Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (210): Istakozdan Rolex’e | Beklenen Erdoğan ve Özel görüşmesi

AKP’de şatafatlı yaşam tartışmaları sürüyor.

Istakoz paylaşımı, Maldiv tatilleri derken, AKP Grup Başkanvekili Bahadır Yenişehirlioğlu’nun dün sosyal medya hesabında “Biz bu milletin ta kendisiyiz” diye paylaştığı fotoğrafında yaklaşık 562 bin lira değerinde olan Rolex marka saati dikkat çekti. Gelen tepkiler üzerine Yenişehirlioğlu paylaşımını sildi.

ABD’de IMF ve Dünya Bankası toplantılarına katılan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, konuşmasında “Yerel halkı enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerekiyor” dedi. Şimşek’in yerel halk demesi tepki çekti.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan randevu isteyip istemediğine ilişkin soruyu dün yanıtladı. Özel, “Bu görüşme bir nezaket ziyareti değil. Son seçimin birinci partisinin genel başkanının, bir önceki seçimlerde cumhurbaşkanlığına seçilmiş olan Sayın Erdoğan’la yapacağı görüşmedir. Benim de önemli gündemlerim olacak” dedi.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kadri Gürsel ve Kemal Can’la, haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Daha çok, seçim sonrası Erdoğan’ın yol arayışları, Özgür Özel’le beklenen görüşmesi ve iktidar partisi saflarından çıkan birtakım görüntüleri değerlendireceğiz. Kemal, o görüntülerle başlayalım. İçimizde ıstakoz ve Rolex uzmanı olan Kadri. O konuyu sonraya saklayalım.

Kadri Gürsel: Ben Rolex uzmanı falan değilim. Lütfen beni seyircilerin karşısında mahcup duruma düşürme.

Ruşen Çakır: Ama en iyi sen bilirsin.

Kadri Gürsel: Şiddetle reddediyorum. 

Ruşen Çakır: Istakoza itiraz etmiyorsun ama.

Kadri Gürsel: Istakoz uzmanı da değilim. 60’lı yıllarda çocukluğunu Adalar’da geçirmiş biri olarak, ıstakozun tadını bilirim ama. Adalar’da ıstakoza erişim mümkündü. İnsanlar biraz paraya kıyıp balıkçıdan ıstakoz alabiliyorlardı.

Ruşen Çakır: Monaco’ya kadar gitmelerine gerek yoktu yani.

Kadri Gürsel: Hayır, gerek yoktu, Marmara’dan ıstakoz çıkıyordu. Bu konular çok tartışılır. Aslında güzel bir tartışma bu, ben çok seviyorum. Şimdi Kemal konuşsun bakalım.

Kemal Can: Orada problem ıstakoz değil, ıstakozun örtüştüğü tartışma başlıkları. Seçimden sonra, AKP çevresinden, AKP medyasından, kendi elitlerini bir eleştiriye tâbi tutan, özeleştiriye zorlayan birtakım şeyler söyledikleri âna denk geldi. Bu şatafat, kibir, halktan kopmak gibi… buna benzer şeyler. Bugün de yeni fotoğraf çıkmış zâten: “Halkın tam kendisi”nin Rolex ile selfie çektirdiği fotoğraf. Dolayısıyla bu örtüşme yüzünden algıda seçicilik oldu. Sonuçta şunu senelerdir biliyoruz: Bu iktidârın elitleri, en başta doğrudan Erdoğan, Külliye, saray düzeni, bilmem kaç uçaklık bir filo… “Îtibardan tasarruf edilmez” zihniyetinin yeni olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla ıstakozlar, şatafatlı iftarlar, takılan saatler yeni değil. Saatlerin, peçetelere imzâyla yazılmış “alındı” belgelerini gördük bu ülkede. Seçim sonrasında bu eleştirilerin ya da özeleştiri zorlamalarının üstüne geldiği için birdenbire çok yüksek bir şey oluşturdu. Bu pencereden bakınca ıstakozun kendisi değil, ama bir milletvekilinin bunu Monaco’da özel bir kulüpte Instagram’da hikâye olarak paylaşması, yani bir tür göze sokma tarafı öne çıktı. Ondan sonrası seri olarak geldi. Başlangıçta kendi cephelerinden, yandaş medyada ortaya çıkan eleştiri, özeleştiri çıkışlarını Erdoğan’ın da biraz aşırı bulduğuna ilişkin kulisler gelmeye başladı. Hattâ kulisleri bırak; grup toplantısında, gayet net biçimde, “Bir dakika, hırpalamayın teşkîlâtı” dedi. Belki tek tek insanları çekip, “Bu işlere dikkat edelim” diyor olabilir; ama ortalıkta açıkça, “Ya, biz yoldan çıktık. Biz isrâfa, şatafata boğulduk. Biz kibirden burnumuzun ucunu göremiyoruz” seviyesine varan bir özeleştirinin ne Erdoğan nezdinde ne yakın bir gelecekte AKP çevrelerinde çok etkili bir şey olacağını düşünmüyorum. 

Ruşen Çakır: Aşağıdaki rahatsızlık duyan ve artık filmin bitmekte olduğundan endîşe edenler için bu tür hikâyeler çok kullanışlı oluyor. 

