Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haftaya Bakış (204): Yerel seçimlere bir ay kaldı | Emekliye zam tartışması | Türkiye Gazze’yi unuttu

Yerel seçimlere bir ay kaldı. Siyasi partilerin seçim kampanyaları hız kesmeden devam ediyor. Gözler İstanbul’daki seçim yarışında. İstanbul’da AKP’nin adayı Murat Kurum ve CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu arasında yarış sürüyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CHP lideri Özgür Özel’in emeklilere seyyanen 7 bin TL zam yapılması çağrısına cevap verdi. En düşük emekli maaşının 10 bin TL olmasının yeterli olmadığını kabul eden Erdoğan, Özel’in önerdiği zammın ise 11 trilyon liralık bütçeye 1,4 trilyon lira yük getireceğini söyledi. Erdoğan, Özel’in teklifine ilişkin, “Onlar sadece istismar ve bozgunculuk peşinde koşuyor. Ne ülke ne millet ne de emeklilerimiz umurlarında” dedi.

İsrail, abluka altındaki Gazze’ye havadan ve karadan saldırmaya ve bu saldırılarda da sivil-militan ayrımı gözetmemeye devam ediyor. Açlıkla boğuşan Gazze’nin kuzeyine götürülen yardımı bekleyen kalabalığa İsrail birliklerinin ateş açması sonucu en az 110 Filistinli öldürüldü. Saldırıya Türkiye çok sert tepki gösterdi, İsrail’i “insanlığa karşı suç” işlemekle suçladı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın 29 Şubat’ta yayımladığı açıklamada İsrail’in insanlığa karşı suç işlediğini ve işlemeye devam ettiğini söyledi. Açıklamada “Gazzelileri açlığa mahkum eden İsrail’in, bu defa yardım kuyruğundaki masum sivilleri hedef alması, Filistin halkını bilinçli biçimde ve toplu olarak yok etmeyi hedeflediğinin delilidir” denildi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta yerel seçimleri, emekliye zam tartışmalarını ve Gazze’deki son durumu değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba. İyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Seçime bir ay kaldı. Gözler İstanbul’da, Murat Kurum ile Ekrem İmamoğlu’nun yarışında. İkisi de ayrı ayrı faaliyetteler. Onlara gelmeden önce, bugün sabah saatlerinde İstanbul’da iki partinin basın toplantısı vardı. DEM Parti, İBB Eş Başkan adayları Meral Danış Beştaşve Murat Çepni ile birlikte İstanbul seçim beyannâmesini açıkladı. İYİ Parti İBB adayı Buğra Kavuncu ise medyayla kahvaltılı basın toplantısı yaptı. DEM Parti’nin toplantısına medyadan çok az insan katılmış, onların da kimler olabileceğini tahmin edebiliriz. Ama Buğra Kavuncu’nun dâvetinde çok sayıda gazeteci varmış. Bunların da hatırı sayılır bir bölümü iktidâra yakın medyadanmış. 

DEM Parti’nin öyle bir acı bir durumu var ki. İstanbul’da aday çıkardığı için muhâlif bilinen medya ondan uzak duruyor. İktidar medyası da zâten DEM Parti ile yan yana gözüküp, haber yapmak istemiyor. Çok yalnız kaldılar o anlamda. İktidar medyasının Buğra Kavuncu’ya ilgisi ne derece medyaya yansıtılır bilmiyorum ama, en azından “İYİ Parti ne kadar çok oy alırsa, Ekrem İmamoğlu o kadar zorlanır” gibi bir beklentileri var. 

Benim dikkatimi çeken bir husus da, Murat Kurum bir ara “Beka” ve “Kandil İttifâkı” söylemiyle doğrudan Ekrem İmamoğlu’na çatıyordu. Şimdi tekrar ilk günlerine dönmüş. Onda böyle bir istikrarsızlık görüyorum. Tabiî biz gazeteci olduğumuz için bunları tâkip ediyoruz; ama seçmen ya da vatandaş bunları adım adım tâkip etmiyor, önüne düştükçe görüyor. Ortada nasıl bir strateji olduğunu anlamak için baktığım zaman, bir kafa karışıklığı görüyorum açıkçası. Ekrem İmamoğlu’nda, Murat Kurum’u küçümseyen, Erdoğan’ı doğrudan muhâtap alan bir yaklaşım var. Bu konuyu ayrıca daha geniş ele almayı düşünüyorum, ama çok da yanlış değil sanki.

