Milan ve Real Madrid tarihine geçmiş efsane forvet Kaka Leite içini The Players’ Tribune’e döktü: Medyascope Spor’dan Uğurcan Kanca, yetenekli oyuncunun yazısı sizler için çevirdi.
Kaka Leite The Players’ Tribune’e yazdı: “Hafızamda halen taze: 2007 Şampiyonlar Ligi Finali”
Bir Şampiyonlar Ligi finali için sahaya inen devasa ve devamlı devam eden gürültüyü unutmak imkansızdır. Zamanı askıya alan ve ruhumu dolduran ağır, sağır edici, her şeyi kapsayan bir gürültü.
Gerrard ve Kuyt başlama vuruşu için hazırlar. Onlardan biri topa dokunana kadar dünya askıya alınmış bir animasyon gibi duruyor. Şampiyonlar Ligi finali de böyledir.
Hadi hakem, düdüğü çal!
Arkama bakıyorum ve Dida, Oddo, Nesta, Maldini ve Jankulovski’yi görüyorum.
“Bu savunma çok güçlü.”
İki yıl önce aynı Liverpool’a karşı İstanbul’da oynadığımızda da böyle demişlerdi ve ilk yarıyı 3–0 önde kapatmıştık.
“Bu savunma çok güçlü.”
On dakikadan kısa bir süre içinde üç gol yedik ve penaltılarla şampiyonluğu kaybettik.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu nasıl mümkün olabilir?!
Mantık bunu açıklamıyor ama oyunun sonucunu kontrol edemeyeceğimi öğrendim. Ancak hazırlık yaparak kazanma şansımı artırabilirim.
Arkama bir kez daha bakıyorum. Ambrosini, Gattuso, Pirlo ve Seedorf savunmamızın önünde duruyor. Yetenekten de öte, şampiyonlara özgü bir ortamımız var, her zaman seviyenizi yükseltmenizi isteyen bir atmosfer. Zihnimde oyunun nasıl gelişeceğini canlandırmaya çalışıyorum; hücumda ve savunmada yapmam gereken hamleleri, hücum edeceğim alanları, rakibin nasıl oynayacağını hayal ediyorum. Aynı zamanda, kafamdaki birçok sesi susturuyorum ve hayal edemediğim şeyi yapmak için içgüdülerimin özgür, sakin ve dingin olmasına izin veriyorum. Şimdiye kadar da böyle oldu. Otomatik taktiksel hareketler beni sahada doğru yere koyuyor. Mümkün olduğunca az hata yaparak üzerime düşeni en iyi şekilde yapmalıyım. Belirleyici maçlarda hikâyenin sonucunu detaylar yazar ama hata yapma korkusu yaratıcılığımı engelleyemez. Büyük savaşları oynamaktan her zaman keyif almışımdır. Bu gergin hayali oyun finalden önceki gece başlıyor ve Şampiyonlar Ligi marşının çaldığı ana kadar devam ediyor.
Tamam, yine buradayız. Ama ya … yine kazanamazsak?
Ama biliyorum ki yakında sadece taraftarlar stresli hissedecek. Bu hep böyledir. Taraftarlarımızın bizi daha önce hiç olmadığı kadar desteklediğini hissediyorum. Tutkulular, tüm sezon boyunca bize ilham verdiler, bize inanıyorlar ama 2005’in anısıyla birlikte finalin dramı da var. Milan’da sadece tek bir tezahürat vardır: “Alè, Milan alè, forza lotta vincerai non ti lasceremo mai!”.
Benim için Gerrard topa dokunduğu anda her şey daha hafif olacak. Şampiyon olma arzum beni çocukluğumun güneşli günlerine geri götürecek, ortaokuldayken teneffüsün tamamını rulo haline getirilmiş çoraplardan yapılmış bir topu tekmeleyerek geçirirdim. Bu düşünce beni sakinleştiriyor. Korku ve heyecan duyguları daha az birbirine karışacak, kükreme uzak olacak, futbol sevgisinin sesi hareketlerimde yankılanacak ve çocukken yaptığım gibi mutlu ve özgürce oynayacağım.
