İsmail Güzelsoy ile Saf-Suya Anlat üzerine söyleşi

Saf-Suya Anlat kitabını İsmail Güzelsoy Ruşen Çakır’a anlattı. Güzelsoy, kitabın yazım sürecini, hikâyenin oluşumunu değerlendirdi.

“Biz burada değiliz, yola vuran gölgeleriz,” dedi. Bu veda sözüyle yola çıktı genç Şaman Subala.

On bir buçuk hayat yaşadı. On bir buçuk hayata kaç hikâye sığar, kaç hayat yaşayınca bilgeliğe varır bir yolcu? Kaç aşk bizi kendimizle tanıştırır? Kaç kez yıkılınca tek başımıza ayağa kalkmayı öğreniriz?

İsmail Güzelsoy, nüvesini onlarca yıl önce oluşturduğu bu “yeniden” eseri Saf – Suya Anlat’ta, bilgeliğin son aşamasının; sahip çıkılmış masumiyetin ta kendisi olduğunu fısıldayan bir anlatı şöleni sunuyor okura. Yüzlerce yıl öncesinden günümüze uzanan yolları ve hikâyeleri izlerken bir yerden sonra yolun ve hikâyenin tek bir şey olduğunu gösteriyor. Saflığın doğasını, bilgeliğin sınırlarını ve tabii ki aşkın sonunun olmadığını da…

Yalnızlıkla lanetlenmiş bir karakter, tüm “unutulganlıklarımıza” karşı “hatırlatmak” göreviyle, yüzyıllar önceden kalmış bir defter yapraklarının arasından sesleniyor. Unutulganlık? Öyle bir kelime yok, ama olsun, yine de güzel.

“Anladım ki mürekkep sudur ve ben meramımı suya anlatıyormuşum hep.”

(Kitap tanıtım bülteninden)

İsmail Güzelsoy, uzun yıllar önce tasarladığı ancak yazımını ertelediği romanı “Saf-Suya Anlat”ı tamamladı. Yazar, kitabının girişinde 1990’ların ilk yıllarında başlayan ve hiç dinmeyen bir masal-roman hayalinden söz ediyor. Güzelsoy, bu romanının aslında yazmayı planladığı ilk kitap olduğunu belirtiyor.

İsmail Güzelsoy ile Saf-Suya Anlat üzerine söyleşi
İsmail Güzelsoy ile Saf-Suya Anlat kitabı üzerine söyleşi

İsmail Güzelsoy kimdir?

1963 yılında Iğdır’da doğdu. Dokuz yaşındayken ailesiyle İstanbul’a taşındı. Gaziosmanpaşa ve Karagümrük semtlerinde yaşadı, liseyi bitirinceye kadar yaz aylarında Cağaloğlu’ndaki matbaalarda çırak olarak çalıştı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde eğitim gördü, üçüncü yılında okulu bırakıp İsveç’e gitti. Orada İsveç dili ve edebiyatı üzerine çalıştı. 1987 yılında İstanbul’a döndükten sonra on yılı aşkın bir süre İsveççe ve İngilizce rehberlik yaptı. Bu dönem[1]de çeşitli dergi ve gazetelerde makale, öykü ve röportajlar yayımladı. Rehberlik yaparken Anadolu’da karşılaştığı olay, insan, coğrafi ve kültürel dokunun esiniyle kısa ve uzun pasajlardan oluşan notlar biriktirdi. Bu notlar daha sonraki yıllarda yazacağı romanların esasını oluşturacaktı. Yazar, 90’lı yıllarda Rus, Avrupa ve Latin Amerika edebiyatları, 2000’lerde kadim İran edebiyatı ve roman estetiği üzerine çalıştı. Bir öykü derlemesi olan ilk kitabı Seni Seziyorum / Kitab-ı Mukadder, 2000 yılında yayımlandıktan sonra düzenli bir şekilde roman yazmayı sürdürdü.


Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. İsmail Güzelsoy’la, İthaki Yayınları’ndan çıkan son romanı Saf-Suya Anlat üzerine bir sohbet yapacağız. İsmail merhaba. 

İsmail Güzelsoy: Merhaba.

Son romanın dedim ama bu romanın garip bir öyküsü var. Aslında var olan bir kitabın yeniden yazılması. Şunu izleyicilerimize bir özetler misin?