Kemal Can: Ben de şunu söylemek istiyorum — şimdiye kadar şöyle bir yöntem izledi bu iktidar: Kendisine yönelen, tam da buna benzer gayet haklı zemini olan eleştirileri dikkate almayarak, çok önem atfetmeyerek geçmeyi tercih etti. Buna karşılık muhâlefet de hep, kendisine yönelebilecek, ihtimâlen gelebilecek eleştirileri bile aşırı önemseyerek, onlara daha gelmeden önce cevaplar üretme heveskârlığıyla davrandı. İktidar, çok açık, ayan beyan ortada olan –ister yolsuzluk ister şatafat ister kibir, ne olarak isimlendirirseniz–, siyâsî olarak bedeli olabilecek her türlü eleştiriyi, kulak asmayarak, kaale almayarak, önemsiz hâle getirerek idâre etti. Bu tarafta ise muhâlefet, sürekli yüksek bir savunma içgüdüsüyle muhtemel şeylere bile yüksek barajlar kurmaya çalıştı. Bu moral fark çok önemli bir şey artık. Bu seçimin sonuçlarıyla birlikte, tabanlar nezdinde, yani kamuoyu nezdinde, elitler arası siyâsî mücâdelede bu, geçerli taktikler olarak işleyebiliyor. Seçim sonuçlarından anladığımız kadarıyla, AKP tabanı, zâten hissetmekte olduğu yapısal sorunu artık bir siyâsî bedele dönüştürme istîdâdı göstermiş durumda. Bu şu demek: Başkanlık sistemi başladığı andan îtibâren, hattâ AKP iktidârının çok önemli bir bölümünde, bu israf, şatafat, hattâ yolsuzluk hikâyeleri bile bilinmedik şeyler değildi bu tabanda. “Yapıyorlar, yiyorlar, ama çalışıyorlar” düşüncesiyle tolere edilebilir bir şeydi. 

Ruşen Çakır: Şu anda yiyorlar ama çalışmıyorlar. 

Kadri Gürsel: Şimdi yiyorlar, çalışıyorlar ama başaramıyorlar. Yani avara kasnak.

Kemal Can: Bu, yapısal bir sorun. Tek tek bir milletvekilinin bir siyâsî iletişim gafı ya da yanlışlığı değil. Ama dikkat ediyorum, Erdoğan, “İçimizde çalışmayanlar var, yanlış yapanlar var. Onları düzelteceğiz” diyerek bu meseleyi yine bir liyâkat meselesi gibi kodlamaya çalışıyor. Sorunun yapısal olduğunu, aslında doğrudan iktidârın tabanı göstermiş durumda. Bu seçimin sonuçlarından iktidar ya da Erdoğan ne mesaj aldı bilmiyorum. Bir ders almış, mesaj almış, gereğini yapacakmış. Ama benim okuduğum şey, zâten var olan bir yapısal meselenin artık açık biçimde ortada olması. Bunu yine dikkate almayarak yönetebilir mi emin değilim. Karşı tarafa geçersek; muhâlefetin, zâten bilinen bir şey sanki ifşâ olmuş, birdenbire ortaya çıkmış, yeni bir durum gibi çok başat bir şey hâline getirmesi isâbetli değil. Bundan bir adım ileriye gitmek gerekiyor. Yoksulluğu, yolsuzluğu göstermek değil; asıl olan, bunun nedensel ilişkisi üzerine ikinci bir şey söylemek gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, iyi güzel de gözümün önünde şu fotoğraf var: AKP Grup Başkanvekili Bahadır Yenişehirlioğlu aynı zamanda aktörmüş. Herhalde televizyon dizilerinde oynuyor, bilemiyorum. “Biz bu milletin ta kendisiyiz” diyor. Kolundaki Rolex gözükünce… ki Rolex’in fiyatını 562 bin TL diye saptamışlar. Doğru mu bilmiyorum.

Kadri Gürsel: Modeline göre değişir. Mütevâzı Rolex’ler de var. Mütevâzı derken, tabiî Türkiye ölçülerinde değil, Rolex ölçüsünde mütevâzı. 6-8 bin euro civârında. Çelik kasalı Rolex’ler var. Bu, benim gördüğüm kadarıyla altın. Sarı, değil mi?

Ruşen Çakır: Evet sarı, parıldıyor. 

Kadri Gürsel: Evet altın o. Altın kasa. 

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir husus var. Birisi ıstakoz da yer, Rolex saat da takar. Ama böyle bir ortamda bir de bunu paylaşıyor. Tam da iletişim kazâsı deniyor buna, değil mi? Şunu paylaşıyor. Farkında değil.

Kadri Gürsel: Rolex’i o kadar içselleştirmiş, o kadar alışmış ki ona, orada gözüktüğünün farkında değil.

Ruşen Çakır: O farkında değil ama sonra tepkiler gelince siliyor.

Kadri Gürsel: Meclis değil mi orası?

Ruşen Çakır: Evet, Meclis. 

Kadri Gürsel: Meclis’te bir siyâsetçinin gündelik hayâtında bu kadar pahalı bir Rolex saat ile ortalıkta dolaşması ve bugüne kadar kendi grubunda yadırganmaması, kendisine herhangi bir uyarıda bulunulmaması… Bilemiyorum bulunmuş da olabilirler. Netîcede bugüne kadar takmaya devam etmiş. 

Kemal Can: İmam-cemaat diyalektiği de olabilir.

Kadri Gürsel: Kesinlikle öyle zâten. İmam-cemaat diyalektiği. Yeni bir siyâsî kültür ortaya çıktı. Yeni bir kültür ortaya çıktı. AKP’nin 22 senelik iktidârının netîcesinde, kendine has burjuvasını yaratamamış olmasının netîcesi bu. Bir anda muazzam bir paraya kavuşan, boğulan ve bu parayla ne yapacağını şaşıran taşralı, görgüsüz bir zümre var. O paraya kavuştuğu âna kadar o parayı taşımak için gereken görgüyü eğitimle, kültürle ve âileden mîras almamış, bir anda paraya boğulmuş. Tabiî ki eleştiriye açık bir benzetme olduğunu biliyorum: Bir anda paraya kavuşan vurguncuların, paraya kavuştuklarını çok belli ettikleri ve bu sâyede de suç işledikleri, polise yakalandıkları bilinir. 

Kemal Can: Son yıllarda çok örneğini gördük. 

