Antigone’yi, daha doğrusu Antigone’nin de dahil olduğu aile trajedisini ilk yazan Sophocles değil, ama en çok okunan ve bu trajedinin motiflerinden hareketle bir söz söyleneceği zaman en çok referans verilen onun yazdığı versiyon. Onun hikâyeyi yazma kronolojisi ise hayli enteresan. Önce Antigone’yi, yaklaşık 30 yıl sonra da Oedipus Tyrannus ve Coloneus’u yazdığı söyleniyor.
Başka bir ayrıntı daha var, trajediyi daha evvelden yazan Homer, Hesiod ve Pindar ne Antigone’yi, ne de hakkında uzun uzun konuşmamız gereken bacısı İsmene’yi dahil ederler mevzuya. Polyneices’in defni de Sophocles’in Antigone’sinde olduğu kadar büyük ve merkezi bir mevzu değildir. Antigone’yi anlatan ilk Antik Yunan şairi Aeschylus’un üçlemesi de Laius, Oedipus ve Teb’e Karşı Yedi Şef adlarını taşır. Euripides’in Antigone’sinde de önemli biri olsa da, merkezi karakter değildir Antigone. Asıl kahraman, babası Creon’un emrine rağmen Antigone’yi öldürmeyen Haemon’dur o versiyonda.
Pek çoklarına göre Sophocles, dramatik örgüyü Aeschylus’un hikâyelerinden alır ve radikal bir şekilde dönüştürerek yeniden yapılandırır. Çünkü o yalnızca usta bir trajedi yazarı değil, aynı zamanda bir ritm ustasıdır. Sahneyi nasıl kullanacağı, hikâyenin duygusal akışına izleyiciyi nasıl dahil edeceği konusunda yenilikçi fikirlere sahiptir. Dahası o bir siyasetçi ve stratejdir (strategia, bir çeşit seçilmiş kumandan, merkez valisi). Demokrasilerde siyasetçilerin aynı zamanda iyi hikâye anlatıcılar olması gerekir. Ahaliye kendi hikâyesini anlatmakla kalmayıp, o hikâyeyi kendi maceralarında örneklendirmeleri de gerekir.
Richard Claverhouse Jebb, Sophocles’in Antigone’yi muhtemelen M.Ö. 441 yılının Mart ayında, hatta o ayın da sonlarına doğru düzenlenen Büyük Dionysia Festivali’nde sahnelediğini öne sürüyor (1). Hatta iddiasını iyice ilerletip Antigone’nin başarısı sayesinde Sophocles’in, Atina’nın Samos strateji olarak atanmış olabileceği spekülasyonunu yapıyor.
Bu arka planı eklediğimizde Antigone’nin aslında iki amacı olan bir propaganda aracı olabileceğini görüyoruz. Amaçlardan ilki Atinalılara, kendilerini Thebes halkından ve başka herkesten daha iyi hissetmelerini sağlayacak ve onları “Atina değerleri”ni gerekirse ölümüne korumaya ikna edebilecek dokunaklı bir hikâye anlatmak. İkincisi bu hikâyeyi en iyi anlatanı, yani Sophocles’i, önemli bir kamusal göreve seçtirmek. Fakat işte kaderin oyunu bitmez. Sophocles’in kumandan olarak seçildiği sene, Samos’ta bir takım sıkıntılar çıkar ve o da savaşa gitmek zorunda kalır. Oligarşiye karşı savaşacaktır Samos’ta, Creongillere karşı bir başka deyişle. Atina adına demokrasiyi tesis etmektir görevi orada. O işin sonu biraz karışık olduğu için ayrıntısına girmek istemiyorum.
Minik bir etimoloji arası vereyim. Antigone, Yunanca “anti” ve “gone” kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş bir isim. “Anti,” bildiğiniz anti, karşı anlamına geliyor. “Gone” ise doğum ve rahim gibi anlamlar taşıyor. Hemşiremizin adı bir soyun, aynı zamanda bir “kader döngü”sünün bitişine işaret ediyor bir bakıma.
Sophocles’in Antigone’den 30 yıl sonra yazdığı Oedipus Tyrannus, hikâyenin en başına değil, erkence denilebilecek bir evresine götürüyor bizi. Kral Oedipus’un kendisinden önceki kral olan Laius’un katilini ararken kendi gerçeğini keşfedişine tanık oluyoruz. Ama bugün benim derdim Oedipus’un kadersizliği de değil. Asıl meselem Laius’la. Çünkü Laius ölmüyor bir türlü, aramızda yaşıyor! Onun karaltısını biraz kaldırır gibi olduğumuzda seviniyoruz, sonra bir yolunu bulup geri dönüyor ve her şeye en başından başlamak zorunda kalıyoruz.
