Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Yeni(den) cumhuriyetçilik

Bugünün ağzıyla belki “denk gelişler” denilebilir: Elimde Hanioğlu’nun “Atatürk-Entelektüel Biyografi” kitabı var. Bin sayfalık “tuğlanın” yediyüzüncü sayfasına ulaşmış durumdayım. O arada, değerli bir dostumun ısrarlı önerisiyle Cercas’ın İspanya’daki 23 Şubat 1981 başarısız darbe sürecini işlediği “Bir Anın Anatomisi” belgesel-romanını da elime aldım. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin yıldönümünü de yeni geçtik. Sözkonusu üçlü* denk gelişin sonucu olarak, papaz mektebinde eğitim görmüş müstemleke yarı-aydını kimliğimle kulaklarının arası cereyan yapan kellemde titrek bir kandil alevi belirdi. “Harmanlayalım” dedim.    

Atatürk’ün başat esini 1789 Fransız Devrimi, bunu hızlı çekim birkaç senede bizim burada bize yaşatmak istiyor. Başat tasarısı da yine o dönemin Fransa III. cumhuriyetini bizim buraya uyarlamak. Laiklik de bu kubbenin kilit taşı. Batıcı, bilimci, seçkinci ve Türk milliyetçisi olan kurucu önderin aciliyet duygusu ve hatta acelesi var. Kurmaylığın dayattığı “pousser l’avantage” yaklaşımını (Türkçesi: “Pas verme, kendin git”) da benimsemiş bence. Ve iyi de etmiş. Öyle yapmasa havanda su dövmeye devam ederdik. “Havanda su dövmek” gibi has Türkçe bir deyimimizin olması bile kendi kendimizi ne denli iyi tanıdığımızı göstermiyor mu?  

Haliyle bu V. cumhuriyet Fransa’sı, o III. cumhuriyet Fransa’sı değil artık. Aradan De Gaulle geçti ama henüz dünkü De Gaulle bile bugün orada sanki tarih öncesinde kaldı. Nasıl ki Bonaparte’dan bugünlere savaş meydanlarındaki parlak zaferlerinden daha fazla yasalar, kurumlar, modern bürokrasi ve belki bir “cihan devleti” olma iddiası kaldıysa, De Gaulle’ün de tarihsel mirası II. Dünya Savaşı’nda Fransa’ya özgürlüğünü ve ulusal özsaygısını yeniden kazandıran general olmanın ötesinde V. cumhuriyetin kurucusu olması.

Cezayir’in on yıla yayılan kurtuluş savaşıyla Fransa askeri darbenin hatta iç savaşın eşiğine gelmişti. Siyaset tıkanmıştı. Darbe-i hükümet sanatı dağarcığına en güzel yapraklardan birini ekleyen De Gaulle göreve çağrıldı. Olağanüstü yetkilerle görevi aldı ve anayasayı değiştirerek ülkesini dönüştürdüğü gibi ancak kendinin yapabileceği biçimde Cezayir’in bağımsızlığını tanıdı. De Gaulle hamlesini tam da askeri darbeyi önlemek adına son çare olarak yaptı. Ve bunu, yine kendinin yonttuğu kendi anıtını terazinin kefesine koyarak gerçekleştirebildi. “67 yaşından sonra diktatör mü olacağım?” diye sormuştu işe başlarken, sözünü tuttu. 

İspanyollar da, 40 yıla varan Franco döneminin ardından anayasalarını değiştirmeyi başarmıştı. Sonra demokrasi denemelerini, daha beş yaşına basarken askıya alıp, kara kaplı darbe-i hükümet sanatı kitabının “De Gaulle” sayfasından kopya çekmeye kalkıştılar. 80’ler henüz yeni açılırken sosyalistlerin, Katalanların bile al takke, ver külâh desteğiyle “ılımlı” bir darbenin zemini hazırlandı. Ancak 1981’de İspanya’da De Gaulle yoktu. Zaten bir De Gaulle olsa da, ona artık 1980’lerin Batı Avrupa’sında yer kalmamıştı. Böylece ortaya, dönemin tek kanallı siyah-beyaz TRT’sinden bizlerin de izlediği, “operet darbesi” görüntüleri çıktı. Kralın dirayetli tutumuyla İspanya badireyi atlattı.