Güzelsoy: Bu aslında 12 yıl önce yazdığım bir romandı. Masal gibi ilerleyen, o kahramanın yolculuğu, hikâyesi üzerinden giden, o şablona uygun bir roman olarak tasarladım. Fakat o dönem, masallar, mitler, o sözlü anlatı geleneği üzerine o kadar çok kaptırdım ki, açıkçası işin roman bölümü biraz daha soluk kaldı. Yani roman kurgusundan çıktı iş. Gazetecisin bilirsin, bizim iş yerinin kepengi yok ya, öyle, beyni kapatıp, ‘’tamam, bu iş oldu bitti’’ diyemiyorsun. O, zaman içinde mayalanmayı sürdürdü, kendi kendini sürdüren bir hikâyeye dönüştü. Yani bunu ben bir daha roman olarak ele alsam ne olur ki? Bununla ilgili aykırı herhangi bir yasa yok. Deneyeyim bakalım ne çıkacak diye birkaç sene notlar aldım. Sonra da altı yedi ay kapanıp üzerine çalıştım. Sonunda böyle bir şey çıktı. Bu romanı ilk yazarken de tasarımım şuydu: Bizim şu anda içinde yaşadığımız dünyada, bundan önceki paradigmadan çok farklı bir şeyin içine düşmüş durumdayız. Artık bir yaşam tarzı dayatılmıyor, bir düşünce şablonu, bir algı tarzı dayatılıyor. Yeni bir algı tipi oluşturuluyor. Özellikle insanın kendini algılayışı, kendi kimliğini algılayışı ile ilgili çok ciddi sorun var ve bunun gösterilmesi gerekiyordu. 

Birinci romanda, ki o romana da sahip çıkıyorum, çok da seviyorum o romanı, ama bunun çok net görülebildiğine inanmıyorum açıkçası. Çok özetle, ‘’kişisel gelişim’’ diye tanımladığım bir ideolojik bombardıman altındayız. Hiçbir dinin olmadığı kadar dogmatik bir yapıyla karşı karşıyayız ve işin en berbat yanı, biz bunu göremiyoruz. Çok saydam bir ideolojik bombardıman altındayız. Buna bir cevap, cevap demeyeyim, bir çözüm önerisi… Yani üst başlığı ‘’İnsan nasıl dönüşür?’’ olacaktı. Çünkü insanın olgunlaşma yolculuğunun özü, bir dönüşüm yolculuğudur aynı zamanda. Peki, biz nasıl dönüşürüz? Şimdi kişisel gelişim kitaplarına bakıyorsun, sosyal ağlara bakıyorsun. Buralarda bize dayatılan bir şey var. Nedir o? ‘’Kendini sev, ânı yaşa. Kendini kucakla, öpücük gönder sabahları.’’ ‘’Seni seviyorum’’ diyorsun ayna karşısında. Bu hakikaten ne kadar iş görüyor? İşin etik boyutunu geçtik, bu ne kadar pragmatik? Bir değeri var mı bunun hakikaten? Bize ne katıyor, ne götürüyor? Ve biz gerçekten kişisel gelişimdi, şuydu, buydu, bu yöntemlerle dönüşebilir miyiz? Bunu sorgulayan bir metin olacak. 

Peki, o zaman şimdi araya gireyim. Bayağı yoğunlaşmışsın. Kitap da çok yoğun bir kitap. Senin kitapların hepsi öyle de, bunda birçok ayrıntı var. Bir kere çok mekân var. Kervanlar Anadolu’dan başlıyor, Semerkant’a kadar gidiyor. Kervanların içerisinde çok sayıda etnisite ve inanış var. Her yaş grubundan, her meslekten insanlar var. Kadınlar çok ortada. Yani erkekler daha baskın, ama kadınlar ortada. Böyle bir serüven. Ama bunu yaşayan bir de genç biri var. Onun yaşını tam çıkaramadım. Ergenlikle gençlik arasında bir yerde galiba. 

Güzelsoy: Evet, o yaşlarda. 

Bunun detaylarına gelmeden önce, 12. yüzyıl ve mekânlar farklı, inanışlar farklı, bu, epeyce bir çalışmayı gerektiriyor diye tahmin ediyorum. Yani Wikipedia‘ya bakarak yazılacak bir iş değil. Nasıl hazırladın bütün bu coğrafya, orada bahsedilen hastalıklar, inanışlar… Kitap boyunca bilmediğimiz bir şeylerle karşılaşıyoruz. 