Kadri Gürsel: Bu fenomenlerin tutumu ne ise, bunlarınki de ondan farklı değil. Bu aslında böyle bir “taşralı” hâli. Küçümsediğim için söylemiyorum; ama kentleşememek ve kentlileşememek problemi var. Böyle bir taşralı lümpen burjuva kültürü oluştu ve parasıyla ne yapacağını bilememek hâli var. Bilgiye de sâhip değiller. Parayı bir şekilde gayrimeşrû, ahlâka aykırı olarak, kamu menfaatine aykırı olarak elde edebilirsiniz. Yolsuzluk yoluyla, hırsızlık yoluyla, kamu kaynaklarını yağmalayarak yaparsınız. Organize bir talan hareketi oluşturursunuz, örgütlersiniz ve bunu yıllara yayarak yaparsınız. Ama parayı harcamak bir kültür gerektirir. Parayı kazanabilirsiniz. Doğru yoldan da kazanabilirsiniz. Ama harcamak öyle değil. 

Sen çok iyi bilirsin bu konuları. Bana program başlarken “Rolex uzmanı” dedin, ama sen de Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Rûhu’nu (Weber) hatırla. Bunlara henüz daha ne oldukları, daha doğrusu gerçekte ne olacakları, hikâyenin nasıl biteceği, henüz belli olmadan, bundan 25 sene önce, Anadolu burjuvazisini, muhâfazakâr girişimcileri, kapitalizm Protestan ahlâkıyla benzeştiren ideologlar vardı Türkiye’de. Mâdem konuyu oraya getirdim. Fransızca bir cümle sarf edeceğim, sen Frankofon olduğun için bilirsin. İsviçre’de Cenevre’nin kendine özgü bir Kalvinist kültürü vardır. Orada “Pour vivre heureux, vivons cachés” tanımı vardır. Yani “Mutlu yaşamak için gizli saklı yaşayalım, zenginliğimizi böyle ifşâ etmeyelim” derler. Bunlar tam tersini yapıyorlar. Nasıl olduğu belli olmayan bir zenginliği milletin gözünün içine sokuyorlar. Ondan sonra kendileri de mutsuz oluyor, millet de mutsuz oluyor.

Rolex dedik ya? Bugün Türkiye Süper Ligi’nde olduğu gibi, dünya saat süper liginin de iki markası var. Rolex tüm dünyada saat süper liginin %65’ini tek başına yürütüyor. Dünyada en çok satılan premium saat Rolex. Onu tâkip eden on marka vardır premium olan, Rolex onların arasında açık ara birinci. Ama Rolex var, Rolex var. Ben imkânım da olsa bile gidip bir Rolex saat almam. Çünkü Rolex saatin imajı, haksız kazanç sâhibi olmuş veya bir anda çok büyük para sâhibi olmuş şımarık zengin imajıdır. Görmemiş yani. Zaman değişti Türkiye’de. Bu zaman 2023’te de değişmişti. Şimdi millete batıyor. Eskiden bunlar batmıyordu. Bundan on yıl önce neler neler ortaya çıktı da batmadı; milletin siyâsî tercihini değiştirmedi. Ama şimdi rahatsız oluyorlar. Çünkü bunlar ortaya çıktığında, sarf edilecek siyâsî kredi de kalmadı millette. Artık balata sıyırıyor. 

Bir şey daha var: Berlusconi, Sarkozy gibi politikacılar vardır. Bir de bilirsin Dominique Strauss-Kahn vardı. Dominique Strauss-Kahn büyük skandalla gitti, Hapislere girdi, rezil oldu. Fransız Cumhurbaşkanı olacaktı. Avrupa’da Sarkozy’ye bling bling denir. Yani her tarafı şıkırdayan, altınlar, Rolex saatler, şunlar bunlar… Bunlar zenginliğini gösteren şeyler. Berlusconi de öyleydi. Hepsi zenginliğini gösteriyor. Sarkozy’ninki kazanılmış bir zenginlik. Dominique Strauss-Kahn da öyleydi. Yani bir yolsuzluk sonucunda elde edilmiş değildi. Hırsızlıkla, milletin parasını çalmamışlardı. Burada kibir ifâdesini kullanıyoruz. Ama bu olayda kibir konusuna temelden îtirâzım var. Kibir değil bu. Ben kibir yerine “aşağılık kompleksi” tanımını kullanıyorum. Aşağılık kompleksinin dışavurumu bu. Bir anda büyük paraya ve güce kavuşup… 

Kemal Can: Ama aşağılık kompleksi de kibir taklidi değil mi zâten? 

Kadri Gürsel: İdeolojik hegemonya kuramamanın, kültürel hegemonya kuramamanın verdiği ve ondan önce de, geçmişteki yetersizlikler ve yoksullukların bir arada oluşturduğu bir aşağılık kompleksi. Bu aşağılık kompleksini, porselen dişlerle, altın çerçeveli gözlüklerle, Rolex saatlerle, bakım yapılmış parlak ciltlerle ve son derece pahalı kostümlerle, lüks makam araçlarıyla, makam uçaklarıyla, makam araçlarıyla gösteriyorlar. O makam araçları sıfır vergiyle alınıyor. Kim bilir kimin altında hangi özel amaçla kullanılan, devlete kayıtlı araçlar var. Biz vatandaş olarak araç aldığımızda iki tâne de bunlara alıyoruz. Bir de böyle ÖTV politikası izliyorlar.