Cercas kitabında, meclisi basan bir avuç asker ve subay tavana ateş etmeye başladıklarında tüm milletvekilleri yüzükoyun kendilerini yere atarken, darbenin asıl muhatabı başbakan Adolfo Suarez’in koltuğunda pervasızca oturuşunu uzun uzun betimliyor. Suarez’in ertesi günkü gazetelerin ilk sayfalarını yahut tarihte alacağı yeri düşünerek bilinçli biçimde “poz verdiğini” ve haklı çıktığını belirtiyor. 12 Eylül’de şapkasını alıp gitmekle eleştirilen Demirel’in ilerleyen yıllarda bunun sürekli anımsatılmasından bıkıp “Şapka benim, bıraksa mıydım?” karşılığını verdiğini ise Tanıl Bora’nın kitabından okuyabiliyoruz. 

Meclisi basan silâhlı askerlerin karşısında saklanmayıp tek başına oturan başbakan Suarez.

Derin tarih arkeolojisi yapmaya gerek yok, bizim buralarda o dönem tablolarının yağlı boyası tırnak ucuyla kazınınca altından Soğuk Savaş çıkıyor. Akdeniz kardeşlerimiz Yunanistan, İtalya, İspanya kanlı, kurşunlu, cuntalı 60’lı, 70’li yıllar dönemlerini demokrasi ferahına çıkarak aşıyor. Fransa daha erken girdiği türbülansı De Gaulle’ün dirayet ve ferasetiyle. Alelusul biz yine tarihleştiremediğimiz geçmişimizi sırtlayıp gecikmeli biçimde 80’li, 90’lı yıllarımızı da aynı ortamda geçiriyor, nihayet treni hepten kaçırıyoruz. Aynı ikinci sınıf “gerilim stratejisi” (“stratégie de tension”) oyunları veya uydurma “özgürlük-güvenlik dengesi” safsataları bugün bile dolaşımda bizim buralarda.

1997’ye geldiğimizde MGK’nın 28 Şubat toplantısı kararları, “8 yıllık kesintisiz eğitim, Kuran kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanması, tarikatların faaliyetlerine son verilmesi, kılık kıyafet yasasının uygulanması, yeşil sermayeye kısıtlama, tevhid-i tedrisatın uygulanması” vb. diye özetlenebilir. Bu maddelere “ceteris paribus” soğukkanlılıkla bakarsak, tıpkı çeyrek yüzyıl sonra bizim laik cumhuriyetimizin esin kaynağı Fransa’da bu dönemde yaşanacaklara benzer biçimde, bunların laik cumhuriyetin kendini korumasına yönelik önlem girişimleri olduklarını görüyoruz.

Başka deyişle içerik ve yönelim bakımlarından sorunlu ya da şaşırtıcı yan yok. Ancak, o “ceteris paribus” kapsamı dışına çıktığımızda, bizatihi MGK’nın varlığının ve işleyiş tarzının başlı başına bir sorun ve alınan kararların uygulanışındaki alışılageldik devlet hoyratlığının hepten insan haklarına ve “cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılması” ereğine kökten aykırı olduğunu hemen görebiliyoruz. Zira MGK’nın kurum olarak kendi varlık nedeni zaten darbe zahmetinden kurtulup, “daimi darbe” ortamının sürdürülmesine yönelik.  

Yine buna koşut “ceteris paribus” biçimde, artık besmele çeker gibi dillere pelesenk olan “Türklük Sözleşmesi” teriminde de aslında içerik ve yönelim bakımlarından sorun yok. Bir kez daha Fransa’ya dönersek, orada örnekse milli takımın santrforu (büyükbabası Cezayir göçmeni Lyon doğumlu) Karim Benzema’ya veya Académie Française’in daimi sekreteri (Lübnan asıllı yazar) Amin Maalouf’a Fransa cumhuriyetine “Ne’lik” sözleşmesiyle bağlı oldukları sorulsa, herhalde “Fransızlık sözleşmesi” diyeceklerdir kollarını sağa sola açıp, kaşlarını kaldırarak. Vurgu Fransızlık değil, cumhuriyete (gönülden) bağlılık olmak kaydıyla. 

