Serkan Turgut ile söyleşi: İzmir Türkiye’ye ne söylüyor?

İzmir Türkiye’ye ne söylüyor? Bir Arada Yaşarız Vakfı’nın “Mevsimlik İzmir Barometresi” yaz raporu açıklandı. Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtlayan Dr. Serkan Turgut, raporun verilerini anlattı.

BAYETAV, İzmir’de yaşayanların gündelik yaşamına, ruh hallerine, gündeme ilişkin değerlendirmelerine, kimlik ve aidiyetlerine yönelik güncel verilerle kentin nabzını tutan İzmir Barometresi’nin 2025 Yaz Raporunu yayımladı. Bu dönem, araştırmanın odağında emeklilik yer aldı.

603 kişiyle yapılan telefon destekli anketler ve kentin farklı ilçelerinde gerçekleştirilen derinlemesine görüşmeler, İzmir’in sosyal, ekonomik ve siyasi dinamiklerine ışık tutuyor. Akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve karar vericiler için önemli bir referans kaynağı olan raporun amacı, sunuş kısmında şöyle özetleniyor:

“Emeklilik yalnızca bireysel bir yaşam evresi değil, toplumsal bir aynadır. Bu rapor, görünmezleştirilmiş bir kesimin sesini duyurmak ve onurlu bir yaşlanma hakkını tartışmaya açmak için hazırlandı.”

Serkan Turgut ile söyleşi: İzmir Türkiye'ye ne söylüyor?
Serkan Turgut ile söyleşi: İzmir Türkiye’ye ne söylüyor?

Raporda, İzmir halkının %65’i burada yaşamaktan memnun olduğunu belirtiyor. Cinsiyete göre incelendiğinde kadınların (%67), erkeklere kıyasla (%64) İzmir’de yaşamaktan biraz daha memnun olduğu görülüyor. Yaş grupları açısından bakıldığında ise en yüksek memnuniyet oranı %76 ile 60 yaş ve üzeri bireylerde ortaya çıkıyor. Bu bulgular, önceki sayılarda elde edilen sonuçlarla paralellik gösteriyor. 30–39 yaş grubu ise %60 ile en düşük memnuniyet oranına sahip.

Gelir gruplarına bakıldığında, en üst gelir grubunda yaşayanların %81’i İzmir’de yaşamaktan memnunken alt gelir gruplarında bu oran %63–64 seviyesinde kalıyor. Doğum yerinin yaşam memnuniyeti üzerindeki etkisi de dikkat çekiyor. İzmir doğumluların memnuniyet oranı %70’e ulaşırken İzmir dışından gelenlerde bu oran %60’a düşüyor.

“İzmir, Türkiye ile konuşabilmeli”

Turgut, “İzmir, Türkiye ile konuşabilmeli. İstanbul’la, Konya’yla, Diyarbakır’la, Trabzon’la konuşabilmeli. Konuşabilmesi için İzmir’in de diğer şehirler tarafından tanınıyor olması lazım” dedi.

Turgut, İzmir’in klişelerin ötesinde yoksulluk ve emekli sorunu gibi Türkiye’nin temel problemlerini yaşadığını belirtti: “Emeklinin yaşadığı şeyin benzer olduğunu görmesi, yoksulluğun orada da yaşandığını görmesi gerekiyor. İzmir, yoksulluğuyla, emekli meselesiyle bir mikro Türkiye.”


Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. BAYETAV, Bir Arada Yaşarız Vakfı’nın mevsimlik İzmir Barometresi’nin yaz araştırmasını, daha önce de yaptığımız gibi Doktor Serkan Turgut’la konuşacağız ama bir farkla; öncekilerin hepsi uzaktandı ama bu sefer Serkan’ı İstanbul’da, stüdyoda ağırlıyoruz. Hoş geldin Serkan.

Serkan Turgut: Çok teşekkürler davet için. Sağ olun.

Ruşen Çakır: Şimdi dördüncüyü yapıyoruz, ilkbahar, yaz, sonbahar, kış diye. Şimdi yazı yapıyoruz. Yine çok ilginç sonuçlar var. Açıkçası şöyle: “Ya İzmir Barometresi nedir ki, ne çıkar ki?” filan diye insan başlıyor ama sonra bakınca İzmir sonuçta Türkiye’nin üçüncü büyük ili ve bambaşka, nevi şahsına münhasır bir il ve oradaki iniş çıkışlar çok önemli. Siz şimdi bu yaz araştırmasında emeklilik meselesini daha yakından ele almışsınız ama bazı şeyleri sürekli insanlara soruyorsunuz: memnuniyet, şehirdeki memnuniyet, ruh hâli gibi. Bir de kimlik meseleleri, bir arada yaşama da tabii vakfın temel amacı. Şimdi önce şunu bir sorayım. Bir mevsimden bir mevsime bayağı bir zaman geçti ve bu arada Türkiye’de iki tane süreç gündeme girdi: 19 Mart, CHP’ye yönelik operasyonlar, bir de ‘‘terörsüz Türkiye’’ ya da benim ‘‘yeni çözüm süreci’’ dediğim süreç. İkisi birbirine zıt süreçler. Sizin bu araştırmaya herhâlde bu iki olay da birden bir şekilde yansımıştır, değil mi?