Cadmus ailesinin, o ailenin tüm karanlığını taşıyan fertlerinden biri olan Laius, Thebes Kralı “Topal” Labdacus’un oğludur. Labdacus, Laius henüz bir yaşındayken ölür. Annesiyle birlikte Thebes’ten kovulan Laius oradan oraya sürüklendiği zorlu bir hayat yaşar. Bir ara Kral Pelops’u ziyaret eder ve ev sahibinin yakışıklı gayrımeşru oğlu Chrysippus’u kaçırıp ırzına geçer. Oğlan utancından intihar eder. Kral Pelops, Anadolulu Tantalos’un çocukluğunda ağır bir şekilde istismara uğramış, tanrılara sunulmuş oğludur. Beklenmedik bir şekilde o kurtulurken yarı-tanrı babası Tantalos bir nevi aç gözlülüğe, asla tatmin olamayacak arzularla yaşamaya mahkûm edilir. Pelops, babasına verilen cezayı andıran bir lanet okur Laius’a. Der ki, “Eğer bir oğlun olursa seni öldürsün ve karınla, yani anasıyla evlensin.”
Aeschylus versiyonunda Laius’u lanetleyen bizzat Apollo’dur. Eğer bir oğul sahibi olursa, krallığını kaybedecektir Laius. Ama işte Oedipus doğar. Krallığını korumak için oğlunu mu feda etmelidir Laius, yoksa oğlunun yaşamasına izin verip krallığından mı olmalıdır?
Sophocles’ten devam edelim. Laius memleketine dönüp Thebes’e kral olsa ve güzeller güzeli Jocasta ile evlense bile karısıyla yatağa giremez, bir oğlu olur da lanet gerçekleşir diye. Günün birinde sarhoşluğun da etkisiyle laneti unutup halvet olurlar. Jocasta hamile kalır. Laius lanetin gerçekleşmesinden duyduğu korkuyla oğlanın ayaklarını bağlayıp bir hizmetkâra verir ve götürüp dağ yamacında bir yere bırakmasını ister. Amacı oğlanı kendi elleriyle öldürmemek, kurda kuşa yem etmektir. Ne ki hizmetkâr bir an merhamete gelir ve Laius’un emrini ifa etmek yerine bebeği Korintli bir çobana teslim eder. O çoban da Korint’in çocuksuz kral ve kraliçesi Polybos ve Merope’ye verir oğlanı. Adını, ayakları şiş olduğu için Oedipus kor, onu bulma hikâyelerini hiç anlatmazlar. Fakat bir gün, sarhoşun biri Oedipus’a üvey evlat olduğunu söyler. Polybus ve Merope bunu reddetse de Oedipus inanmaz, vaziyetini Kâhin’e danışmak üzere Delphi’ye doğru yola çıkar. Kâhin’in Oedipus’un sorusuna verdiği cevap kafa karıştırıcıdır: “Annen, bir sevgilisi olan, baban ise katili olacağın kişidir.” Oedipus, kehânetin gerçekleşmemesi için annesi ve babasının yaşadığını düşündüğü Korint’e dönmemeye karar verir, kendini yollara vurur. O esnada Laius da oğlunun uzaklaşmakta olduğu Delphi’ye doğru yola çıkmıştır birkaç askeriyle birlikte. Üç yolun birleştiği bir kavşakta karşılaşırlar. Baba-oğul tanımaz birbirini. Laius elindeki kırbaçla Oedipus’un başına vurur. O da alır Laius’un elindeki kırbacı ve biri hariç yanındaki herkesle birlikte öldürür babasını. Tantalos’un oğlunun lanetinin hükmü böylece başlar.
Hep psikologlar okuyacak değil ya, başkaları da okuyor bu hikâyeleri ve her okuyuşta yeniden anlamlandırılıyorlar. Karşılaştırmalı edebiyat profesörü Silke-Maria Weineck (2), Laius’un ölümünü kutlanası bir dönüşüm anı olarak görüyor. Evvela Laius’un oyundaki varlığının gerçek biri olmasa da, herkesin hakkında konuştuğu ve onun da herkesin hayatını bir şekilde etkilediği, aslında mahvettiği bir hayalet baba oluşuna dikkat çekiyor. Diyor ki hatta, baba olarak ortada olmadığı gibi (ekleyeyim, belki de bunun için), bir cinayetin kurbanı olarak da üzerinde durulan biri değil (belki de bir türlü ölemediğinden, hayalet kalmaya mahkum olduğundandır; baba olarak ortada olsa sahiden öldürülebilir ya da ölebilir, hayalet olması gerekmezdi).