Güzelsoy: Bu dönemle ilgili çalışma yapmak gerekiyor. Fakat ben o dönem biraz abarttım bu işi. Yani mitler, mitoloji, şu bu, bütün bunlar, sözlü edebiyat, geleneksel edebiyat, şuydu, buydu. Selçuklu tarihinin o dönemiyle ilgili, yani 12. yüzyılın tamamına ilişkin yazılmış her şeyi, bütün seyahatnameleri filan elden geçirdim. Hatta bazı kelimelere denk geldim. Bunlar sözlüklerde yok, ama İbn Battuta kullanmış. Mesela bunları araştırdım. Bazılarını bulamadım. Bulamamama rağmen de kullandım. Ne dediğini anlıyorum çünkü, o kelimenin ne anlama geldiğini biliyorum. Ama bazı şeyler var ki hakikaten bilmiyorum. Bunlara çok zaman harcadım. Mesela kervanlar o dönemde, 12. yüzyılda nasıl gidiyor? Neden insanlar mesela bir yolculuk yaparken kervanla hareket etmek zorundalar? Bu, kafamı kurcaladı mesela. O dönemin ünlü kervanlarından bir tanesi 5 bin insandan oluşuyor. Bunun en az bir 10 katı da hayvan var orada. Sürüler var. Düşünsene, on binlerce canlı yürüyor ve bunlara saldırılıyor. O dönem Haçlı seferlerinden kaçan şövalyeler, başıbozuklar, kervanlara saldırıyor. ‘’Kervan kırmak’’ denilen bir deyim var. Bu Tapınak Şövaleleri de bunlar zaten, oradan çıkma. Daha sonra bunlar kendi aralarında örgütleniyorlar. 

Bu dönem hastalık var, mesela veba salgınları var. Bunun kervana sızmaması için çok steril şartlarda gitmesi gerekiyor. Peki, bunlar suyu nereden buluyorlar? Çöl geçiyor bu adamlar. Adamlar derken, bir de kadının pozisyona bakalım. Anadolu’da hakikaten o yıllarda kadın bizim zannettiğimiz gibi bir şey miydi? Bu kadar büyük bir baskı var mıydı mesela kadınlar üzerinde? Bunları araştırdım. Çok ilginç sonuçlar çıkıyor. Romanda anlatılan şey, herkesin itiraz ettiği, kadınların bu kadar özgür olmaması gerektiğiydi. Aslında bence kadının en çok tutsak olduğu, özgürlükten en mahrum kılındığı dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. Bir yandan evet, bir uyanış var, kimliğine sahip çıkma süreci yaşanıyor, ama cinsel kimlikler diye genelleyerek LGBT’yi de dâhil ederek söylüyorum. Tarihte hiçbir zaman bu kadar baskı olmadı. Farklı kimlikler üzerine bu kadar içselleştirilmiş bir baskı. O dönemle bu dönemi ideolojik açıdan kıyasladığın zaman şunu görüyorsun. Bunu her zaman söylüyorum, bir kere daha tekrar edeceğim: Türkiye gibi ülkeler baskı toplumları değil. Türkiye’yi bir baskı toplumu olarak tanımlamıyorum ben. Bir kastrasyon toplumudur. Mesela bütün Ortadoğu toplumları için herhalde bunu söyleyebilirim. Belki İran’ı hariç tutarak. İran bir baskı toplumudur, ama geri kalanı baskı toplumu olarak tanımlanamaz. Çünkü insanlar herhangi bir şeye itiraz edecekleri zaman önce kendi içlerinde baskılıyorlar. Bir kastrasyon, iğdişleşme durumu söz konusu. On ikinci yüzyıldaki insanları incelediğin zaman, o insanları yeniden bir romanda işlemeye karar verdiğin zaman, ‘’o zaman da mı böyleydi?’’ diye bakıyorsun. Hayır, değil. En azından bu kadar değil, yani içselleştirilmemiş. Birileri baskı uyguluyor, birileri otorite adına gidip bir yerlere saldırıyor. Ama mesela Urfalı Mateos’un Vekayi-nâmesi’ni okuduğun zaman başka bir şey görüyorsun. Yani bu kadar etnisitenin, cinsel farklılıkların, cinsel azınlıkların bu kadar otoritenin baskısı altında olmadığını hissedebiliyorsun. Bu dönem o yüzden benim için çok önemliydi. O dönem üzerine çalışmak zorunda hissettim kendimi. 