Kemal Can: Bir şey ekleyeyim şimdi. Kadri ana gövdeyi, onun sosyolojik ve ekonomik tabanının nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, elitlerin nasıl bir ruh hâlinde olduğunu söyledi. Ama küçük bir bölümü de şöyle: Bu popülist demagojinin temel esprisi, birtakım elitler var, bir de halk var. O elitler özel ayrıcalıklar kullanıyorlar. Halk için, o elitlerin elindeki bu ayrıcalıkları alıp halka vermekte olan bir siyasi iddia. Temel olarak, “Halk” ve “elitler” diye bir ikilik kuran popülizm. Bir, aşağıdan gelen, olağanüstü hızda ve doğal yollarla olmayan bir zenginlik ve bunun gösterişe dönüşmüş hâli var. Bir de o “elit” dediklerinin, aslında sanıldığı gibi bu siyâsî programla ve bu siyâsî ekiple çok fazla problemi olmadan, onlarla gayet yaklaşık davrandıklarını gösteren, Meclis’teki milletvekili profili içerisinde de zâten paralı olan, zâten birtakım işleri, düzenleri, çarkların işleyen dişlilerinde kritik rolleri olan insanların da oralarda olduğunu görüyoruz. Hepsi görgüsüz, hepsi sonradan görme olmayabilir. Ama görmüş geçirmişleri de içinde barındırıp, gösteriyor olmanın başka bir şeyi var. Siyâsî iddiasını boşaltan bir şey. Çünkü temel iddiası şu: “Elitler var, halk var; biz de halkız”. Hattâ o fotoğrafı çektiren kişi, paylaşımının altına, “Biz Milletin ta kendisiyiz” diye yazmış. Belki bu adam âileden zengin bir adam olabilir, bilmiyorum, tanımıyorum. Ama sonuçta, “Milletin kendisi” dediğin şeyi nasıl târif ettiğin ve millete anlattığın şey ile gerçekte yaptığın şey arasındaki açığı gösteren bir şey bu. Böyle bir tarafı da var. 

Ruşen Çakır: Ben 1990’da Âyet ve Slogan kitabımı yazdığım zaman, oradaki sonuç bölümünde “yakın çağın dinamikleri” diye en öne çıkarttığım şey İslâmî tüketimdi. Daha o târihte, 1990 yılında, muazzam bir tüketme arayışı, arzusu vardı. Yeni yeni tesettür mağazaları açılmaya başlamıştı. 1993 yılında, daha Erdoğan İstanbul’u kazanmadan önce, bir ara seçim olmuştu İstanbul’da biliyorsunuz. Refah Partisi’nin belediyeleri ilk aldığı zamanlardı. O belediyeleri aldıktan kısa bir süre sonra, ben o belediye başkanları ve çevrelerindeki insanlarla konuştuğum zaman ağzım açık kalmıştı. Daha dakika bir gol bir, muhabbetler tamâmen arabalar, lüks hayat, şunlar bunlar üzerinden gidiyordu. Tüketme, güç gösterme, güçten yararlanma hikâyesi. O gitti. Ama “Bunlar yemezler” denilen târihte, aslında daha başından îtibâren o imkânları kullanmaya başladılar. Ama sonra olay gerçekten yukarıdan aşağıya gitti. Yani hiç öyle araya karışmış bir iki istisnâ, sonradan devşirilmiş insanın yaptığı bir olay değil. Meselâ geçenlerde bir fotoğraf gördüm. Manisa’nın Yunus Emre ilçesinde, belediye AKP’den CHP’ye geçti. Makam odasını görüyorsunuz. Külliye’nin kopyası. Herkeste bir gösterme hâli var. Yıllarca başkalarının yaptığını görmüş, ötekilerin yaptığını yapma isteği. 

Kadri Gürsel: Ben katılmıyorum. “Ötekilerin yaptığı” diye bir şey yok. 

Ruşen Çakır: Öyle algılıyorlar. 

Kadri Gürsel: Bu da doğru değil. Bu, kendini mâzur gösterme arayışı. Öyle bir şey yok. Hiçbir zaman Türkiye’de, devlet kültüründe, memur âdâbında ve ahlâkında bu kadar zıvanadan çıkmış, bu kadar görgüsüzlük, bu kadar kamu malına ve kamu kaynaklarına karşı bencilce bir tasallut hâli görülmemiştir. ANAP döneminde başladı bâzı şeyler. Bu tamâmen artık ipini koparmış halde alıp başını gidiyor. Çünkü fren mekanizması yok. Fren mekanizması olması gereken yukarıdaki, zâten rol modeli oynuyor ve bu iş yukarıdan aşağı doğru gidiyor. Aslında bu rejim, Türkiye’nin en küçük nahiyesinde, en küçük yerinde bile kendi paşalarını yaratıyor. Biliyorsun Boğaz’daki yalılar, “Paşa Yalısı” olarak geçer. Netîcede, Osmanlı paşaları, kendi çalışmasıyla, gayretiyle sermâye biriktirmiş ve ticâret yoluyla zenginleşip yalılara sâhip olmuş insanlar değil. Tamâmen devlet gücünü kullanarak ve padişâhın irâdesi ve tercihleri sonucunda o yalılara sâhip olmuş insanlar. Türkiye’de çok kalabalık bir zümre oluştu. Bunlar petrolsüz Arap şeyhleri gibi yaşıyorlar. Petrolü olmayan Arap şeyhleri. Türkiye’nin bu yükü daha fazla taşıması mümkün değil, günün sonunda Türkiye sırtından atacak. Şu an onun sancıları çekiliyor.

Ruşen Çakır: Kemal Bey, ne diyorsunuz? Erdoğan yumuşayacakmış.