Kemal Can: Ben aynı fikirde değilim. Cumartesi günkü “Hafta Sonu” yazısında da bunu yazacağım. Burada 2019’un tam tersi bir durum var aslında, biraz ondan bahsederiz. “Kim kimin rakibi, kim kimi yenecek?” meselesinde bir kafa karışıklığı var. Bence Erdoğan bilinçli olarak, Ekrem İmamoğlu’nu, zayıf olan Murat Kurum’un karşısından alıp kendi karşısına yerleştirmeye çalışıyor. Ekrem İmamoğlu da misyonu gereği biraz buna heves ediyor, aslında mecbur kalıyor. Daha kolay ve zayıf bir adayı yenmek gibi bir seçenek varken, İmamoğlu, zorlu bir adayla yarışa çıkıyormuş görüntüsü veriyor.

Bu, kişisel kariyeri ve 1 Nisan misyonu açısından bir avantaj; ama İstanbul seçimi açısından baktığında, 2019 formülünün tersi. Çünkü 2019’da muhâlefet, Erdoğan’ı muhâtap almayarak kazanmıştı seçimi. O zaman Binali Yıldırım çok kolay bir rakipti yerel ölçekte. Diğer yerlerde de öyle. Yerel ölçekten çok kolay seçimi almışlardı. Şimdi, İstanbul özelinde böyle bir zorluk var. Bunun ne kadar artı ne kadar eksi getireceğini süreç ve kampanyanın derinliği gösterecek. Onun için ben, “İmamoğlu doğru mu yapıyor, yanlış mı yapıyor?” konusunda biraz farklı düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Yazını okuruz. Ben de yarına böyle bir yayın yapmayı düşünüyorum. Bana sanki İmamoğlu’nun stratejisi daha akıllıca geliyor. Çünkü artık kendisinin iktidârı var. Eskiden bilinmeyen bir isimdi. Şimdi hem bir siyâsî yönü var hem de karşısında siyâsî olamayan bir aday var. Bunu bir avantaja çevirmeye çalışıyor.

Şu âna kadar duyduğum, epeyce kamuoyu araştırması gördüğünü söyleyen insanlar var; bir tarafta da, “Artık kamuoyu araştırmasına inanmamak lâzım” diyen çok sayıda insan da var. Ama hemen hemen herkesi söylediği, birisi bir iki puan önde, diğeri bir iki puan geride, DEM Parti’nin, İYİ Parti’nin, Zafer Partisi’nin ve Yeniden Refah Partisi’nin İstanbul’da birbirlerine yakın oylar alacağı yolunda rivâyetler var. Ekrem İmamoğlu’yla Murat Kurum arasındaki yarış bir-iki puan farkla ikisinden birinin lehine ya da aleyhine sonuçlanırsa, aslında seçim sonucunu diğer partiler belirlemiş olacak. Diyelim ki Murat Kurum iki puanla kaybederse, Yeniden Refah Partisi’nin aldığı oya bakacağız. Üç puan almışsa, “Oylarını verselerdi Murat Kurum kazanacaktı” diyeceğiz. Ya da İmamoğlu iki puanla kaybederse ve DEM Parti 4 puan almışsa, “DEM Parti aday çıkardığı için İmamoğlu kaybetti” diyeceğiz. Aslında olay iki kişi arasında geçen bir seçim gibi görünse de, kazanamayacak olan adayların oldukça fazla ağırlığı olacak bir seçim söz konusu.

Kemal Can: Evet. Çünkü kazanma ihtimâli düşük olan, ama verecekleri oylar ile sonucu belirleyecek olan küçük aktörler, oy toplaşmasını engelleyebildikleri ölçüde sonucu belirleyici olacaklar. Seçmen stratejik oy davranışını gösterirse, bırak mesaj vermeyi, “Kimin kazanma ihtimâli yüksekse biz onun etrâfında toplanalım” diyebilir. Senelerdir olan bu “stratejik oy” refleksi bu sefer de tekrarlanırsa, diğer küçük partilere gidecek oy azalacak. Ama o hava oluşamazsa, o adayların oynadıkları çevrelere göre toplayacakları yekûn büyüyecek. Zâten şu anda iş orada şekilleniyor. CHP ve AK Parti’nin, yani Cumhur İttifâkı’nın kendi potansiyeli olan kilitlenmiş oyları var. Onun dışında da, kararsız ve diğer partilerin, potansiyellerinin ne kadarını tutacaklarını ya da ne kadarının bu stratejik oylarla kaybedeceklerini gösteren, seçimin sonucunu tâyin edecek asıl mesele olacak. 