Kitap boyunca iki tane olay var, bu, kitabın her yerinde karşımıza çıkıyor. Bir ayna var, bir de sıfır var. Ayna maddi bir şey. Sıfır ne, nasıl bir şey bilmiyorum. Kitap boyunca sıfırın da bir serüveni var. Bir sır gibi tarif ediliyor. Bulunur gibi oluyor. Ama ayna başka bir şey. Bazen aynamsı şeyler var, ama tam ayna denilemeyen şeyler. Buralarda bir şeyler anlatıyorsun. Ben bir şeyler çıkartıyorum, ama senin ayna ve sıfırı kitabın neredeyse merkezine yerleştirmiş olmanın nedeni nedir?

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Güzelsoy: Ayna aslında birkaç boyutta düşünülebilir. Bu, laytmotif dediğimiz şeyleri tek bir boyutta anlamak, yani yorumlamak ‘’Şu şunun karşılığıdır’’ gibi aritmetiksel bir karşılığı olmayabilir. Ama her şeyden önce ilk başta romanı yazarken aynayı romana koyma gerekçem şuydu. İlk katmanda, en üst katman için söylüyorum, insanın kendi imgesi, yani narsizm. Öyle bir sistem var ki insanı kendi kimliğine hapsediyor. Bunun dışında herhangi bir itirazı, bir hedefi yok. Şimdi dönüp bakıyorum, insanlarda, özellikle yeni kuşaklarda, kendi imgesini esas kabul etme gibi bir durum var. Sakil laflar etmek istemiyorum. ‘’Ruhsuzlaşmış bir kitle’’ gibi laflar ya da iri iri laflar etmek istemiyorum. Ama hakikaten şöyle bir şey var. Kendimizi bir beden olarak algılamaya zorlanıyoruz. Bunun karşıtını şöyle bir kutupsallık içinde düşünmüyorum: Yani ‘’bir ruh var, bir beden var’’ kutupsallığı içinde düşünmemek gerekiyor. Ama bu, insanın kendisini yalnızca dışarıdan görüldüğü şekliyle algılaması… İşin psikolojik boyutuna bir şey diyemem, ama insanın özsaygısı, kendisini olgunlaştırma yolculuğu içerisinde ciddi bir ayak bağına, ciddi bir tökezlemeye neden olur. 

Roland Barthes’ın bir metnini okumuştum. Adını tam olarak hatırlamıyorum ama Genç Bedenler Tapıncı gibi bir şeydi. İçinde bulunduğumuz dönemi, çağı, ‘’güçlü, kaslı, genç, dinamik bedenlerin kutsandığı, geri kalan her şeyin lanetli olarak görüldüğü bir çağda yaşıyoruz’’ gibi tanımlayan bir makaleydi. Bu beni çok etkilemişti. Şimdi hakikaten böyle bir faşizm diyebileceğim kültürel faşizm var. Herkes çok kaslı olmak zorunda, spor salonlarına gidiyor, protein tozları bilmem ne. Bangır bangır. Peki, neyi doyurmaya, neyi olgunlaştırmaya çalışıyorsun? Instagram’da izliyorum; adam yedi katlı binanın üzerinden takla atıyor, öbür binaya sıçrıyor, bir şeyler yapıyor. Hakikaten insanüstü şeyler. Hayran kalıyorsun. Benim böyle bir zaafım da var. Çok da severim böyle işler yapanı. Ama bu insanla röportaj yapıyorsun, tın tın, hiçbir şey. Kendi zihnine, olgunlaşma yolculuğuna dair hiçbir şey göremiyorsun. Bedeni tamamen bir et yığını, önünde adeta 80 kiloluk bir et var, Buna hizmet eden bir varlığa dönüşmüş durumda. Bu böyle bir imge. 