Her şey São Paulo’daki okulda başladı. Ondan önce, Brasilia ve Cuiabá’da yaşarken ailem futbolla pek ilgilenmiyordu. Televizyonda Tricolor’ı izlemek hoşuma giderdi ama biz daha çok balık tutmayı severdik. Babam arkadaşlarıyla Pantanal sulak alanlarına geziler düzenler ve beni de yanında götürürdü. Çok severdim…. Ama sonra, Sao Paulo’ya taşındığımızda, futbola bağımlı hale geldim. Sonsuza kadar. O kadar çok oynuyordum ki beden eğitimi öğretmenim annemi aradı: “Bak, Ricardo’yu bir kulübe götürmenizi tavsiye ederim çünkü o diğer çocuklardan farklı. Sadece topla olan becerisi değil, arzusu da öyle.” O da öyle yaptı.
Bu hakem neyi bekliyor? Hadi ama dostum!
Yanımda, Inzaghi her zamankinden daha hareketli görünüyor. Ne düşünüyor acaba? Manchester United’a karşı oynadığımız yarı finali mi? Ne maçlardı ama! Old Trafford’daki ilk maçta Cristiano Ronaldo sadece beş dakika sonra gol atmıştı. Sonra ben iki gol attım ve stadyumlarını rahatlatıcı bir sessizlik kapladı. Tüm bunlar ilk yarıda oldu. İkinci yarıda da Rooney iki gol attı ve galibiyeti aldılar. Ama harika bir maçtı ve sonuca rağmen Milan’da kimse o gece yenilmiş hissetmedi.
San Siro’da, sağanak yağmur altında oynanan rövanş maçında, İtalyan basınının hâlâ La Partita Perfetta dediği şeyi başardık: 3–0. Seedorf’un kafa vuruşunda topun alanın kenarına doğru geri gelmesinin ardında perdeyi ben açtım. Top bir kez sekti, bana Van der Sar’a hızlıca bakmam için zaman verdi, ardından sol ayağımla alt köşeye güçlü bir vuruş yaptım. Harikaydı. Sonra Seedorf ve Gilardino finaldeki yerimizi belirledi.
Sonunda hakem düdüğü çaldı. Final başlıyor!
Biliyor musunuz, intikam kelimesini pek sevmiyorum. Ağır ve kesin olmayan bir kelime. Tamam, rakipler aynı, formalar aynı, koçlar da aynı. Ama iki tarafta da farklı oyuncular var. Atina’dayız, İstanbul’da değil ve ben de 2005’teki gibi değilim. O yıl Crespo ve Shevchenko’nun önde olduğu orta saha dörtlüsünde oynamıştım. Bu kez santrforumuz Inzaghi ve Ancelotti benden ona daha yakın, serbest bir rol oynamamı istedi. İşe yarıyor. Bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde şimdiden 10 gol attım. Ne büyük bir nimet!
Zaman nasıl geçiyor….
Babamın São Paulo FC üyeliği alması ve maçlara gitmeye başlamamızın üzerinden çok zaman geçmemiş gibi görünüyor. Benim için sabah (okulda), öğleden sonra ve akşam (São Paulo’da) futbol oldu. Top, soluduğum hava gibiydi. Kulüp üyeleri için düzenlenen şampiyonada yarışmaya gittim ve antrenörler kısa süre sonra beni genç takımla antrenman yapmaya çekti. Ama kendimde farklı bir şey görmedim, özel bir şey yoktu. Size karşı dürüst olacağım. Orada benden çok daha iyi olan bazı çocuklar antrenman yapıyordu. Ve benim bir sorunum vardı: kemiklerimin büyümesinde iki yıllık bir gecikme vardı, bu da beni yaşıtım olan diğer çocuklardan çok daha küçük yapıyordu.
Bu nedenle 12–14 yaş arası benim için duygusal bir büyüme dönemiydi. Antrenman yapardım, antrenman yapardım, antrenman yapardım ama hiç oynamazdım. Çoğu zaman maçları tribünden izlemek zorunda kalırdım. Hayal kırıklığı yaratıyordu ama aynı zamanda karakterimi geliştirdiğim bir dönemdi. Ailemden ve en büyük güç olan Tanrı’dan destek aradım.