Kemal Can: İnşallah. İktidârın tamâmı için değil, ama en azından ikinci yarısı için, 10 küsur yıldan daha uzun bir sürede, neredeyse 3 aylık periyotlarla bunu dinliyoruz. Genellikle şöyle dinliyoruz: İki ana hat var bu konuda. Birincisi, muhâlefet tarafında da yer alan birtakım yorumcular, mevcut koşullara bakarak, otoriterliğin ya da irrasyonel tutumların yarattığı devlet krizi ve ekonomide yarattığı sıkıntılardan dolayı ya da dış politikadaki meselelerden dolayı bir sürdürülemezlik târif ediyorlar. Bu sürdürülemezliğin sonucunda zorunluluk olarak değişim olacağı varsayımını sık sık dile getiriyorlar. Yani “Bunu yapmaya mecbur” diye târif edilecek. Bunun dışarıda çok alıcısı var. Bu bizzat müşâhede ettiğim bir şey. Dışarıda herkes, “Erdoğan mecbur, birtakım değişiklikler yapmak zorunda. Yumuşamak zorunda. Bunu böyle sürdüremez” tezini çok seviyor. Bunu anlatanlara bayılıyorlar, anlattırmaya da doymuyorlar. Böyle bir kanal var. Bunun da bir hakîkat tarafı var. Tamâmen deli saçması şeyler değil bunlar. Hakîkaten tıkanan pek çok nokta var. İktidârın kendi krizlerini çözme kabiliyeti yok. Dolayısıyla ancak, birtakım rota değişiklikleriyle ya da birtakım manevralarla idâre etmeye çalışıyor — Mehmet Şimşek’in getirilmesi hikâyesinde olduğu gibi. Ama bu, “Her şeyi yanlış yaptık. Bir dakika” deyip, her şeyi baştan ele alıp bütün meseleyi yeni baştan kuracak bir değişim meselesini ya da irâdesini ortaya çıkartmıyor. Çünkü işin doğasına aykırı. Bunun olabilmesi için en başta şahsîleştirilmiş başkanlık rejimi ve bunun etrâfında kişiselleşmiş siyâsetin sorgulama konusu edilmesi lâzım. Bu da, böyle bir irâdeyi gösterecek Erdoğan’ın bizzat kendisini problem olarak ortaya koyup bunun sorumluluğunu kabul etmesi demek. Bu mümkün değil. Ne fıtratına uygun, ne koşulları îtibâriyle mümkün, ne de bu iktidârı birlikte ayakta tutan diğer parçaların talepleri açısından uygun. Erdoğan’ı fedâ ederek devam ettirebilecekleri bir şey yok. 

Diğer kaynağa geçtiğimizde: “Yaparsa Erdoğan yapar” üzerinden, “Evet, problemler var. Ama zâten bunları düzeltecek olan Erdoğan’dır”. Erdoğan’ı asla tartışma konusu etmeksizin, sürekli Erdoğan’a “yumuşama”, kimi zaman “yeni açılım”, kimi zaman “uluslararası güç” vehmederek, sürekli ondan yapmadığı şeylerin beklentisi üzerinden siyâsî kredi üretmesini sağlayan bir mekanizma işliyor. Her seçimden önce, her seçimden sonra ve aralarda, her vesilede, “Erdoğan aslında şöyle yapacak” hikâyesi dolaşıma giriyor. Bu yapının içerisinde ikinci bir yan kanat, iktidar içerisindeki güç çatışmalarındaki ekiplerin birbirine karşı hamlelerinde kullanılan bir argüman. Yani “Erdoğan’a kim daha yakın? Erdoğan’ın yakın çevresini hangi ekip oluşturuyor?” mücâdelesinin içerisinde, “MHP’yi itmek”, “MHP’nin zarârı”, MHP çatışması bir taraf, “Yeniden başlangıç kodlarına dönmek” başka bir iddia, MHP dolayısıyla milliyetçilikle ilişki yine başka bir iddia. Dolayısıyla, burada neredeyse hiçbir şey yapmadan senelerdir hep canlı tutulan ve aslında Erdoğan’ın da hem içeride hem dışarıda işine yarayan, ama Erdoğan’ın asla kendisinin telaffuz etmediği bir potansiyel değişiklik iddiası var. Şimdi bu ikisi yine çalışmaya başladı. Dediğim gibi bunların hakîkî tarafları var. İktidar içerisinde gerçekten çatışmalar var. İktidârın hakîkaten sıkıştığı, Erdoğan’ın yapmak zorunda olduğu şeyler var. Ama bunları bir köşe yazısındaki, sonradan Erdoğan tarafından açıkça defalarca reddedildiğini gördüğümüz birtakım lâflardan, “Kaşık attı, şöyle baktı, iki gündür sustu, üç gün konuştu…” diye buralardan kerâmet üretmeye çalışmak, hiçbir zaman adını açıklamayan birtakım AKP kaynaklarının çok acayip hazırlıklar yaptığı iddialarına dayandırmak çok isâbetli gelmiyor bana. Olacaksa zâten görürüz. 

Erdoğan, Özal gibi yapacağı hamleleri önceden kamuoyu hazırlansın diye sağa sola salan bir adam değil. Ne yapacaksa, yapacağını doğrudan kendisinden duyulmasını isteyen tipte bir liderlik yürütüyor. Zaten seçim sonrasında AKP içerisinde olduğu varsayılan tartışmaların hepsiyle ilgili Erdoğan’ın dışarıya verdiği mesajlar hiç de o kulislere uymuyor. Demin bahsettiğimiz şatafat meselesinde bile, grup toplantısında tek tek insanları azarlıyor olabilir, “Bunları yapmayın” diyor olabilir; ama bunu hakîkaten üstlenip bir özeleştiri konusu yapacağına dâir hiçbir işâret görmüyoruz 

Bir başka tez — ki bunu birinci grup için söyleyeyim: Ne Türkiye’deki hâkim iktisâdî elitlerin ne uluslararası aktörlerin ne uluslararası sermâye çevrelerinin, sâdece Türkiye değil bütün dünya için, artık demokratikleşme gibi bir temel talebi yok. Ekonomik model olarak yeni otoriter konsolidasyon, böyle bir şeyi öncelemiyor. Paranın demokrasiyi ve özgürlüğü sevdiği iddiası bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde geçerli değil. Paranın ihtiyaçları olan birtakım öngörülebilirlikler var, onları da zâten Mehmet Şimşek gibi adamlar “lokal halk”ı iknâ ederek sağlamaya çalışıyorlar 

Ruşen Çakır: Evet “local people”dan Kadri, sen ne düşünüyorsun Erdoğan’ın yumuşaması veya sertleşmesi konusunda? 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Kadri Gürsel: Bana ne zaman söz verse, bir lâf sokuşturmak gibi bir âdet edindi bu arkadaşımız. Ama düşüşe bakar mısın? Rolex ve ıstakoz uzmanıydım, şimdi “local people” oldum. Keşke “Rolex uzmanıyım” deseydim. Tamam abi, ben Rolex uzmanıyım. “Local people” olmaktan da çok onur duyuyorum. Buyur. 