Sıfır ise insanın bir sıfır noktası arayışı. Sıfırın matematik tarihindeki macerası üzerine dört beş tane roman yazılabilir. Çok iddialı bir laf ediyorum biliyorum, ama o kadar karmaşık bir yolculuk ki. İnsanlar 9’a kadar sayıyor, sonrası yok. 9+1 diye devam ediyor. Sıfırın olmayışı, muhasebe yapmayı neredeyse imkânsıza yakın bir noktaya getirmiş, çok zorlaştırmış. Sıfırın icadıyla birlikte matematikte büyük bir eşik aşılmış. Bu anlamda sıfır bir yönüyle bu. Ama romandaki simgesel değeri ise ‘’insanın bir sıfır noktası var mı?’’ Yani bizim en çıplak, en kendimiz olduğumuz, ‘insanın en başkası olmadığı’ hâli yakalayıp, onun üzerine bir şeyler koymaya çalışmasının, olgunlaşma yolculuğunu buradan inşa etmesinin gerektiği bir insan tasarımı var karşımızda. Her sistem kendi insanını oluşturur, üretir, biçimlendirir. Ama hiçbirisi kendi tasarımını bize bu kadar içselleştirmemişti. 

Dünün dünyasını sen de yaşadın, ben de yaşadım. Orada ideolojik bombardıman hep dışarıdan gelen bir direktifle oluşuyordu. ‘’Vatanını seveceksin, dinine sahip çıkacaksın, şudur budur.’’ Hep bize dışarıdan empoze edilen şeylerdi. Şimdi burada temel fark şu. Bize bunu söyletiyor. Bu da bir kastrasyondur. Biz kendimiz öyle olması gerektiğine inanıyoruz. Kahveye giderdin, bir kahve içerdin. Şimdi bir gidiyorsun 170 çeşit kahve var ve müthiş bir seçme şansın var. ‘Ben az sütlü latte içerim. Ne oldu? Kendini tanımlamış olduğunu zannediyorsun. Bir seçenek ürettin ve kendini tanımlıyorsun. ‘’Ben boynuma bir dövme yaptıracağım, farklı hâle geleceğim.’’ Ama senin bütün yatırımın, şekline şemailine dönmüş durumda. Bence insanlık, tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar yeraltı ırmağı gibi kılcal damarlara kadar işleyen bir ideolojiyle karşı karşıya kalmadı. Neoliberallerin, bütün sistemin söyleminin hepsini iç sese dönüştürmeyi başardığını düşünüyorum. Bu sıfır noktası bütün bunlardan arınıp, bize yüklenmiş olan bütün ideolojik kodlardan arınmayı simgeliyor romanda. Adamın orada varmaya, bulmaya çalıştığı şey bu. 

Şimdi spoiler vermek de istemiyorum ama kitabı okurken şu şey beni çok etkiledi. Baştan bir talimatla yola çıkan, yapması gereken her şey önceden planlanmış bir genç var, Subala. Ve ne yapması gerektiğini ne yapmaması gerektiğini o talimatlarla hatırlıyor. Ama kişiliğinin inşası o talimatların dışına çıktığı zaman oluyor sanki. Ben öyle okudum. 

Güzelsoy: Evet. 

Değil mi? Yanlış okumadım. 

Güzelsoy: Çok güzel, şahane bir şey söylüyorsun. Bu kişiliğin dışına, o bir ikinci bir soru. Nasıl oluyor o insan kullanma talimatı? Yani insanların bir kullanma talimatı var. Bunun dışına çıktığı anda gerçekten sıfır noktasına ulaşıyor ve kendini inşa etmeye ya da Marx’ın deyimiyle ‘’kendini gerçekleştirme’’ yolculuğuna bir adım atıyor. Peki, bu nerede başlıyor? Etkileşim. Bu kişisel gelişim ya da egemen ideolojinin bize dayattığı o dogma… İnan, hiçbir ideoloji bu kadar dogmatik değil. Ben üzerine çok kafa yordum. Yani Marx’ın ‘’halkın afyonu’’ dediği ideoloji, tam da kişisel gelişim bence. Hiçbir şey bu kadar ağır bir afyon içermiyor bence. Çünkü senin kendi içgüdüne, bilinç dışına işlemiş durumda. Buradan çıkabilmenin yolu etkileşim. Ben hep şu örneği veririm, öğrencilerime de anlatırım: İki değirmen taşı var devamlı dönüyor. Sen araya hububat atarsın, taşlar onu ezer ve un haline getirir. Eğer hububat atmazsan bu taşlar birbirini yemeye başlar. İnsan zihninin çalışma biçimi de tamamen böyledir. Sen sürekli aynı düşünceyi öğütüp durursun. Dün içinde kaç kere aynı şeyi düşünüp, çözdüğünü zannedip aynı noktaya geri dönüyorsun. Çıkamazsın oradan. Oraya hububat atmadan, yani bir etkileşim alanı oluşturmadan hiçbir zaman hiçbir psikolojik sorun, şu bu, felsefi sorun, bir olgunlaşma çabası sonuç vermeyecektir. 

