü üniversiteleri akraba çiftliğine; eğitim müfredatı parti propagandasına çevrilmiş, okulları tarikatlara yani istismara açılmış, dünya eğitim istatistiklerinde son sıralara yerleşen bir ülke için bu bir başarı değildir. Artık nefret objesi haline gelmiş tek adamın kimsenin itiraz edemeyeceği bir noktadan şov yaparak onaylanma arzusudur sadece.

Gösteriş kültürümüze uygun hareket ediyor Erdoğan. Hani vardır ya bir atasözümüz “Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider gezmeye.” işte o hesap. Gençlerin geçim sıkıntısı sebebiyle eğitimi bırakmak zorunda kaldığı, çocukların sanayide çalışırken iş kazalarında hayatlarını kaybettiği bir ülkede bu şova sevinemem. Siz önce çocuklarınıza en temel gereksinimleri sunun, onlara bilimsel eğitim ortamı sağlayın, sonra gidersiniz uzaya deney yapmaya.

Bütün bu 55 milyon dolarlık masraf sadece yerel seçim öncesi 21 yıldır ezilmişliklerine oynadığı, sürekli bileyip gaza getirdiği, kutuplaştırdığı ve bu yöntemle kendisine mahkûm ettiği kendi seçmen kitlesine şu fotoğrafı verebilmek için. 

AKP’nin bu şovdaki bütün motivasyonu bu fotoğraf. Bakın, o yıllarca ezik muamelesi yaptığınız muhafazakârlar bunu da başardı demek için. Peki, haksızlar mı? Haksız değiller ama öyle çok sömürdüler ki bu haksızlığı, 21 yılın sonunda elde ettikleri tek şey, “tamam haklılar ama” cümlesi oldu. Erdoğan 21 yıllık iktidarını toplumun yaralarını tedavi edip, nihayetinde artık barışmış bir toplum yaratmak için değerlendirmek yerine, bu haklılığı türlü günah ve suçlarla bağlayarak kitlesini sorunlu bir köşeye hapsetti. Barışmış bir toplum yaratsaydı, Cumhuriyetin ilk yüz yılının sonunda çok büyük bir iş başarmış, büyük bir lider olacaktı. Onun yerine iktidarında yarattığı birçok kara hatırayı koynunda saklıyor.

Kişisel fikrim, tünelin ucu görünüyor. Eskiden gerçek dertler ve duygulardan hareketle oy alırdı Erdoğan. Bugün iktidarını devam ettirebilmek için manipülasyonu geçtim, kara propagandaya, sansüre, baskıya, tehdide ve seçim hilelerine başvurmaktan başka şansı yok. Tüm bunlara rağmen bastıramadığı, hiçbir şeyine eyvallah etmeyen minimum yüzde 50 var. 21 yıllık iktidarına ve sağladığı imkânlarla ardına dizdiği onca güce rağmen sadece bir liderden başka hiçbir şeyi olmayan bir hareket AKP. Bir adamın ömrüne hapsolmuş bir siyasi parti.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Peki, sonra ne yapacağız? AKP’nin ziyan ettiği 21 yılın ardından bu sefer de 21 yılın kavgasına mı başlayacağız? Yoksa yeni bir sayfa mı açacağız? Temiz bir sayfa değil, bembeyaz bir sayfa da değil maalesef. Atalarımızdan kalan bir miras; naftalin kokulu, sandık lekeli bir defterdir bizim defterimiz. Her ne kadar yeni bir sayfa açsak da yaprakları nemden eğrilmiş, ufak sarı hareleri olacaktır geleceğimizin. Ufak tefek iletişim kazaları olacaktır en ideal günlerimizde bile. Bu kadar dolduruşa getirilmek, kanla terbiye edilmek, kötü sözlerle hırlanmak olmadıktan sonra razıyız ona da.

Bu ülke neler gördü, yeniden toparlandı. AKP’nin yaşattığı yıkımdan sonra da toparlanacak. Normalleşme süreci için hazırlanan siyasetçiler yukarıda paylaştığım fotoğrafın AKP kitlesinde uyandırdığı motivasyonu iyi anlamalı. Kimse kömüre, makarnaya oy vermez. Onlar, başka bir düzende kendilerine hayat tanınmayacağından, ortak oldukları günahlar sebebiyle yeniden dışlanacaklarından ve ötekileştirileceklerinden korkuyorlar. Korksunlar da, onların işleri nasıl toparlayacağı bizi ilgilendirmez. Bunu bile planlamaya kalkmak bir kontrol manyaklığı ve bizi iyileştirmez. İsa gibi tokat atılan yanağımızı çevirmekten bahsetmiyorum ben normalleşme süreci için. Ancak en çok ihtiyacımız olan şeyi, itidali nasıl yakalayabileceğimizden bahsetmek istiyorum.