Ruşen Çakır: Tamam. Peki sence Erdoğan hakîkaten bildiği gibi devam mı edecek?

Kadri Gürsel: Erdoğan kendi tercihi sonucunda asla yumuşamaz. Erdoğan’ın zihninde yumuşamak gibi bir fikir yok. Erdoğan yumuşamaz, ama yumuşatılır ve ilk fırsatta tekrar sertleşmenin yolunu arar. Yumuşatılır derken de şöyle oluyor: Teşbihte hatâ olmaz. Yani kimse benim iki olay arasında bir benzerlik kurduğum yönünde bir tahrîfâta girişmesin. Erdoğan’ın en son bir CHP Genel Başkanı’yla görüştüğü vesîlenin ne olduğunu hatırlayalım.

Ruşen Çakır: 2015 seçim sonrasını mı diyorsun?

Kadri Gürsel: Hayır, darbe sonrası. FETÖ darbe girişiminin akabinde, Kemal Bey, “Kaçak Saray” dediği Külliyeéye gitti. O zaman olmuştu o görüşme. Şimdi de Özgür Özel bence iyi bir taktisyen olduğunu göstererek görüşme talep etti ve Erdoğan da bir şekilde Özgür Özel’le görüşecek. Böyle bir otokratın, her vesîleyle muhâlefeti küçümseyen, onları tahkir eden, aşağılayan, ötekileştiren bir otokratın, muhâlefet liderini kabul etmesi, hem de “Ben birinci partiliyim, sen ikinci partisin” demiş bir muhâlefet liderini kabul etmesi yumuşama değildir.  O, yumuşatılmaktır ve kabul ederse de bundan ne çıkar açıkçası emin değilim. Konuşulacak konuları var. Tabiî ki en önemli meselesi iktidarda kalmak. Oradan da teklif edeceği, açacağı pazarlık konuları olmasa kabul etmez. Anayasa değişikliği teklifini konuşacaklar. “Biz şunu yapmak istiyoruz, siz de buna destek verin” gibi.  İlginç bir noktaya doğru gidiyoruz.

Yumuşama meselesiyle ilgili bir şey daha var söylemek istediğim: Ben, yumuşamak gerektiğini, Erdoğan ve partisinin anketlere bakarak takdir ettiği kanaatindeyim. Misal, İstanbul’da 5 yıldır Ekrem İmamoğlu’na karşı uyguladıkları çevreleme, kuşatma, tecrit etme, iş yaptırmama politikasının, sonunda halkta ciddî bir tepkiye neden olduğu anlaşılıyor. Elimde bir anket yok, ben öyle olduğunu görüyorum. İmamoğlu bunu anlatmayı çok iyi becerdi. Çünkü İmamoğlu, iktidârın bütün medya araçlarına rağmen, halkla ve İstanbullu’yla çok daha yakın bir ilişki içinde. Bunu en çok da sen söylüyorsun zâten. Ve İmamoğlu bunu anlatmayı becerdi. Bunun kendi aleyhlerine bir sonucunun olduğunu AKP tespit etmeseydi, Tevfik Göksu’yu görevden almazdı. Tevfik Göksu kanaatimce artık bu devrin adamı değil. Muhâlefete karşı hoyratça, her türlü âdâbın dışına çıkarak küstahça sürdürülen aşağılayıcı ve terbiye sınırlarını zorlayan tutum…

Ruşen Çakır: Büyükşehir Meclisi’nde çoğunluk kendilerindeydi çünkü.

Kadri Gürsel: İş yaptırmıyorlardı, her şeye “Hayır” diyorlardı. Şimdi ne oldu? İç borçlanma yetkisi veren bir teklifi AKP de destekledi ve 2021’den beri engelledikleri 1 milyara yakın bir iç borçlanma yetkisi, AKP’nin oylarıyla geçti. AKP “Hayır” oyu verse de de geçecekti, ama bu sefer “Evet” dediler. Şimdi değişen nedir? 2021’de beri engelledikleri şeyi şimdi engelleseler ne olur, engellemeseler ne olur. Çoğunluğu kaybettiler. Ama şimdi “Evet” dediler. Çünkü bu politikaların gerçekten ters teptiğini, tepki uyandırdığını, irite ettiğini, antipati uyandırdığını fark ettiler. Tevfik Göksu da bu dönemin çok antipatik bir figürü olarak kenara çekildi. Yerine Zeynel Abidin Okul geldi. 2014 seçimlerinde Beşiktaş İlçe Belediye Başkan adayıymış AKP’den. Bir Beşiktaşlı. Mülâyim bir figür olabilir muhtemelen. Mülâyim olduğu için de adını duymamışızdır sonrasında. Onu AKP Grup Başkanvekili olarak getirdiler. Bu, değişmez bir kuraldır. Yumuşayan otokrat kaybeder, iktidardan gider. Bunu en iyi bilenlerden biri Erdoğan’dır. Bir adım ileri, iki adım geri veya böyle lineer bir şeyde devam edecektir. Grupta yaptığı konuşma da bunun denemesiydi.

Ben Erdoğan’ın seçim akşamı yaptığı konuşmadan pişman olduğu kanaatindeyim. Yenilgiyi kabul etti, şimdi onu da çevirmeye çalışıyor. Bir de hep her türlü sadmeden sonra 4 gün bekleyen ve 4 gün sonra ya da bilemedin 5 gün sonra mutlaka konuşan ve yeni bir politika, yeni bir tavır açıklayan Erdoğan’ın, şimdi bunu yapmak için 15-16 gün beklemiş olması, AKP’nin ve iktidârın ve en başta kendisinin aldığı politik darbenin, çok büyük târihsel ve bence geriye çevrilmesi mümkün olmayan bir darbe olduğunu gösteriyor. On beş gün düşündü, taşındı. Zamâna oynuyor. “Dün böyle diyordun bugün niye böyle diyorsun?” demesinler diye unutulmasına çalıştı On beş gün sonra, şimdi belediye sayısı hesâbıyla, yani parmak hesâbı yapıp, “Seçim, yüzde 40,5 oy oranıyla, Cumhur İttifâkı’nın üstünlüğüyle tamamlanmıştır” dedi. 