Senin de biraz önce işâret ettiğin gibi, Murat Kurum sonradan kampanyasında “Kandil İttifâkı” ve “beka” söylemleriyle, o hatta girdi. İlk başlarda çok teknik olarak yürütüyordu kampanyasını; “Hiç bu işlere girmeyeceğim” havasındaydı.  Sonra, orada bir yetersizlik olunca, o konulara girdi. Ama burada da söylemlerin karşılığı oluşmadığı için, aslında kişi olarak Murat Kurum’un kampanyasında hâlâ belirsizlik var. Ama iktidârın strateji açısından, Erdoğan’ın çizdiği çerçevede iki konunun belirginleştiğini düşünüyorum. Bir tânesi, kentsel dönüşüm meselesi. Kent rantı meselesini yeniden ihyâ eden ve senelerdir AK Partiye seçim kazandırmış bir paylaşım modelini, yani inşaat ve kent rantı üzerinden işleyen birikim modelini ihyâ edip, yeniden bir dağıtım ağı üretileceğine ilişkin vaat. Murat Kurum da bunun temsilcisi. İkincisi, Hatay’da başlayıp Ordu’da devam ettiği, “Hizmet istiyorsanız bize oy verin. Bunun yolu bu” söylemi. “Merkezî yönetimle farklılaşan bir yerel yönetimin pek bir şansı yok.” Bu iki konu da, seçmenin beka veya başka konulardaki teyakkuzuna değil de, uyanıklığına hitap eden, “Benimle berâber kazanmaya devam etme” fikrine çağıran bir strateji yürütüyor. Bence ana ağırlık bu olmaya devam edecek. 

Bunun yanına, zâten hep çalışan iki tema daha ekleniyor. Birisi, bu “DEM’lenme” ve “beka” meselesi. Yani, muhâlefetin tehlikelerini ya da belirli gruplara rahatsız edici gelen taraflarını işâret etmek. İkincisi, muhâlefetin zayıflığını ve iç sorunlarını kaşımak. Meselâ bu seçimde Erdoğan, hiç olmadığı kadar özellikle CHP’nin içine konuşuyor. Erdoğan, neredeyse her konuşmasında buna değiniyor. “Kılıçdaroğlu’nu hançerlediler, birbirlerine şunu yaptılar, aralarında gerilim var” stratejisini işliyor. Daha önce Altılı Masa için yaptığı “beş benzemez” söylemini, bu sefer CHP’nin içine yönelik söylüyor. İYİ Parti ve diğer partilere pek dokunmuyor. Ama özellikle CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu gerilimi gibi bir şey inşâ ederek, o şeyi canlı tutmaya çalışıyor. Çünkü orada kırılgan bir alan gördü. Hatırlarsan, geçen yılki seçimde, muhâlefetin içine oynamasının katkısını gördüğü için buna devam ediyor. Bu da böyle çalışacak.

Muhâlefetin bunun karşısında geliştirdiği strateji, 2019’dan epeyce farklı. Birkaç nedenle farklı: Birincisi, muhâlefet, büyükşehirlerde bir değişikliği değil, mevcûdu korumayı talep ediyor. İkincisi, İstanbul özelinde ve İmamoğlu özelinde, bu seçimi yerel bir seçim olarak kazanmanın sonrasına dâir bir vaadi de canlı tutmak zorunda. İşte, demin konuştuğumuz o mesele burada gündeme geliyor. İmamoğlu kaçınılmaz olarak, “Murat Kurum benim muhâtabım değil. Benim asıl yeneceğim başkası” diyerek zorlu bir rakibin karşısında meydan okumaya çıkıyor. Oradaki yarış daha sert.