Eve motivasyonumu kaybetmiş olarak dönüyordum. “Artık bunu istemiyorum. Futbolu bırakacağım.” Bir gün ailem bana şöyle dedi: “Bırakmak istiyorsan sorun değil. Ama kalbini neşeyle dolduracak ve cesaretin kırıldığında sana güç verecek bir şey bulmalısın. Çünkü hayat böyledir, her zaman iyi ve kötü anlar arasında gidip gelir. İşin sırrı, kötü zamanları atlatmanıza yardımcı olacak, severek yaptığınız bir şey bulmaktır.”
Aklımda bu düşünceyle yattım ve uyandığımda yapmayı sevdiğimi söyleyebileceğim tek bir şey vardı: futbol oynamak. “O yüzden hazırlan ve antrenmana git.” Kıl payı kurtulmuştum. Böyle tavsiyeler verebilen bir anne ve babaya sahip olduğum için ne kadar şanslıyım? Hayatımdaki tüm farkı yarattı.
Aman Tanrım, şimdiden mi?! Çıkarın şunu! Çıkarın şunu!
Maçın ilk tehlikeli hamlesinde, 10. dakikada Dida doğaüstü kurtarışlarından birini yapıyor ve tarihin tekerrür edip etmeyeceğini merak ediyorum. Yine mi?????
Şimdi sıra bizde….
Top bana geliyor, yaklaşık 16 dakika sonra. Biraz uzaktaydım ama şansımı deneyeceğim. Göğsümle indirdim, yere koydum ve … vın! Kalecileri kurtardı. Ne maç ama. Oyunda hiç ara yok. İki takım da gol atmaya çalışıyor ve defans oyuncuları topu dışarıda tutmak için hayatlarını veriyor.
Birden top tekrar bana düştü. Harika. Inzaghi ofsaytta. Geri gel, Pippo, geri gel, yoksa seni oyuna alamam. Tamam, onun yerine şut atacağım. Ama … Ooooof! Bu kadar kırmızılı adam nereden çıktı?! Altı Liverpool oyuncusu etrafımı sardı. Bu çok fazla. Xabi Alonso beni iterek yere düşürdü. İyi olan şey, faul pozisyonunun Pirlo’nun en sevdiği yerde olması. Antrenmanlarda her seferinde buradan gol atıyor. Ayağı eliymiş gibi yerleştiriyor. Dai, Andrea! Dai! Topu kalecinin sağına doğru gönderiyor ve…. Bekle, dışarı çık, dışarı çık, yoldan çekil!!! Top Inzaghi’den sıyrılıp yoluna devam ediyor ve kükreme artıyor, her şeyi bastırıyor ama bu sefer sadece sevinç getiriyor. Ancelotti’nin yedek kulübesinden ne bağırdığını bir kenara bırakın, kutlamalar sırasında birbirimize söylediklerimizi bile zar zor duyuyoruz. Milan 1–0!
Devre arası.
Soyunma odasına giderken, 2000 yılında kariyerimin en dramatik anında beni tedavi eden doktoru hatırlıyorum. Bu anı neden şimdi aklıma geliyor? Hiçbir fikrim yok. 18 yaşındaydım.
“Tekrar ne zaman oynayabileceğim doktor?”
“Bugün soru sorma günü değil. Bugün şükretme günü çünkü sizinki gibi çoğu vakada hasta bir daha yürüyemez bile. O yüzden bugün sadece şükredin.”
Tüm vücudum titriyordu. Tanrı’nın beni her zaman desteklediğine dair kanıtım vardı çünkü olanların mantıklı bir açıklaması yoktu.
São Roque’daki Club Athletico Paulistano’ya kiralık olarak gittikten sonra taktiksel ve zihinsel olarak çok geliştim, São Paulo FC’nin 20 yaş altı takımına ilk 11’de döndüm ve birdenbire profesyonel seviyeye çıkma konusunda gerçek bir şansa sahip olma beklentisinin ağırlığını hissettim. Arkadaşım Júlio Baptista bunu çoktan başarmıştı. Sonra, Ekim 2000’de, sezonun üçüncü sarı kartını gördükten sonra kendimi bir maç ceza almış halde buldum. Koç bana izin verdi ve ben de Caldas Novas’taki büyükanne ve büyükbabamı ziyarete gittim.