Ruşen Çakır: O hesap da yanlış zâten.  

Kadri Gürsel: Yanlış. Hâlâ “Biz birinciyiz” demesi. Çok şanssız bir konuşmaydı o. 

Ruşen Çakır: Ben Erdoğan’ın konuşmasını not alarak izledim. Sonra okudum ve tekrar izledim. Yıllardır Erdoğan’ı dinlemiş, söylediklerini okumuş birisi olarak, gerçekten Erdoğan’ın târihindeki en dramatik olaylardan birisi. “Düştüğü yerden kalkmak” lâfını kullandı. “Biz ‘bitti’ demeden bitmez” lâfını söyledi. Aslında bu cümlelerle, düştüğünü ve bitmekte olduğunu kabul ediyor. 

Kadri Gürsel: Bir şey bitiyor ki, “Bitti” denilenin kabul edilip edilmemesini tartışmaya açıyor. 

Ruşen Çakır: Evet. Bir taraftan da Kemal’in söylediği gibi, parti teşkîlâtına toz kondurmamaya çalışıyor; ama parti teşkîlâtının artık bir şey yapamayacağını da biliyor. Yani kendisini, kendi sorumluluğunu işin içine katmadan söyleyebileceği ne kadar lâf varsa hepsini söylüyor. Aslında konuşmanın içine baktığın zaman, bir söylediğiyle bir başkası birbirini tutmuyor. Meselâ “özeleştiri” diyor –ki kaç kere söyledi bunu–; “Cesurca özeleştiri” dedi. Ama sonra, “O kadar da değil” diye devam etti. Orada, gerçekten paralize olmuş, ne yapacağını kestiremez bir hal var. 

Ekim’de kongreye gidiyormuş AK Parti. Bu arada MYK değişecek, belki Bakanlar Kurulu’nda değişiklikler olacak. Hangi bakanın gidip yerine kimin geleceği hakkında birkaç gün konuşulacak.   

Kemal Can: Ayrıca, gelse bile bu nasıl bir değişikliğe işâret edecek? 

Ruşen Çakır: Geçen seçimin sonrasında yaptığı kabine değişiminde daha rasyonalist, daha teknokrat insanların getirildiği söylendi. Şimdi meselâ, “AK Parti bu seçimi şu bakan yüzünden ya da şu bakanlık yüzünden kaybetti” diyebilen olur mu? Böyle bir şey yok. Tamam, ekonomi etkili; ama ekonomiyi de değiştiremiyorsun. Tam bir tıkanma hâli var. Bir taraftan da, “Milleti o kadar da takmayalım” baskısı var. Meselâ Mehmet Uçum’la başlayan, Yiğit Bulut’la ve Devlet Bahçeli ile giden, “Sandık nedir ki? Yüce Devletimiz varken sandık her şey değil…”

Kemal Can: Erdoğan bu grup toplantısında, üstelik muhâlefeti tekrar aşağılayarak, “Bunu başka türlü yorumlamaya kalkanlar görecek” derken, aslında bütün o tezi tamamlamaya çalıştı.

Ruşen Çakır: Tamam da, bir taraftan “sandık” deyip bir taraftan da birbirini tekzip eden çelişkili bir hal var. Kadri’nin söylediği şu görüşme meselesine bakarsak, Özgür Özel, “Bu bir nezâket görüşmesi olmayacak. Benim gündemim var. Bu seçimden birinci çıkmış partinin genel başkanı olarak, bir önceki seçimde Cumhurbaşkanı seçilmiş olan kişiyle görüşeceğim” dedi. Yani bir pazarlıktan bahsediyor. 

Kadri Gürsel: “Eşitiz” dedi aslında.

Ruşen Çakır: Pazarlıktan bahsediyor yani. Şöyle bir olay olacak herhalde: Erdoğan’ın o söylediği, “Birileri kendilerince ‘yerel iktidar’, ‘merkezî iktidar’ diye Türkiye’de ikili yapı oluşturmaya çalışıyor” sözüne karşı, Özgür Özel de, “Bu sâdece bir yerel iktidar değil, artık bir şeylerini paylaşman lâzım” diyecek herhalde. Ama bunu nasıl söyleyeceğini bilmiyorum. Tabiî Erdoğan buna yanaşmayacaktır. Yanaşmadan neyi nasıl yapabilir çok kestiremiyorum.

Kemal Can: Bu şuna benziyor: Mayıs’ta ABD’ye gidecek ya? Bir yandan ABD’ye kafa tutan anti-emperyalist dünya liderini oynayacaksın, bir yandan “Aramızdan su sızmıyor” diye manşet attıracaksın. Aynı şeyi aynı anda yapabilme kabiliyetine benzer bir şey. Özgür Özel meselesine girmeden önce iki temel şey söyleyeyim. Birincisi, Kadri’nin söylediği, zamâna yayma hikâyesinin işâretlerini görüyoruz. Erdoğan’ın, kendi partisiyle ilgili olmayan başka konularda da artık reddedilemez haklılıktaki eleştiriler karşısında hep söylediği bir şey var: “Onlar dedi diye yapmayız. Ne yapacaksak biz yaparız. Muhâlefet dedi diye yapmayız, gazeteciler dedi diye yapmayız”. Burada da aynı şey. Meselâ şimdi kabineyi değiştirecek, partiyi değiştirecek filan; ama hepsini sonbaharda yapılacak kongrenin öncesine bırakıyor. Yani hızla, hemen, herkesin artık mecbur olduğunu düşündüğü anda hamle yapmıyor, biraz zamâna yayıyor. Bu, şunu sağlayan bir şey: “Ben karar veririm”. Özeleştiri meselesinde de, “Özeleştirinin dozunu kaçırmayın. Eleştirilecek ya da değiştirilecek şeye ben karar veririm”. Bu, fıtratıyla ilgili bir tarafı olduğu gibi, kurulan iktidar kimyasıyla da ilgili bir şey. Yani şahsîleşmiş bir iktidar formunda, lideri korumak zorundasın. Bu yüzden güçlü kalmak zorunda. Hem kalmak için kendisini güçlü tutmak zorunda, hem de onu iktidarda tutan bütün şeyler onu korumak zorunda. Bu yüzden kimse, özeleştiri yapma kılığında olanlar bile, Erdoğan’a bir lâf etmiyor. 

