Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sinema yönetmeni Laura Poitras: “Hakîkaten korkunç bir zamanda yaşıyoruz”

11 Eylül sonrası konulu Citizenfour belgesel üçlemesiyle Oscar ödülünü kazanan sinema yönetmeni Laura Poitras, bu Mediapart söyleşisinde işi ve işiyle çağımızdaki jeopolitik durum arasındaki yansımaları ele alıyor. Joseph Confavreux’un Poitras ile söyleşisini Haldun Bayrı çevirdi.

Laura Poitras sinema yönetmeni. İlk söyleşisini 2013’te Hong Kong’da yaptığı ve NSA’den sızan binlerce belgeyi kendisine gönderen Edward Snowden’ın ifşaatı konulu Citizenfour filmiyle 2015’te en iyi belgesel Oscar’ını almıştı.

Daha yakın zamanda, 2022’de, fotoğrafçı Nan Goldin’in ABD’deki haşhaş türevleri (opiacés) kaynaklı ölüm salgınının bir kısmının sorumlusu Sackler Âilesi’ne karşı kavgasını izleyen Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri filmiyle Venedik Festivali’nin Altın Arslan Ödülü’nü kazandı.

Irak’ta çektiği ve artık bâzı Amerikan askerî akademilerinde gösterilen belgeseli My Country, My Country (2006) ve Guantanamo’yu ele aldığı The Oath filmlerinden sonra, Laura Poitras FBI tarafından tâkibe alınmış. Özellikle bilgi uçurucusu/whistleblower Daniel Ellsberg ve gazeteci Glenn Greenwald’le birlikte Basın Özgürlüğü Vakfı’nın (Freedom of the Press Foundation) kurucularından.

Paris’te Forum des images’da « Un état du monde » festivali çerçevesindeki söyleşi.

© Photo Jan Stürmann

Mediapart : ABD’deki iktidârın 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarına verdiği karşılığı konu alan bir üçleme/triloji çektiniz. 7 Ekim 2023’ten beri yaşadığımız durumla arasında ne gibi devamlılıklar ve devamsızlıklar saptıyorsunuz?

Laura Poitras : Filistin konusunda uzmanlığım yok, ama güçlü yankılaşımlar var elbette: “Teröre karşı” körlemesine bir “savaş”, savaş-sonrası için sağlam bir perspektif oluşturmaksızın toprak işgalleri, sivil ölümleri karşısında umursamazlık, silâhlı güçlere “iliştirilmiş” (embedded) gazeteciler, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya izdüşümü, farklı seslerin yıldırılması, Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası hukukun ise en beterin vuku bulmasını engellemedeki âcizliği var.

Bununla birlikte bağlam aynı değil ve Hamas ne El Kaide ne IŞİD. Fakat 11 Eylül sonrasındaki savaştan dersler çıkartılmış olsaydı; işkenceleri, keyfî alıkoymaları, savaş mâcerâlarını ve kitlelerin gözetim altına alınmasını kurgulayanlar yaptıklarından sorumlu tutulsalardı; yirmi yıldır yaşamış olduğumuzla simetrik bir durumda bulmazdık kendimizi.

11 Eylül’den sonra olup bitenler tanınmaksızın, devlet suçları tanınmaksızın, işkence fiilleri tanınmaksızın, iş başındaki mantıklar devam eder ancak. Hakîkaten korkunç bir zamanda yaşıyoruz, bu sırada târihî kopuşlarla karşı karşıya da olsak.

Amerikan yurttaşı olarak, [Gazze’deki] bu katliamların ve bu soykırım politikalarının bizi doğrudan ilgilendirmediğine hükmetmek imkânsız.

Her ne kadar geçen 7 Ekim’de işlenen hunharlıkları kınasam da, Gazze’de sürmekte olan savaşın karşısındayım; tıpkı ABD iktidârının 11 Eylül 2001’e verdiği karşılığı kınamamın o terörizm eylemini kınamamı hiç engellememiş olması gibi.