Bunu kim hayal edebilirdi ki? Masum bir şekilde su parkında oynuyordum. Kaydıraktan aşağı indim ve başımı havuzun dibine çarptım — altıncı boyun omurum kırıldı. O yılı oynamadan, boyunluk takarak ve geleceğimden korkarak bitirdim. Çok zordu. Tanrı ile olan ilişkim dışında her şey belirsizdi.
Eğer bu benim yolum olacaksa üniversitede ne okuyacağımı düşünmeye başladım. Ancak iyileşme şaşırtıcı oldu ve Ocak ayı gibi erken bir tarihte antrenmanlara geri dönmeme izin verildi.
Eğer o ana kadar yaşadığım ruhani deneyim Şampiyonlar Ligi finalindeki stadyum gürültüsü kadar güçlü olduysa, bundan sonrası gerçeküstüydü.
Antrenmana geri dönmüştüm ama hâlâ yedek kulübesindeydim. Takımımız uçuyordu, Brezilya’daki en büyük gençlik turnuvası olan 2001 São Paulo Kupası’nda mücadele etmeye hazırdı. Ama sonra A takım antrenörü Vadão, Rio-São Paulo Turnuvası’nda oynayacak 20 yaş altı çocuklar istedi. Ben de gittim. Bir maç, bir başka maç ve Üç Renkli ilerlemeye devam etti. Birdenbire finalde Botafogo ile karşılaştık. Ve 1–0 kaybediyorduk. İkinci yarının ortalarında Vadão yedek kulübesine baktı ve beni işaret etti. “Buraya gel oğlum!” Kimse beni tanımıyordu. Bir yorumcu bana “genç takımdan Ricardo Kaká” diyordu ve televizyonda adım C ile yazılmıştı: Cacá. Şampiyonlar Ligi finali tekrar başlamak üzere, bu yüzden uzun hikayeyi kısa keseceğim: İki gol attım ve São Paulo FC eşi benzeri görülmemiş bir şampiyonluk kazandı — Dida’nın kurtarışlarından daha doğaüstü bir başlangıç.
Sadece birkaç ay sonra Brezilya milli takımındaydım. Buna inanabiliyor musunuz? Ve ertesi yıl, adım — K ile mi C ile mi yazıldığını bile bilmiyorum — Felipão’nun 2002 Dünya Kupası için hazırladığı kadro listesindeki son isimdim.
Daha önce bazı milli takım maçlarına çağrılmıştım ama sadece Brezilya’da oynayan diğer oyuncuların bulunduğu kadrolarda. Malezya’ya ve oradan da Japonya’ya gitmeden önce Barselona’daki “yabancılara” katılma vakti geldiğinde, otelin kahvaltı salonuna vardım ve video oyunlarımda seçtiğim tüm o çocuklar asansörden çıkmaya başladı. Teker teker.
Ronaldo. Rivaldo. Cafu. Roberto Carlos…. Burada ne yapıyorum ben?!
Ronaldo gelip benimle konuşan ilk kişiydi. Sanırım ona 1994 Dünya Kupası takımının en genç oyuncusu olduğu zamanki halini hatırlatmıştım. “Dinle, neye ihtiyacın olursa olsun, sadece diş macunu ya da aileni ne kadar özlediğini konuşmak için odama gel. Bize her zaman güvenebilirsin.” Adam tam bir fenomendi, hem de sadece sahada değil.
Yirmi yaşında dünya şampiyonu olmak inanılmazdı. Grup aşamasında Kosta Rika’ya karşı birkaç dakika oynadım ve Almanya’ya karşı oynanan finalin sonunda Felipão beni yanına çağırdı. Kâğıdı dördüncü hakeme uzattım, o da tahtayı kaldırdı ve yorumcu Galvão Bueno şöyle dedi: “Çocuk Kaká’nın oyuna girmesi için yeterli zaman var mı?” Yeterli zaman yoktu. Ama sorun değil. Hakem maçın sonunda düdüğünü çaldığında tüm Brezilya “Beş!” diye bağırdı. Tıpkı şimdi olduğu gibi taç çizgisindeydim. Ama bu sefer hâlâ yüzleşmem gereken koca bir ikinci yarı var.