Demem o ki, eğer eşit anayasal yurttaşlığın adı zoraki “Türklük sözleşmesi” konacaksa, bunda sorun yok. Burada sorun, yerinden yönetimin üniter ulus devletle bağdaşmadığını aksine çeliştiğini sanmak. Yine Fransa ve İspanya’nın o günlerden bu günlere ademimerkeziyetçi yönetsel gelişmelerine bakmak yeterli. Sorun, tam ifade özgürlüğünü hassasiyet ve değerler mavallarıyla kısıtlamaya kalkışmak. Sorun, yargının bağımsızlığını ayak bağı saymak. Sorun, laiklik deyince taşıyıcı sütun değil çevre düzenlemesi anlamak. Sorun, çoğulluk yerine tek renkliliğe özenmek.   

Özetle, ülkemizin güncel durumunun öyle pek de özgün veya kendine özgü değil aksine oldukça anakronik olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte cumhuriyetimizin karşı karşıya bulunduğu islâmcılık sınamasının ölümcül yani varoluşsal niteliği haiz bulunduğunu da iddia ediyorum. Ayrıca her ne kadar uzun tarihimizde veya Mısır gibi yakın çevremizde yüzyıllık kısa geçmişte kökenleri bulunduğu varsayılacak olsa bile, bu tehdidin son derece modern, alışılmışın dışında ve yeni olduğunu da ileri sürüyorum.

Özünde her zaman ve istisnasız tamamı takiyeci olan islâmcıların yöntem ve yordam olarak “kılcal sızma” yani yozlaştırarak ele geçirme, “çökme” yöntem ve/veya yordamını (“stealth islamization”) benimsemelerini bu savımın kanıtı olarak ortaya koyuyorum. “Ne ilgisi var” diyeceksiniz, demeyiniz gelin bazı güncel örneklere birlikte bakalım: Haiti’de silâhlı çeteler hükümeti devirmek üzere. Lübnan’da devletin kabuğunu koruyup, ondan bir parazit gibi yararlanan Hizbullah devletten güçlü. Haziran ayında yapılacak Avrupa Birliği (AB) parlamentosu seçimlerinde çoğunluğun AB karşıtlarına geçmesi güçlü olasılık ve üstelik bunların çoğunluğu da AB’nin kurucu ülkelerinden geliyor olacak.

Önerim, 31 Mart sonrasında ve 2028 ufkunda “Yeni Cumhuriyetçiler” gibi bir adla yola çıkılması. Çünkü bence asıl mesele çekilen resimde çerçevenin içine gireni en yetkin biçimde yorumlayıp açıklamak değil, yeni çekilecek dizinin pilot bölümünün tutacak senaryosunu yazabilmek. Becerebilirsek, ama yine her zamanki gibi gecikmeyle, son vagona atlayarak binebileceğiz trene. İkinci cumhuriyetin kuruculuğu iddiası, ilkinde olduğu gibi bir “kurtuluş savaşı” seferberliği gerektirecek. Ancak islâmcılıktan kurtuluşun savaşı, bu defa bir tür “soğuk savaş” niteliği taşıyacak. 

Kâh kendi pasımıza yine kendimiz koşarak, kâh şut-orta karışımı vuruşlar yaparak, inisiye zihinlere ermetik mesajlar verme gayretinde olduğumuz bir yayınımız daha berceste okurun esneyip, “hakkımızda hayırlısı” diye iç geçirerek gözlerini kırpıştırmasıyla böylece sona ermiş bulunuyor.

*Belki “dörtlü” demeliyim: Çünkü yine geçtiğimiz günlerde okuduğum sevgili Ali Yaycıoğlu’nun yeni yayımlanan “dağınık Osmanlı tarihi” izlekli ufuk açıcı ve bilgi dolu denemesini de bu bağlamda sayabilirim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.