Fakat Amerikan yurttaşı olarak, günümüzde Gazze’deki savaşın finansmanına ABD’nin katkıda bulunma şeklini ve benim ülkem kaynaklı silâh teslîmâtına izin vermesini protesto etmek boynumun borcudur. Amerikan yurttaşı olarak, bu katliamların ve soykırım politikalarının bizi doğrudan ilgilendirmediğine hükmetmek imkânsız. İsrail’in verdiği karşılığın dehşet verici sonuçları olacağına inanıyorum.

İnsanlar Gazze’de açlıktan ölürken derhal ateşkes sağlanması için savaşıyorum yani; özellikle de 26 Ocak’ta Uluslararası Adâlet Divânı’nın İsrail’den, “soykırım konvansiyonu uygulama alanına giren her türlü eylemde bulunulmasını engellemek” için önlemler almasını isteyen ihtiyâtî tedbir karârından sonra.  

Basın Özgürlüğü Vakfı’nın kurucularındansınız. Bu vakıf kısa süre önce Biden yönetimine, onlarca Filistinli gazetecinin öldürülmesini kınayan ve uluslararası gazetecilerin Gazze’de olup bitenleri gerçekten belgeleyebilmelerinin sağlanmasını isteyen bir mektup yazdı. Devlet iktidarları tarafından haberlerin denetiminde yeni bir eşik mi aşıldı?

Gazze’de işlenen tüm hunharlıklar arasında, benim için en beterlerinden biri gazeteci sûikastleridir; bugüne kadar benzeri görülmemiş sayıda gazeteci öldürüldü. Uluslararası gazetecilere gelince, sâhaya ve habere erişimden mahrumlar.

Irak’taki yönetimin düzenlediği ilk seçim üzerine olan filmim My Country, My Country’yi yaptığım zaman, Amerikan ordusundan bir izin almam gerekmişti. Film yönetmeni olmakla birlikte, “hacker” rûhum olduğu için, bir generalin teorik olarak girmemem gereken ordu toplantılarını filme çekmem için verdiği bir kâğıt parçasını kullanıp uzun süre orada kalarak bir tür “hack’leme”yi becermiştim.

Gazze’de, oraya sâdece İsrail ordusunun denetimi altında ve yalnızca birkaç saatliğine gidebilen Batılı gazetecilerin sâhaya erişimleri daha da zor.

Bağımsız ve hareketlerinde özgür bir basının tam da orada olup biten her şeyi belgelemek için Gazze’ye gidebilmesine ihtiyâcımız var. Biden’ın İsrail’e desteğinin derinliği ve kayıtsız şartsızlığı ölçüsünde fazla yanılsamaya kapılmasak da, Biden yönetimine mektup yazmadaki kastımız buydu.  

Yıllar boyunca, sistemli bir biçimde gözetim altında tutuldunuz ve her sınır geçişinizde kontrol edildiniz. Bugün artık durum böyle değil. ABD iktidârının sizi rahat bırakmaya karar verdiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa Devlet Aklı/Hikmet-i Hükûmet hiç unutmuyor mu?

Citizenfour filmini farklı festivallerde göstermek için çok yolculuk yaptım. Saraybosna’dan New York’a dönüşümde Viyana’da aktarma yapmam gerekiyordu; bir hoparlörden adım yankılandı, Viyana Havaalanı’nın güvenlik şefi beni bir kamyonete bindirdi ve X ışınlı aygıtlarla dolu bir mıntıkaya götürdü…Hükûmetimin gözünde “büyük tehdit” oluşturduğum açıklandı bana orada. Oradan sonra, ardı arkası kesilmedi bunun ve ABD’ye her girişimde ya da çıkışımda, saatlerce sorgulanarak ve malzemelerime el konularak denetlendim. Bu öyle bir noktaya gelmişti ki uzun süre Berlin’de yaşamak zorunda kaldım.