Bir başka şey: Erdoğan’ın o konuşmasında en kritik lâflardan biri, “Biz yine birinci çıktık seçimden” demesiydi. Nasıl bir hesapla söyledi bunu? AKP ve MHP’nin toplamı îtibâriyle söyledi.

Kadri Gürsel: Cumhur İttifâkı olarak söylüyor.

Kemal Can: Tamam ama, “Biz artık bir tek partiyiz” diyor. Bunu çatlakçılar için söylüyor. “Biz tek bir partiyiz ve bu şekilde birinciyiz”. Bunun bir anlamı var. Bu rastgele söylenmiş, sâdece matematiksel bir numaradan ibâret değil. Kendi tabanında da MHP’nin varlığıyla ilgili çok tartışılan canlı bir şey varken, sen çıkıp muhâlefet karşısındaki gücünü bu toplamdan aldığını ifâde edersen, bir cevap vermiş olursun.

Kadri Gürsel: Ama o zaman denklem şöyle kuruluyor: CHP’nin karşısında Cumhur İttifâkı. Bu aslında kendini aşağılamak. CHP’nin karşısında eski Millet İttifâkı’nı kursan, bu sefer de kim bilir kaç puan fark yiyorsun.

Ruşen Çakır: Bence Erdoğan’ın en büyük dramı, uzun bir süre muhâlefeti kurcalayarak iktidârını koruma düşüncesiydi. 

Kemal Can: Muhâlefeti kurcalayabilecek enstrümanları olduğunu düşünüyor. 

Kadri Gürsel: Zâten kimsede olmayan muazzam enstrümanlar onda var.

Kemal Can: Evet, şimdiye kadar kullandığı basit enstrümanlar, bir sürü faktörden dolayı, bu seçimde aynı sonucu vermedi. Ama bunlar tamâmen bitmiş ya da bunlar artık zemin olarak tekrar kullanılamaz anlamda değil. Şimdi senin söylediğin Özgür Özel tartışmasına gelelim. Bunu seçimden önce de epeyce konuştuk. Bu Anayasa meselesi, yeni siyâsî dizayn ve bu seçimin travmasını toparlama meselesi açısından kritik önemde olacak. Hem muhâlefeti diğer aktörleri îtibârıyla çatlatma hem gündemi kontrol açısından anayasa meselesi kritik bir şey. Kadri’nin söylediği gibi ben de Özgür Özel’in başarılı bir hamle yaptığına katılıyorum. Büyük ihtimalle muhâlefet ve Özgür Özel ve CHP bunu böyle okuyacak. Ama Erdoğan’ın Özgür Özel’i kabul etmesinin devâmı olarak atacağı adımlar îtibârıyla başka bir bağlama oturabilir. Erdoğan bunu anayasa meselesinin bir parçası hâline dönüştürdüğünde, “Ben eşiti olarak karşısına oturdum” kozu o kadar güçlü halde kalmayabilir. Hatırlarsanız Erdoğan, 2019’dan sonra, adını bile anmadığı İmamoğlu’yla görüşmeyi kabul etmişti. 

Ruşen Çakır: Bu seferki muhâlefet… –muhâlefet diyoruz da, aslında CHP– daha önceki CHP değil. Artık birinci parti. 

Kadri Gürsel: Millî irâde muhâlefeti CHP’leştirdi. Kürt hareketini her zaman bâkî olarak orada tutarak konuşuyorum. 

Ruşen Çakır: Artık yavaş yavaş toparlıyoruz. Bitiriyoruz hattâ; dükkânı kapatıyoruz.

Kadri Gürsel: Burada konuştuklarımız iyi güzel, yalnız şunu görmek lâzım: İktidar devlet, yani devletleşmiş bir iktidar.

Ruşen Çakır: Afyon’da çıkan şeyleri gördünüz mü?

Kadri Gürsel: Evet, böcekler. Özelleştirilmiş bir hafiye teşkîlâtı da var. Dolayısıyla, CHP bugüne kadar alışageldiği tarzda siyâset etmeye devam ederse, bu devletleşmiş iktidar, devlet gücünü kullanarak gitmesini yine geciktirebilir.

Ruşen Çakır: Kadri, şu anda önümde 2016’da Biden’la çekilen selfie fotoğrafınız var. Biraz önce Erdoğan’ın ABD gezisinden bahsetti Kemal.  Sana bir Biden uzmanı olarak soracaktım ama…

Kadri Gürsel: Bak yine lâf sokuşturacak.

Kemal Can: Sana yine bir pas geliyor.

Kadri Gürsel: Sen beni bu programa bu maksatla mı çağırıyorsun? 

Ruşen Çakır: Evet, aynen öyle.

Kadri Gürsel: Biden selfie’si Instagram hesâbımda duruyor zâten. Tweet’ledim de zâten. 

Ruşen Çakır: Evet, biliyorum. Adam bayağı çöktü, ama sen daha genç duruyorsun. 

Kadri Gürsel: Tabiî ki. O fotoğrafta ben Biden’la değil, Biden benimle selfie çektirmiş gibi duruyor. 

Ruşen Çakır: Evet, arkada da Osman Kavala var.

Kadri Gürsel: O da târihî bir tesâdüf.

Ruşen Çakır: Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Kemal Can’a ve Kadri Gürsel’e çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.