Bu, edebiyatta da böyledir. Mesela 500 sayfalık bir roman düşün. Sen bir karakteri tanımlasan da okurun kafasında canlanamayabilir o karakter. Ayağa dikemeyebilirsin o karakteri. Bir küçük pasajla, o tipi karakter hâline getirebilirsin, etkileşime sokarsın. Bir nesneyle, bir insanla, bir hatırayla etkileşime girdiği zaman ayağa dikilir. Sadece roman karakterleri değil, insan da böyledir. Niye çocuk yapıyorsun? Neden sevgili buluyorsun? Neden evleniyorsun? Neden dostluk kuruyorsun? Bütün bunların arka planında aslında potansiyel bir etkileşim arayışı vardır. Şimdi şöyle düşün, çok basit bir şey söyleyeceğim. Diyelim gitar kursuna gidiyorsun, gitar öğreniyorsun. Dünyada milyar tane şey var. Zaten istediğin müziği de dinliyorsun. Niye sen de gitar çalmak istiyorsun? Delilik bu. Niye gitar çalasın ki? Bir tek nedeni var. Sen o gitarı çaldığın zaman gitarla bir etkileşime giriyorsun. Müziği daha iyi, daha derinden kavramaya başlıyorsun. Aslında bizim içgüdüsel zannettiğimiz ya da içgüdüseldir bilmiyorum, ama tanımlamadığımız birçok eylemin arka planında bir etkileşim çabası, arayışı var. Çünkü biz orada dönüşeceğimizi biliriz. Yani bir insanla oturup sohbet etmek çok amaçsız gibi gelebilir. Havadan sudan konuşuyorsun. O havadan, sudan sohbetin sonrasında sende bir dönüşüm olur. Bu, zaman içerisinde mayalanır ve başka bir boyuta götürür seni. Başka bir algı boyutuna davet eder bu. Dönüşmenin, yani romanın söylediği özetle, dönüşmenin önkoşulu bir etkileşime girmektir. Yoksa aynada kendini sev, kendine göz kırp, sabahları kendini kucakla, bunlar zırva şeyler. Anlatabildim mi? Ve o kadar etkiliyor ki insanları bu tür şeyler. Yani beni de etkiliyor, itiraf edeyim. Oturuyorum, Instagram’da bir şey görüyorum. Üç maddelik bir şey. Başarılı olmak. Şimdi durup şunu düşünmüyorsun. Ben niye başarılı olmak zorundayım ki? Derdim ne benim? Niye başarılı olayım? Neden herkesin başarılı olması gerekiyor ve başarı benim elimde mi? Sınıfsallık yok, etnisite yok, cinsiyet, kimlikler yok, bilmem ne yok. Her şey senin elinde ve seninle sınırlı. Böyle bir dünya yok. Ben istediğim kadar o kişisel gelişim yönergelerini birebir uygulayayım, yine aynı noktada kalacağım. Çünkü etkileşime girdiğin zaman dönüşürsün. Bunun yolu da, bu etkileşimin çok güçlü, kalın duvarların içinde gerçekleşiyor olması. Kalın duvarların içinde gerçekleşiyor. Nedir o duvarlar? Senin sınıfsal aidiyetin. Yani kişisel gelişimi okuyorsun. Hakikaten dediğim gibi ikna ediyor, ama ikna olmak dönüşmenin önkoşulu değil. Mesela şurada oturalım, ben üzerimdeki tişörtün mavi olduğuna seni ikna edebilirim, ama bu sende bir dönüşüm yaratmayacak. Senin bunun mavi olmadığını görebilmen gerekiyor. Kendi olgunlaşma yolculuğun içerisinde, benim direktiflerimin dışında bir dünya olduğunu keşfetmen gerekiyor. Bunun yolu da etkileşim.