Edward Snowden Citizenfour filminde. © Haut et Court

Julian Assange’a bugün hâlâ çektirilen azap; yıllar boyunca Londra’daki Ekvador Büyükelçiliği’nin bir odasında yaşadıktan sonra hapsedilmesi, sınırdışı edilmekten ve Amerikan yönetiminin suç teşkil eden uygulamalarını ihbar etmiş olduğu için ABD’de âdil olmayan bir şekilde yargılanmak zorunda kalmaktan korkması, ABD’nin düşman gördüğü kişilere hiç huzur vermediğini gösteriyor. Devletin hâfızası vardır ve muhâlifleri rahat bırakmaz.

Gözetim ve baskı altına alınmam, bilgi uçurucusu/whistleblower Edward Snowden ile gazeteci Glenn Greenwald’la birlikte NSA’in casusluk uygulamalarını açığa çıkarmamıza misillemenin geldiği, bir “yurtiçi terörizm”in gelişmesi üzerine karşılıklı ithamların uçuştuğu bir anda oldu.

O zamandan beri, Oscar, Altın Arslan ve Pulitzer ödüllerini almış olmam kuşkusuz beni daha çok koruyor; fakat gri ve sessiz bir mıntıkada kalıyorum — yolculuk yapmama engel olmuyorlar, ama beni gözetim altında tutmayı sürdürüyorlar. Amerikan iktidârının beni hiçbir zaman tam olarak unutmayacağını ve bütün iletişimlerimi korumayı sürdürmek zorunda olduğumu biliyorum.

Biden yönetimine yönelttiğiniz eleştirilere karşın, tüm tehlikelerin yılı olan bu 2024 yılında Beyaz Saray’da bir değişimden korkuyor musunuz? Yoksa, muhâlifleri gözetim ve yıldırma husûsunda Demokratlar’la Cumhuriyetçiler arasında fark yok mu?

Trump’ın tekrar iktidâra geldiğini görme perspektifi hiç kuşkusuz dehşet verici. Ama Julian Assange’ın ya da benim gibilerin casusluk konusunda Demokratlar’ın yürütmüş olduğu uygulamalara ve politikalara pek sevinecek hâlimiz yok. Biden iyi bir aday değil, kaybedecek.

Acaba Biden’ın kullandığı bir arabaya çocuklarınızı bindirir misiniz? Herhalde bindirmezsiniz. Her ne kadar hepsi gidip Trump’a oy vermeyecek de olsalar, çok sayıda Amerikan yurttaşı bugün böyle mantık yürütüyor. Gazze’de ABD’nin parası ve silâhlarıyla yürütülen savaşa destek olan biri için oy vermeyecekler de çok var tabiî.

Yirmi yıldır farklı filmlerle incelediğiniz ABD iktidârının niteliğinde bir evrim görüyor musunuz yine de?

Georges Bush, gizli emirler ve radikalleşmiş bir yürütme erkinin mutlak tahkîmâtından ibâret bir duruma sürüklemişti bizi. Öyle ki görev döneminin sonunda, onun “teröre karşı savaş”ının mîmarları olmuş olan başlıca yardımcıları, Avrupa’ya giden bir uçağa, tutuklanma korkusuyla binemiyorlardı. Yapmış olduklarının derinlemesine yasadışı olduğunu mükemmelen bildiklerini düşünüyorum.

Bush döneminden bir kopuş yerine, Demokratlar’la birlikte daha beterin kurumlaşmasına ve normalleşmesine tanık olduk.

Obama’nın Beyaz Saray’a geldiğindeki kampanya vaatleri güyâ bu keyfîliğe son vermek üzerineydi. Duruşmalar yürütmek, hakîkat ve uzlaşma komisyonları kurmak, o dönemin sorumlularına yaptıklarının bedelini üstlendirmek yerine, yerleşik refleksleri ayakta tuttu, hiçbir aksaklığı ortadan kaldırmadı ve hattâ 11 Eylül sonrası mantık içinde, başta insansız hava araçlarıyla suikastlar olmak üzere yeni programlar yarattı.