Andiamo, ragazzi! Odaklan…. konsantre ol. Bu sefer elinizden kaçırmayın.
Dürüst olmak gerekirse, Ancelotti’nin devre arasındaki talimatlarını hatırlamıyorum. Ama her zaman olduğu gibi sadece iyi şeyler söylediğinden eminim. Milan’a 2003’te geldiğimde, dünya şampiyonu olmama rağmen çok gençtim ve o bana göz kulak oldu. Ancelotti bu konuda bir uzman. Dinler, kararlarını açıklar ve herkesin kendini sakin ve takım için önemli hissetmesi için elinden gelen her şeyi yapar. Maldini, Cafu, Seedorf…. gibi köklü yıldızlarla dolu bir grupta bu kolay değil.
Bu arada, bu takım Şampiyonlar Ligi’ni yeni kazanmıştı. Milan’la sözleşme imzalamadan önce, kulübün direktörü ve Sao Paulo’dan tanıdığım Leonardo’nun transfer görüşmeleri tıkandığında bana söylediği bir şey aklımdan çıkmadı.
“Dostum, Milan Şampiyonlar Ligi’ni kazandı ve mevcut kadroda çok fazla değişiklik yapmayı planlamıyoruz. Burada şampiyonlarımıza minnettarız. Onlara değer veriyoruz” diye açıkladı Leo.
Birkaç ay sonra Milan’a gittim ama bu sözlerin gücü beni çok etkiledi: “Milan Şampiyonlar Ligi’ni kazandı.” İlk kez bu kulübün nasıl bir kulüp olduğunu ve oyunculara yaklaşımlarının ne kadar özel olduğunu anlamıştım.
İtalya’daki ilk sezonumda rakipler beni henüz tanımıyordu ve oynama özgürlüğüm vardı. Ve çok da iyi oynadım. Serie A şampiyonu olduk ve ligde yılın futbolcusu seçildim.
Ertesi yıl formum düştü. Artık bir yenilik değildim. Oyuncular beni tanıyordu; neler yapabileceğimi biliyorlardı, bu yüzden markaj daha da sıkılaştı ve boşluk bulmakta zorlandım. Ancelotti’nin yardımcıları hemen harekete geçti. Bir gün hep birlikte kulübün oyuncuların fiziksel ve zihinsel sağlığıyla ilgilenen ve performanslarını analiz eden ünlü Milan Laboratuvarı’na gittik. Birlikte bir sürü video izledik, kararlarımı, hatalarımı ve başarılarımı gözlemledik.
Çok genç yaşlardan itibaren oyunum topu alıp koşmaktı. Net, doğrudan ve belki biraz da tahmin edilebilir. Ama Milan Laboratuvarı’nda Ancelotti o sakin ses tonuyla benimle konuştu: “Artık topsuz oynamayı öğrenmenin zamanı geldi. Kendine ya da diğer oyuncularına alan yaratmak için hareket et. Bu senin performansını artıracaktır.”
Şampiyonlar Ligi finalinin ikinci yarısına dönersek, o konuşmadan sonra biraz evrim geçirdiğimi düşünüyorum. Bir 45 dakika daha — başlama sırası bende. Kükreme büyük bir şekilde geri döndü ve sadece sahayı değil tüm dünyayı sarmış gibi görünüyor. Atina’da, Milan’da, Brasilia’da, İngiltere’de, São Paulo’da ve hatta Pantanal’daki o küçük balıkçı teknesinde bile hissedebilirsiniz.
Maçın henüz iki dakikası bile dolmamışken Nesta bizi Gerrard’ın atağından kurtarmak için ceza sahası içinde bir çalım atmak zorunda kalıyor. Bu adam bugün çok iyi. Hadi, biz de onlara saldıralım! Sola doğru depar atıyorum ve yine alanın kenarında yerde kalıyorum. İşte Pirlo geliyor. Ooooof! Çubuğun üzerinden.
Neler olduğunu anlamaya fırsat kalmıyor çünkü Gattuso’nun yanlış pasının ardından Gerrard ceza sahamıza markajsız bir şekilde giriyor. Boku yedik! Liverpool’un durumu eşitlememesinin tek nedeni Dida’nın son anda topu yere yakın bir yerden kurtarması. Harika Dida!