Mahimah’ın, yani Şaman’ın, bizim genç Şaman’ı yolculuğa davet ettiği, yola gönderdiği zaman ona fısıldadığı, ona öğrettiği bütün öğretilerin, bütün o kuralların, ilkelerin yol boyunca tek tek çöküşü tam da bunu söylüyor. Ne oluyor? Adam geliyor, âşık oluyor birine. Saf bir çocuk. Selam verdiğin zaman ne yapması gerektiğini, konuşmayı bile bilmiyor. Duyguların ismini bilmiyor. Duyguları tanımıyor. Biriyle tanışıyor, âşık oluyor ve birdenbire duman oluyor. Bütün o yapı çöküyor. Tam olarak yaşadığımız da bu değil mi? Bizim ilk aşk hikâyemiz böyle bir çöküştür aslında. İddia edebilirim ki insanların %90’ının yaşadığı ilk aşk deneyimi, büyük bir çöküştür. Çok nadir insan oradan mezun olur diyeyim. O okuldan atılırsın. İlk aşk maceran hezimetle sonuçlanır. Neden? Çünkü hayatı tanımıyorsun. Ötekiyle nasıl ilişki kurman gerektiğini bilmiyorsun. Ve birtakım direktiflerle, şiirlerle, şarkılarla, romanlarla kurguladığın bir aşk hikâyen var. Sonra bunun böyle olmadığını görüyorsun. Öyle iki ayrı iradenin bir araya gelmesi, öyle şiirlerde, şarkılarda anlatıldığı gibi olmuyor. Bir etkileşim o. Sen onu dönüştürüyorsun, o seni dönüştürüyor ve birlikte dönüşüyorsunuz. O zaman aşkın doğasını anlamaya başlıyorsun. Ve Subala, bizim Şaman karakter de bu nedenle, bu yordamla dönüşümü keşfediyor diyelim. Bütün o kullanma kılavuzunu kaldırıp atıyor bir kenara ve kendi yolculuğunu yapmaya karar veriyor. 

Burada hedef Semerkant. Ben Semerkant’a gittim yıllar önce. Çok acayip bir yer. Ve Semerkant deyince aklıma hemen din ve hatta tasavvuf geliyor, Nakşibendîlik geliyor. Nakşibendîlik için çok önemli bir merkez biliyorsun. Kitap boyunca dinin ötesinde mistisizm de var. Yani İslam’da tasavvuf, başka yerlerde mistisizm diye söyleniyor, bazıları İngilizcede Sofizm de diyor, ama farklı dinler. Mesela kahramanımız Müslüman değil Şaman. Belki onun soyu sonradan İslam’a geçecektir bilemiyorum, ama Şaman.  Bu dinin kitap boyunca ilginç bir şekilde, baskın olmayıp, yolculuk boyunca hep takip ettiğini ve zaten varılan yerde de dinin olduğunu görüyoruz. Bildiğim kadarıyla senin dine, ama onun ötesinde bu mistisizme ya da tasavvufa, bu konulara özel olarak da ilgin var, takip ediyorsun, araştırıyorsun. Kitapta da bu bir şekilde var. Baskın olarak yok ama var. 