Bush ile Obama arasında farklar olmadığı anlamına gelmiyor bu. Bush, akıllara durgunluk verecek derecede bir savaş suçlusudur. Ama onun kitaplar yazmasına, her tarafa dâvet edilmesine engel olmuyor bu. Oysa, Sackler Âilesi gibi, uzak durulması gereken kişi hâline gelmeliydi ve onunla birlikte kamuoyu önüne çıkmaya hiç kimse cesâret edememeliydi. Ama Bush döneminden bir kopuş yerine, Demokratlar’la birlikte en beterin kurumlaşmasına ve normalleşmesine tanık olduk.

Bugün otoriter mantıkların ve benzeri görülmemiş sermâye yoğunlaşmalarının tehdidi altında olan sağlıklı bir demokratik ekosisteme, bağımsız bir basının ne kadar bağımlı olduğunu biliyoruz. Fakat özellikle bilişim anlamındaki karşı-iktidarlar da yirmi yıl öncesine nazaran daha önemli hâle gelmedi mi?

Yurttaş gazeteciliği yapanların sayısı artık çok arttı ve bu çok şey değiştiriyor. Şu sırada, uluslararası gazetecilerin yokluğunun ve Filistinli gazetecilerin hedef alınmasının telâfîsini sağlayan, gazeteci olmayan kişilerin çektikleri görüntülerle Gazze’de bile görüyoruz bunu.

Benim de kendimi içinde gördüğüm cinéma direct (doğrudan sinema) geleneği, daha esnek ve hareketli yeni teknolojilerle çözülmeye uğradı; dijital teknolojiler o kadar ilerledi ki yeni bilgilenme yollarını kolaylaştırdı bu. Yoksa anaakım/mainstream medya bir sabah uyandı da, “Filistinliler’in başına gelenlerle ya da siyâhî kişilere karşı polis şiddetiyle daha çok ilgileneyim” demedi.

Bu konuların ve görüntülerinin anaakım/mainstream medyada yer bulması için, o videoların umursamazlık duvarını delmesi ve görüntüleri burunlarına dayaması gerekti. Dolayısıyla târihi belgeleyen ve iktidârın bekçi köpeklerini müşkül durumda bırakarak alışılagelmiş anlatıları rahatsız eden elverişli bir dinamik mevcut. Ama iktidarların da teknoloji konusunda büyük ilerlemeler katettiklerinin bilincinde olmak gerek.

Julian Assange’ın hem kendisine hem gazetecilik çalışmasının önemine revâ görülen yazgıyı her zaman kınadınız; ama Wikileaks’e ve kurucusuna hasrettiğiniz filminiz Risk, bu şahsın sizde uyandırdığı çeşitli kuşkuları da gizlemiyor. Neden?

Julian ile aramızda anlaşmazlıklar oldu, ama onun çalışmalarıyla ilgili değildi bunlar. Dünya prömiyerinden sonra filmimin kurgusunda önemli değişiklikler yapmış olmam, ona karşı yöneltilen cinsel saldırı iddialarına bağlı nedenlerdendi. Bu soruları ele almadan filmi piyasaya çıkarmak imkânsız göründü bana — ki bu da, hayli zorluklarla, kurguyu yeniden yapmamı îcap ettirdi. Portresini çıkarmak karmaşık bir işti, çünkü onun demokratik gazetecilik çalışması beni iknâ ediyordu ve İsveç’e giderse sınırdışı edilerek ABD’ye gönderilmekten korkmasını anlıyordum.

Julian Assange’dan, ya da The Oath filminizde Bin Ladin’in eski koruması taksi şoförü Ebu Jandal’dan görüyoruz ki, muğlak demesek de bulanık profilli tipler ilginizi çekiyor gibi. Filmlerinizde aktardığınız kavgalar daha ziyâde berrak olsa da, bu bulanık profil tipinde sizi cezbeden bir şey mi var?