On dakika daha ve hepsi bu kadar. Top yanımdan geçiyor. Artık çok uzun değil. Yorgunluk herkesi vurmaya başladı. Son oksijen parçasıyla beynim Milan Laboratuvarı’nda Ancelotti’yle yaptığım konuşmayı hatırlıyor ve orta sahada hareket edebileceğim boş bir alan buluyorum.
Gel bana, gel, gel….
Ambrosini bana pas veriyor, ben de ilerliyorum. Kafamı kaldırıyorum ve Inzaghi’nin savunmanın arkasından dolandığını görüyorum. Bir uzun pas saldım ve onu ceza sahası içine soktum.
Hadi, Pippo, hadi!
Topu açıyor ve kalecinin altından dokunuyor. O kadar yumuşak bir dokunuş ki topun çizgiyi geçmesi 25 yılımı aldı.
GOOOOOL!!!
İki dakika artı uzatma dakikaları kaldı ve Şampiyonlar Ligi galibi olmaya çok yaklaştım. Kuyt Liverpool’a bir geri dönüş yaptığında, neredeyse yine elimizden kaçıracak mıyız diye soracağım. Ama bugün aynı zamanda soru sormama günü. Bu son beş dakikada akla mantıklı hiçbir düşünce gelmiyor. Artık sadece mücadele etmek gerekiyor. Nasıl yapabiliyorsanız öyle koşun. Sadece koşun ve topu mümkün olduğunca uzağa atın. Maçı başlatması bu kadar uzun süren hakem, bitirmesi daha da yavaş görünüyor.
Bitti, hakem!
İşte orada! Atina Olimpiyat Stadı’nda geceyi delen yeni ve şaşırtıcı bir ses: son düdük. Milan Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Turnuvayı gol kralı olarak tamamladım ve hâlâ farkında olmasam da 2007’nin sonunda Ballon d’Or ve FIFA En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini alacağım.
Ve sonra, sahanın ortasında diz çökerken, tatmin oldum. Güçlü bir minnettarlık duygusu beni kaplıyor ve yere yığılıyorum. Kaká’nın tüm versiyonları burada.
Çorap toplarını tekmelemeye bağımlı küçük okul çocuğu. Balık tutmayı seven. Pes etmenin eşiğindeyken, her şey imkansız göründüğünde ebeveynlerinden en değerli tavsiyeleri duyan çocuk. Bir yüzme havuzunun dibinde altıncı boyun omurunu kıran genç. São Paulo FC’ye beklenmedik bir şampiyonluk kazandıran iki golü atmak için yedek kulübesinden gelen genç takımdan Ricardo “Cacá”. Ronaldo’dan başkası tarafından 2002 yılında Japonya’da “evlat edinilen” genç.
Diz çöküyorum çünkü bu kadar çok duygunun ağırlığını taşıyamıyorum. Yavaşça Milan formamı çıkarıyorum çünkü herkesin minnettarlığımı bilmesini istiyorum. Göğsümde, altıma giydiğim tişörtün üzerinde yazıyor: BEN İSA’YA AİDİM.
Aidim.
Bugün soru sorma günü değil biliyorum ama elimde değil. O’nun her şeyi hazırladığına nasıl inanmayız? Hikayemin bir mucize olduğuna ve O’nun benim için her zaman bir amacı olduğuna nasıl inanmam? Bunu hak etmeye nasıl devam edebilirim? Senin varlığından nasıl asla uzaklaşamam? Sadece O beni bütünüyle tamamlar. Ve gelecekte bana Şampiyonlar Ligi finalinde oynamanın nasıl bir şey olduğunu sorarsanız ne diyeceğim?
Şampiyonlar Ligi finalinde oynamanın basitçe: bir kükreme olduğunu söyleyeceğim. Hayatın kükremesi. Zaferde ya da yenilgide karakterimizi şekillendiren bir ses.
Ve top yuvarlanır yuvarlanmaz, bu anla ilgili hayal ettiğiniz her şey durur ve kükreme, kaderinizi aramanız için yüksek ve net bir çağrıya dönüşür.
Kaynak: The Players’ Tribune
Yazan: Kaka Leite
Çeviren: Uğurcan Kanca
Editör: Doğa Üründül