Ama hatırlarsan, 2019 seçiminde, Erdoğan Ekrem İmamoğlu’ndan hiç bahsetmiyordu; onu yok farz ediyordu. Şimdiyse, sürekli Ekrem İmamoğlu’nu muhâtap alıyor ve onu karşısına yerleştirmek istiyor. Dolayısıyla, Murat Kurum’la Ekrem İmamoğlu’nu karşı karşıya getirip, zayıf olan Murat Kurum’un kolay yenilmesini sağlamak yerine, kendisini Ekrem İmamoğlu ile eşleştiriyor. 

Muhâlefet tarafından bakarsak: 2019’da muhâlefet Erdoğan’la hiç muhâtap olmamıştı. Hattâ pek çok uzman ve yorumcu, muhâlefet o topa girmediği için, yerel ölçekte bir kampanya yürüttüğü için, bunu seçimin başarısının formülü olarak gördüklerini söylemişlerdi. Şimdi böyle bir zorlukla karşı karşıya. Ama Ekrem İmamoğlu’nun bundan kaçınması da mümkün değil. Çünkü o bunun heveslisi olsun ya da olmasın, kendisine yüklenen misyonda, Erdoğan’ı yenilebilme ihtimâliyle bir denklik kuruluyor. Dolayısıyla, Erdoğan doğal rakibi gibi kodlanıyor. İmamoğlu başlarda bu topa girmedi. Bir süre hizmetlerinden, yaptıklarından bahsederek yürüttü kampanyasını. Ama son günlerde Erdoğan’ın bu “gel gel” stratejisine giriyor. Dolayısıyla, 2019’la paralellik kurmakta zorluk var. 

Ruşen Çakır: Ben senin yarınki yazını okuyup buna bir cevap yayını yapayım. Çünkü pazar günü Ekrem İmamoğlu ve Kürt meselesi ile ilgili bir şey yazmayı düşünüyorum, onu ayrıca konuşuruz.

Emeklilere zam konusuyla devam edelim. Biz emeklilere seyyânen zam yokmuş. Erdoğan bizim oyumuzu kaybetti. Şimdi Erdoğan birtakım rakamlar verdi. Seyyânen zamma karşı, ama iyileştirme yapmak gerekli olduğunu söyleyerek de kapıyı aralık bıraktı. Belli ki Mehmet Şimşek ve ekibi onu bayağı uyarıyorlar, belki de yalvarıyorlardır bilmiyorum. Çünkü seçim ekonomisi anlamına gelecek böyle bir şey yaparsa… Çünkü sürekli “Ekonomi iyi gidiyor”’ havası yaratıyorlar ya; onun bozulmasından bir telâşa kapılmışlar. Ama Devlet Bahçeli zam yapılacağını söyledi. 

Biz “Erdoğan seyyânen zamma kapıyı kapattı” haberini paylaştığımız zaman, okuyucuların tepkisi şöyle oluyor: “Hep böyle yapar, son anda bir şeyler verir”. Hattâ en çok, “Oyunu hiç etkilemez. Zam vermese de oyları azalmaz. Hattâ oyu 8 puan artar” diyenler de çıkıyor. Hani şu meşhur “Boş tencere iktidar götürür” söyleminin çoktan rafa kalktığını görüyoruz da, olayın emekliye kitlenmiş olması da çok ilginç. Aslında asgarî ücretle çalışan kişilerin de çok şikâyeti var; ama en çok tepki emeklilerden geliyor. Tabiî en düşük emekli aylığı 10 bin TL olunca, sçıkçası, “Bu zam meselesi Erdoğan’ı kötü etkiler” diyemiyorum, çünkü şu âna kadar benzer çok olay yaşadık, hiçbir şey olmadı.