Güzelsoy: Çok güzel. Tasavvuf dediğimiz zaman otomatikman bizim aklımıza İslam tasavvufu geliyor. Bu da bir ideolojik bombardımanın sonucu. Neden? Diğer dinler bu işlere kafa yormuyor mu? Bizim Hisar’da adamın biri çıkıyor bir sütunun başına. Simeon’du galiba, kendisi bir keşiş. 33 sene bir sütunun başının üzerinde yaşıyor. Bu çok yaygın bir şey. Hatta Italo Calvino’nun Ağaca Tüneyen Baron romanının da esin kaynağı odur. Anadolu’da çok yaygın bir şey bu. Yani gidiyorlar, bir tepeye çıkıyorlar, orada yaşıyorlar. Sepetle yemek çekiyor adam. Orada yaşıyor. Dünya nimetlerinden elini ayağını çekiyor. Şimdi dönüp Hristiyan geleneğine baktığın zaman, acayip bir mistisizm görürsün orada da. Şaman kültürüne dön bak, zaten özü mistiktir. Fakat biz tasavvuf dediğimiz zaman, hep İslam tasavvufu olarak bize yansımış. Tabii Müslüman bir ülkede büyüdüğümüz için doğal gibi geliyor, ama doğal değil bu. Yani her inanç sisteminin tasavvufu var. Bunu kabul etmek gerekiyor. Ve Şaman öğretiyi biraz incelediğin zaman, çok ilginç bir şeyle karşılaşıyorsun: ‘’Bu üzerinde yaşadığın gezegen, öyle toprak bilmem ne değil, bu canlı’’ diyor. Yani bir canlının üzerinde yaşadığını söylüyor. Şimdi bu gezegene bakış biçimin değişir. Diğer insanlarla, diğer canlılarla kuracağın ilişki de otomatikman değişir. Bu bir tasavvuf. Affın kapısını aralar. Nedir? Böcek. Böceğin de senin kadar yaşama hakkı var. Şimdi o da bu annenin, bu gezegenin çocuğu, değil mi? Bütün canlılar, orada çıkan bir yaprak, bir bitki; o da bu gezegenin çocuğu. Böyle bir tasavvuf üzerine kurgulanmış, çok daha kapsayıcı, can kavramının ön planda olduğu bir tasavvuf anlayışı vardır. Bunu da zaman içinde yol boyu çok kaybettik. Yeni dinler hep kendisine en güçlü rakibi eler ya, mesela dönüp İslamiyet’in ilk dönemlerine baktığınız zaman bir şey inancı var. Yani Hristiyanlığa, Museviliğe yönelik çok fazla şey yoktur. İtiraz görmezsin Kur’an-ı Kerim’e baktığın zaman. Hep putperestlikle bir konfrontasyon vardır orada dikkat edersen. Çünkü çok güçlü bir rakip var karşısında. Ona vurmaya çalışıyor. Çünkü oradan kurtarması, oradan bu tarafa çağırması gerekiyor. Kutupsallık bunun üzerine kurgulanmış. Oraya da bir bakmak gerektiğini düşünüyorum. Yani Şaman öğretinin de bir felsefesi, bir derinliği ve bir tasavvuf geleneği var. Ona bakmak gerektiğini düşünüyorum. 

İsmail, kitabı da gösterelim izleyicilere. Saf-Suya Anlat. Birkaç ay oldu değil mi çıkalı? 

Güzelsoy: Evet, Mayıs’ta çıktı. 

Sen şimdi boş durmuyorsundur. Artık kitapların adlarını karıştırıyorum. Müziğin baskın olduğu hangisiydi?

Güzelsoy: Avucumda Rüzgâr Var. 

Onun sonrasında Rölanti Çıkmazı. Onların ardından böyle bir şeyle karşılaşmak beni biraz şaşırttı açıkçası. Yorucu bir kitap, ama doyurucu bir kitap. Öyle söyleyeyim; yorucu ama doyurucu. Şimdi ne yapıyorsun? Var mı yeni bir şey? Vardır mutlaka.

Güzelsoy: Bir hazırlığım var, çalışmaya başladım. Bir kurgu. Ama bunu da bir kurgu üzerinden yapmak. Yani kurgusu olan, bir kurguyu anlatan, sadece yazarlar, yazar adayları için değil, aynı zamanda iddialı okurlar için de, iddialı film izleyicileri için de kurgunun temel prensiplerini, nasıl işlediğini, bir hikâyenin nasıl kurgulandığını anlatan ve biraz tezgâhta anlatan, fakat öğreti biçiminde değil de bunu bir kurgu üzerinden anlatan. Aritmetiksel ya da kurgusal ile kurgusal olmayan arasında, bir tür okuduklarımızı daha iyi anlayabilme ve daha farklı düşünebilme… Mesela ‘’başlangıçtaki karakter romanın sonunda niye dönüşür? Derdi nedir? Yazar neden böyle bir şey yapar?’’ gibisinden, bunları biraz daha yakından inceleyebileceğimiz, tartışabileceğimiz bir kitap hayâl ediyorum. Şimdi onun üzerine çalışıyorum ama bakalım ne çıkacak ben de bilmiyorum. Benim için de sürpriz olacak. 

Eyvallah. Çok teşekkürler İsmail. Evet, İsmail Güzelsoy’la Saf-Suya Anlat kitabını konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.