Yemen’e gittiğimde, baştaki fikrim, serbest bırakılmış eski Guantanamo mahpuslarıyla görüşebilmekti. Ama ne kadar karizmatikse o kadar da güvenilmez biri olan Ebu Jandal ile karşılaştığımda filmin yönü değişti. Bin Ladin’e bağlılık yeminini bozmayı kabul edip bâzı bilgiler verdiği için Guantanamo’ya gönderilmemişti; bunun için işkenceye girişmelerine de gerek olmamıştı, oysa Guantanamo’da çok sayıda mâsum kişi işkencelere uğramıştı.

Bu kişinin güzergâhının karmaşıklığı ve şahsiyeti büyülüyordu beni, bu doğru. Ama bir belgesel yönetmenini bir kurgu sinemacısından ayırt eden de budur: Gerçeğin size sunduğuyla bir şey yapmak zorundasınızdır ve çoğu zaman karşınıza muğlak durumlar ve kişilikler çıkar. Kurguda olduğu gibi yüzde yüz “kötü adam”, ya da aksine kahraman portreleri çıkaramazsınız.

Belgesel sinemada nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Kanapede oturan kişilerle görüşmeler yapmaktan kaçınıyorum. Benim ilgimi çeken, hareketliliktir. Bu yüzden çektiğim filmlerin çoğunun görüntüsünü, hattâ sesini kendim yapıyorum; Jean Rouch’tan Frederick Wiseman’a, bu arada D.A. Pennebaker’ı da unutmayalım, doğrudan sinema (cinéma direct) ya da hakîkat sineması (cinéma vérité) geleneği içinde kahramanlarıma gerçek zamanda daha yakın olmak için bu.

Filmlerimin bir başı, bir ortası ve bir sonu var; ama çekmeye başladığımda filmin beni nereye götüreceğini hiç bilmiyorum. Hattâ filmlerimde baş kahramanın kim olacağını çoğu zaman önceden bilmediğim olur. Kendimi sinema yönetmeni diye tanımlıyorum, ama benim yaklaşmaya kalkıştığım sâhalarda öyle bir âciliyet oluyor ki, en hızlı şekilde tepki vermek gerekiyor; meselâ Snowden’la da olduğu gibi, güçlü erkler tarafından ortadan kaldırılma korkusu yaşayan bir anonim kaynakla görüşmek için Hong Kong’a gitmek gerekiyor.

Filmlerdeki varlığınız bir filmden diğerine aynı değil. Nasıl belirliyorsunuz bunu?

Meselâ Irak’ta My Country, My Country’yi çektiğim vakit, etrâfında, ama yeterince uzakta patlamalar olan, savaş hâlindeki bir ülkenin merkezine yerleşmiş, kafasına bir miğfer geçirmiş ve çelik yelek giymiş bir gazeteciyi gösteren yaygın pozdan kaçınmak için, kamerayı tutan kişiyle ilgilenilmesinden kaçınmak istiyordum. The Oath ile birlikte, Ebu Jandal ile kurulan diyalog, kameranın ardındaki yerimi tâyin eden “dördüncü duvar”da çatlamalara neden oldu.

Varlığımı görüntüde değil ama dış sesle üstlenme karârını Citizenfour ile aldım; çünkü o öykünün bir parçasıydım, Edward Snowden’ın anonim mail’lerini gönderdiği kişiydim. Citizenfour’dan önce, bütün filmlerim iktidar ve iktidar istismârının eleştirisiyle özetleniyordu. Ama bu filmde farklıydı; çünkü uluslararası yankıları olacak bir dâvânın ifşâsına katkıda bulunuyordu ve üretilmekte olunan şeyin hem fâili hem belgeleyicisiydim.

Her halükârda çektiğim filmler iktidar ilişkilerini merkeze koyduğundan, onları çekerken kesin duruşum ve kahramanlarıma yaşatabileceğim muhtemel riskler üzerine kafa yormadığımı iddia etmek safça olurdu.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.