Kemal Can: Evet. Geçen seçimde de gördüğümüz gibi, ekonomik oy verme davranışının, seçmen eğilimlerini tamâmen belirlediğini görmüyoruz. Öyle olsaydı, bu kadar sert bir krizin siyâsî sonuçları böyle olmazdı. Bu bir veri. Dolayısıyla bugün için de geçerli bu. Ama geçen seçimde de, pek çok vaadini, seçimden önce gerçekleştirmek yerine, seçimden sonra bir ihtimal olarak tuttu. Buna “Mülâkatı kaldıracağız” lâfı bile dâhil. Şimdi bu ay, son bir yılın rekor sayılabilecek enflasyon oranının çıkma ihtimâlinden bahsediliyor. Dolayısıyla bu durum bir sürü faktörü de etkileyecek. Mehmet Şimşek’in ve genellikle piyasa yapıcıların dikkatle baktıkları bir şey bu. Dolayısıyla, şu anda birtakım göstergeleri bozan, “İdâre ediyoruz ve yavaş yavaş düzlüğe çıkıyoruz” görüntüsünü bozan bir şeye çok ihtiyâcı yok. Getirisi bakımından baktığında, aslında emekliler en kolay harcanabilen kesim. Emeklilerin sırtta yük olduğu fikri, sâdece iktidârın düşündüğü bir şey değil. Seçmenin kaba çıkarcı bir uyanıklığına mesaj gönderiyor Erdoğan. Kendini cin sanan birtakım aklı evveller, “ageism” (yaş ayrımcılığı) yaparak, “Bu emekliler zâten sırtımızda yük” diye…

Ruşen Çakır: Emekliye zam yaparsa diğerlerinden oy kaybedebilir mi demek istiyorsun?

Kemal Can: Evet. Emekli en kolay harcanabilecek kesim. “Zâten bunlar üstümüzde yük, biz çalışıyoruz bunları besliyoruz” düşüncesi on yıldır yerleştirilmiş bir düşünce. Bütün dünyada, neredeyse ekonomik verimliliği bitmiş insanların hayatta kalmasının bile çok anlamı olmadığını düşünen bir yaklaşım var. Dolayısıyla, nüfus ve siyâsî etkinlik olarak emekliler kolay harcanabilen bir kesim. Emekliler dışındaki kesimler de emeklilere yapılanlara bakıp, “Emeklilerde bu tercihi kullanıyorsa bizim için nasıl tercihler kullanır?” gibi bir kıyaslama ve neden-sonuç ilişkisi kurmuyor. Bu “kaba bencillik” ya da “kaba çıkarcılık” denilen şey, sınıfsal çıkarın ne olduğunu algılamakla ilgili bir problemi de içeriyor. Bunun, tıpkı, yabancı işçiler ülkeden giderse Almanya’nın refâhı artacak zanneden, oradaki ırkçı yükselişten bir farkı yok. Çünkü refah için fazla yüklerden kurtulmak lâzım. Dolayısıyla, “Bu emeklileri…” kolaycılığı var. Ortalama muhâlif görünen liberal kalemlerin, çoğu zaman emeklilik, erken emeklilik, emeklilere zam meselelerine ilişkin, bu iktidardan ya da Erdoğan’ın söylediklerinden farklı şeyler söylemediğine çok kez tanık olduk.

Ruşen Çakır: Son olarak Gazze’den bahsedelim. Dün yine bir katliam yaşandı. 100’ü aşkın kişi yardım kuyruğunda hayâtını kaybetti. Dışişleri Bakanlığı olayı çok sert kınadı. Ama o kadar. Artık Starbucks bile basmıyor kimse. Ben bu konuyu, özel ilgi alanıma girdiği için daha sonra kapsamlı şekilde değerlendireceğim. Bir de şunu görüyorum: “İktidar bu konuda niye hiçbir şey yapmıyor? İsrail’e giden ticârî gemiler devam ediyor” diyenler var. İlk günlerde bir iki boykot çağrısı yapıldı, İncirlik’in önüne gidenler oldu, Gösteriler yapıldı. Sonra Erdoğan büyük bir miting yaptı ve bence orada gazı aldı ve konu bitti. 

Şimdi Gazze konusunda iktidar yanlısı yayınlarda, “Gazze meselesinde iktidâra yüklenenler, böyle konuşanlar İran’cı. Zâten İran da emperyalizmin kuklası” diye yazılıyor ve konuyu başka bir yere taşımaya çalışıyorlar. “Beni alma, onu al” hikâyesi gibi. “Hamas zâten İran’ın oyununa geldi. Bunlara İran neden oldu” demiyorlar. Hem bir taraftan Hamas kutsal, dokunulmaz ve özgürlük savaşçıları olarak lanse ediliyor. Hem de İran kötü, hattâ kötünün de ötesinde, bir şeytan olarak gösteriliyor. Bu arada da çok ciddî bir şekilde mezhepçilik yapılıyor. 