Kötülüğü başlatmak ve yaymak için sadece bir kötü yeter. Sıkça yazdığım üzere; “Kötülük asla yalnız yürümez”. O kötünün peşine takılmamak da sizin aklınız, kalbiniz ve ferasetinizle ilgili. Cumhuriyetin ilanından beri dolduruluşa getirilen bu kitlenin bu derece gözünün karartılması gibi, aydınlatılması da bir günlük bir mesele olmayacak. Eleştirelim, onaylamayalım, sırası geldiğinde tepki gösterelim ama aşağılamayalım, hor görmeyelim. Eleştiri iletişimdir ve çift yönlüdür. Karşılıklı birbirimizi eleştirelim, kendimizi savunalım, izah edelim. Bir noktada mutedil dili birlikte yakalayacağız. İşin trollüğünü üstlenen, kötülüğün bayraktarlığını yapanlar hor görülebilir, toplum tarafından dışlanabilir ama peşlerine takılan halkı hor görmek, yeniden nefret ve rövanşizm yaratır. Bu sarmaldan çıkmak zorundayız. Bir daha kimse onları kullanmaya kalkmasın, yaralarından fayda devşirmeye yeltenemesin diye iletişim halinde kalmak zorundayız.

Bu toplumun en büyük eksikliği konuşamamak gibi geliyor bana. Konuşmak bir tabu gibi lanetlendi yüz yıllarca. Konuşma ve tarafını seçip itaat et denildi hep. “Siz bu kardeşinize verin yetkiyi” dedi biri, “Tatava yapma bas geç” dedi diğeri. Darbeler, pogromlar, yağmalar, linçler hep konuşamamaktan. Konuşmalıyız. Gülümseyerek, somurtarak, çemkirerek, sırnaşarak, belki kavga etmeli ama hep iletişim halinde kalmalıyız. Bir gün laf sokmalı, öbür gün lokma döküp götürmeliyiz. Böylece ortak dertleri, ortak neşeyi hatırlamalı, zamanla iyileşmeliyiz. Yaratmaya çalıştıkları tüm kötülük fena halde ellerinde patlayacak gibi geliyor. Ne demişler;  Ağaca dayanma kurur, duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür, dayan Yüce Mevlâ’ya. Ben dindar bir insan değilim, o yüzden Mevla’ya dayanmak yerine iyi ve adil biri olduğum müddetçe kendime dayanmayı yeğlerim. 

Sonsuz bir kibirle, aslında büyük bir ekonomik çaresizlikle işçiyi, emekliyi eziyorlar. Halkın büyük bir kısmını hor görüyor, kötülük ekip, nefret biçiyorlar. İktidarlarındaki ikiyüzlülükleri sebebiyle yetişkinleri dinden soğutmamış gibi gençleri yobazlarca dindar yetiştirmeye zorluyorlar. Ancak her işlerinde olduğu gibi iki adım sonrasını düşünemiyorlar, malum satranç mekruh onlara göre, bilmezler iki hamle sonrasını düşünüp hareket etmeyi. Avrupa’da da var diye meşrulaştırmaya çalıştıkları din eğitimi yeni ateistler yaratacak haberleri yok. Din mitler üzerine kuruludur, rasyonel değildir. Hep uçan kaçan insanlar, fizik kurallarına aykırı mucizelerle süslü hikâyeler düzülür inananları çekmek için. Bu yüzden anneannenizin, dedenizin, ananızın, babanızın size dini anlatıp sevdirmesi başka bir şeydir, dini müfredata dönüştürüp vermek, yani akla sığdırmaya kalkmak başka bir şey. Din akla sığmaz ki, din bilinecek değil, inanılacak bir şeydir. Hoca efendi büyük bir özgüvenle sınıfta dini büyük hikâyelerle anlatmaya çalışırken bir çocuk parmağını kaldırır, bir soru sorar. Hocaefendi o soruya cevap verse, yenisi gelir, veremese sınıftaki diğer çocuklarda da bir şüphe uyanır ve hoca efendinin sağlamaya çalıştığı tüm o hikâyeler sınıfı yutan bir kara deliğe dönüşür. “Avrupa’da da din eğitimi okullarda veriliyor” ne var diyorlar, ama Avrupa’da din kalmadı, bunu unutuyorlar.

Bilmiyorum, ben fena halde umut doluyum.