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ardından, Oedipus trajedisinin çeşitli modern yeniden üretimlerinde Laius’un ne şekilde tezahür ettiğine dair örnekler veriyor: “Yaşlılar ve ölüler adına konuşan,” genç bir adam olarak belirdiğinde bile bilmem kaçıncı kez tekrarlanan kaderin farkında ve onu değiştirmeye de uğraşmayan bir rahatsız edicilikte. Psikolojide ise yalnız kendi çocuklarını değil, kendinden güçsüzleri ortadan kaldırmaya eğilimli bir halet-i ruhiye. Böyle olunca, Oedipus’un, oyunun başında halkına “çocuklarım” diye hitap edişi daha bir tüyler ürpertici oluyor sanki. Weineck’in Laius’un aramızdan biri değilmiş gibi gösterilmesine önemli ve haklı itirazı var. Kabaca söylersem diyor ki, “Freud Oedipus’un trajedisini öyle bir şekilde anlamlandırdı ki, hepimiz Oedipus’muşuz ve aramızda hiç Laius yokmuş gibi yaşıyoruz.
Öyle yapıyorsak bu da bizim büyük delüzyonumuz. Çünkü şu ya da bu sebeple çocuklarını, “halk”ını kendi istikbaline kurban etmeye hazır liderler giderek çoğalıyorlar. Onlardan kurtulmak o kadar kolay olmadığı gibi, onların yoluna çocuklarını feda etmeye, daha doğrusu kendi babalarının gözünde bir nebze yücelmek için kendi çocuklarını ölüme göndermeye hazır babaların sayısı da giderek artıyor. Ortalık kabilesinin putlarını kırmak yerine, oğullarını kabilenin tanrısına kurban etmeye hazır İbrahimciklerden geçilmiyor. Aslında yaptıkları, kendi hayatları için çocuklarını feda etmenin bile bir adım gerisi. Çoğu zaman, gerektiğinde kendi hayatları için feda edebilecekleri bir şeyleri olsun diye besliyorlar o çocukları. Babalarına tapındıkları için baba olamıyorlar çocuk sahibi olsalar da. Öte yandan babalarına ya da kendilerine kurban etmek üzere yaptıkları çocuklar onlara artık çocuk olmadıklarını hatırlatıyor her “baba” deyişte. Bunun iyi bir şey mi, kötü bir şey mi olduğunu bilmediklerinden salınıp duruyorlar ortalarda bir yerde.
Elbette siyasetten bahsediyorum… Siz ne sandınız?
Weinecke, Aeschylus versiyonunun siyasi bir okumaya daha açık olduğunu vurguluyor. O versiyonda Laius, “Hem şehrin babası, hem bir oğulun. İkisi arasında seçim yapmaya mecbur bırakılır. Şehri seçer, ikisini de kaybeder ve öldürmesi gerektiğini düşündüğü oğlunun elinde ölür. Onun hikâyesi, çocuk tacizcisi, kötü yaşlı adam, kötü baba hikâyesinden daha ilgi çekici ve siyasi olarak daha zekice. Kötü baba fantezisi, cinayete meyilli, sapkın, canavar; iyi babanın, sfenksi öldürüp herkese barış ve refah getirecek iyi huylu hükümdar fantezisinin öteki yüzüdür. …Başka bir deyişle, babacan canavar, bilge, nazik, güçlü ve ilginç bir şekilde güvenilir ve bekâr babaya duyulan kolektif arzunun bir tezahürüdür.”
Weinicke’ye göre Aeschylus ve Sophocles’in yazdıkları trajediler babayı şeytanlaştırmaz ya da idealize etmez. Aynı Laius’u iki farklı baba modeli/arketipi olarak tarif ederler. İkisi de sembolik babalık modelinin kurbanı olmuş gerçek babaların hikâyesini anlatır ve şehirlerin/siyasetin babaların ya da oğulların hakim olduğu değil, yetişkinlerin yaşadığı/yaptığı bir yer/etkinlik olmasını önerirler.
Ne kadar yerinde bir öneri değil mi? Hele yüzümüzü güldüren bir yerel seçim tecrübe etmiş, şehirlerimize, mahallelerimize dair umutlarımızın tekrar yeşerebileceği bir bahara erişmiş, karaltılarla ve hayaletlerle uğraşmaktan bu denli yorulmuşken… Belki, belki değil mutlaka, hikâyenin devamında başka öneriler de vardır…
(1) Richard Claverhouse Jebb, Sophocles: The Plays and Fragments, Volume 3: With Critical Notes, Commentary and Translation in English Prose, Cambridge University Press, 2010, s. xliii.
(2) “The Laius syndrome, or the ends of political fatherhood,” Cultural Critique, No.74, Classical Reception and the Political (Winter 2010), ss.131-146.