Türkiye’de, İslâmcı cemaatlerin büyük bir kısmında mezhep meselesi vardı, ama istisnâlar dışında bu çok yüksek dile getirilmezdi. Ama gençlik kesimlerinde “mezhepler üstü takılma” vardı. Bu mesele aslında Suriye ile daha çok dile getirilir oldu. Şimdi olay artık Gazze’yi aştı, İran’a tavır almak gibi garip bir yere dönüştü. Sonuçta, devlet olarak Türkiye’ye ve sürekli Gazze’de soykırım yapıldığını söyleyenlere baktığımızda, aslında yaptıkları hiçbir şey yok. Yardım yolladıklarını söyleseler de bunları nasıl yaptıkları hâlâ belli değil. 

Kemal Can: Bir de, “Söyletmeyin bize” şeklinde bir gizem bulutu içerisinde olağanüstü şeyler yaptıklarını düşündürtüyorlar.

Ruşen Çakır: Yardım yollamak güzel bir şey, ama yardım kuyruğunda insanların katledildiği bir yerden bahsediyoruz. Gazze’deki katliamlar karşısında zehir zemberek konuşan, ama sonra “Ne yapabiliriz ki?” diye duran ve aslında artık onu da söylememeye çalışan, İsrail’in her yeni katliamıyla birlikte mecbûren konuşan bir kesim var. Evet, Gazze’de çok büyük acılar yaşanıyor. Burada yaşananlar ise acı değil bambaşka bir şey. Sözüm ona Filistin Dâvâsı’nı savunma iddiasındaki insanların yapıp ettiklerine baktığım zaman tiksiniyorum. 

Kemal Can: Gazze meselesinde, Filistin ve İsrail olayının bu son merhalesinde Batı’nın tutumu çok eleştirildi biliyorsun. Batı bu konuda ikiyüzlü bile değil, gerçek yüzünü gösteren iğrenç bir tutum aldı ve hâlâ da o pozisyonunu değiştirmiş değil. Ama buna rağmen, devletler seviyesinde o tavrı alan Batı’da bile, medyasından akademisine, gündelik siyâsî tartışmalara kadar çok daha canlı bir tartışma var. Olay hâlâ açık bir yara olarak gündemde.

Ruşen Çakır: Kendini yakan asker var.

Kemal Can: Evet. Bırakalım İslâm dünyasının, ümmetin ne reaksiyon verdiğine, onunla kıyaslandığında bile çok geride bir durum. “One minute”dan sonra, Güney Afrika’nın İsrail’i yargılatmasıyla kıyaslarsan, çok geri bir noktada. Ama buradaki problem şu: “Biz aslında bunu çok dile getirmiyoruz, ama çok da acayip işler yapıyoruz. Fazla gürültüsünü yapmayın” havasıyla halletmeye çalışıyorlar. Velev ki Gazze’nin içinde askerî dâhil operasyon yapıyorsunuz ve çok acayip bir destek veriyorsunuz direnişe. Yaşanan bu büyük dram karşısında asıl önemli olan, İsrail’in durdurulmasıdır. Buradaki temel mesele, orada insanların ölerek ne kadar uzun süre direnebildiği değil. Temel mesele, İsrail’in durdurulması. Dolayısıyla her ne yapıyorsan, o yaptığınla ilgili test edilirsin. Bütün dünyanın testi de bu. Bütün yardım olanaklarını açın, oraya silâh dâhil sandıklar dolusu yardım atın, ama asıl mesele bu değil. Asıl mesele, zâlimin durdurulması meselesidir. Bu dünya ölçeğinde de, ülke ölçeğinde de böyledir. Politik etkinlik onun karşısında direnenlere verdiğiniz sözel ya da fiilî destek değil, bu zulmün durdurulması için ne yapabildiğinizdir. Kapasitenizi belirleyen şey budur.

Ruşen Çakır: Şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde biraz tavır değişikliği var. Seçim yaklaştığı için Biden, Müslüman ve sol seçmenin oylarını kaybetme telâşıyla, yeni yeni ateşkes konuşmaya başladı. “İnsânî Ara” gibi ucûbe lâflar ediyordu. Artık ateşkes Biden tarafından da telaffuz edilmeye başlandı. Orada birtakım hamleler var. Tabiî burada da, senin bahsettiğin, sivil toplumdaki mücâdelenin etkisi çok önemli. Biden, İsrail’e bu kadar kayıtsız şartsız angaje olduğu zaman içeride de bir şeyleri riske ettiğini gördü ve geri adım attı. Ama Türkiye’de riske edecek bir durum yok. Nasıl olsa insanların gazını alıyorsun, devlet eliyle miting de düzenliyorsun. Sosyal medyada tâkip ettiğim bâzı İslâmcı iddiasındaki isimler ve Gazze meselesine tepki gösteren isimlere bakıyorum, Gazze’ye destek için yaptıkları tek şey, Batı’daki faaliyetlerden bahsetmek. Meselâ kendini yakan Amerikalı askerin vasiyetnâmesi, bilmem neredeki profesörün yaptığı bir açıklama, Yahudi sinemacının belgeseli. Çoğunlukla bunları paylaşıyorlar.

Kemal Can: Ya da Batılı bâzı insanların yaptıkları kötülükler ve İsrail yanlısı tutumun ifşâsı.

Ruşen Çakır: İfşâ kısmı ayrı.AmaGazze’ye destek anlamında anlattıkları şeylerin yüzde 90’ı Batı’dan, hattâ İsrail’in içinden gelen Gazze’ye destek faaliyetleri. Hani “diğerkâmlık” diye bir lâf var, onu görüyorsun burada. Normalde Batılı bir akademisyenin umûrunda olmayabilir, ama bir hissiyatla, dünya bakışıyla yapıyor bunu. Ama bu tarafa bakıyorsun; kendisinden olmayan için bir şey yapmak bir yana, kendisinden olduğunu iddia ettiği kişi için de, boş boş, hiçbir etkisi olmayan lâflardan başka bir şey yapmıyor. “Türkiye’de öyle bir şey olacak ki İsrail ürkecek” havası yaratılmadı.

29 Ekim’den bir gün önce yapılan Büyük Filistin Mitingi’nde böyle bir şey olacağını bekledim açıkçası. Sâdece kalabalık toplandı, o kadar. Dünyada hiç kimse o mitingi konuşmadı. Belki o kadar kalabalık toplanmamıştır, bilmiyorum; ama bayağı kalabalıktı o miting. Erdoğan istese, o miting alanını tüm dünyanın radarına sokabilirdi. Sokmadı. Ajanslarda bir cümle bahsedilmiştir belki. Konuşuldu, edildi, başka hiçbir şey olmadı. Vazife savıldı yani. Acayip bir durum.

Kemal Can: Meselâ Sisi meselesi, Ukrayna meselesi, İsveç’in NATO üyeliği meselesinde ve başka olaylarda da Erdoğan’ın 180 derece dönüşlerini daha önce konuşmuştuk. Dış politikada bu tür manevralar, reel-politikanın gereklerini yapmak ve şartlara göre pozisyon almak, bir biçimde mâkul bahâneler hâline gelebiliyor. Ama Gazze meselesi böyle bir mesele değil. Çünkü bu, geçmişe dönük hesâbını sorup sormamakla ilgili bir mesele değil. Fiilen yaşanmakta olan, şu ândaki durumla ilgili. Sıcak ve açık, yaşanmakta olan bir şey yani.  Ümmet davasından tut, Filistin meselesi gibi dâvâlaştırılmış ve hâlâ sokaklarda “Netanyahu’nun adamları” diye sağa sola lâf atabildiğin bir düşüncenin sâhibi olma iddiasındakilerin bunu yapamaması çok şaşırtıcı bir durum. Bu, onların kendi içinde bir yüzleşme ya da sorgulama mevzûu olmuyor. Senin de söylediğin gibi, bu yine, başka türlü bir suçlamaya, “Uluslararası ayakları olan ‘nifak’ arayışları” söylemine kadar gidiyor. Sonuçta, bırak yüzleşmeyi, bu eleştirilerin muhâtabını bulamıyorsun. Böyle bir durum söz konusu.

Ruşen Çakır: Evet.Yine mağdur oluyorlar” diyelim ve burada noktalayalım. “Haftaya Bakış” bu hafta böyleydi. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.