Serkan Turgut: Evet, çok haklısın. Yani biz mevsim geçişinde en azından böyle, biliyorsunuz İzmir bir muamma, klişelerle anılan bir şehir ve gerçek veriye ulaşma şansımız da yok. Yani hep söylerim; bir taraftan birilerinin dövmeyi sevdiği, birilerinin de övmeyi sevdiği bir şehir ama böyle sayılarla, ‘‘Halk ne düşünüyor, veriler ne?’’ bunun üstüne ne yazık ki İzmir çok fazla veriye sahip değil. Biz o boşluğu dolduruyoruz aslında. ‘‘Güvenilir ve gerçekten anlamaya yönelik, o kutuplaşmayı aşabilecek bilgiyi var edebilir miyiz?’’ üzerinden düşünüyoruz ve her seferinde de bir yere odaklanıyoruz. Bu sefer emekliliğe odaklandık ama üç ayda bir yapıyoruz. Memleket üç ayda bir değişiyor, çok hızlı değişiyor. Yani operasyonlar oluyor, çözüm süreci oluyor, her seferinde değişiyor ya da işte yangınlar oluyor. Biz son üç aydaki gündemi soruyoruz mesela, gündem değişmiş oluyor. Biz soruları hazırlıyoruz mesela, neyi sorsak diye. O üç ay içerisinde belki 10 defa değiştiriyoruz, o hızlı akış içerisinde, sen daha iyi bilirsin. Ama şeyi yakalamaya çalışıyoruz: bunların her birinin en azından üç ayda bir yansımasını görmeye başlıyoruz. Kimlik meselesini de görüyoruz. Kimliklerden insanların o aidiyet duyduğu kimliklere tutunma, ona angaje olma durumunda farklılaşmalar oluyor ya da kendinden uzakta gördüğü insan grubu değişmeye başlıyor, güçlenmeye başlıyor. Yani bunu ayrıntısıyla konuşabiliriz.

Ruşen Çakır: Peki burada şeyi tekrar sorayım: Bu iki sürecin üst üste gelmesi ve birbiriyle çelişkili süreçler, yaptığınız araştırmaya sence nasıl yansıdı? Mesela bir tarafta bir kutuplaşma var, CHP ile AK Parti arasında en azından; bir tarafta da en son komisyon örneğinde olduğu gibi İYİ Parti dışında herkesin bir araya gelip Türkiye’nin köklü bir sorununu çözme, yani çözerler ya da çözemezler ayrı, ama bir masada bunun için bir araya gelmeleri var. İki birbirine zıt olay var ve sizin sorduğunuz soruların birçoğu da bu süreçlerin içinden geçiyor aslında.

Serkan Turgut: Yani burada 19 Mart’tan sonra inanılmaz bir eylemlilik oldu zaten. Sokaklar bayağı hareketlendi. İzmir özelinde de böyle bir şey oldu. Biz Nisan ayında çalışmayı yürüttüğümüzde mesela umut duygusunda ve öfke duygusunda çok ciddi bir yükselme olduğunu görmüştük. Bir taraftan da milliyetçi ve Atatürkçü fikirlerde de yükselme olduğunu görmüştük. Şimdiki Temmuz barometremizde baktığımızda da bunun devam ettiğini görüyoruz. Yani biraz şeyden düşme var. Diyelim ki bu muhafazakâr kimliğe yönelik uzaklaşma düşüncesinde Nisan ayında 10 puanlık bir yükselme oldu. Yani o makro siyasetteki gelişmeler kutuplaşmayı anında tabanda hissedebileceğimiz veriler sunuyor. 10 puan, birdenbire İzmirli “Benim kendimi en uzak gördüğüm kimlik muhafazakârlar” diyor ya da milliyetçi kimlik her barometremizde 1-2 puan yükselmeye başlıyor. Atatürkçü kimlik de öyle. CHP’nin mesela kendi tabanını konsolide etmeye başladığını görüyorsunuz. Yaklaşık 11 puanlık bir yükselme görüyorsunuz. Yani kararsızlar CHP’ye doğru gitmeye başlıyor. Ama ne yazık ki bir taraftan bunun çözüm süreciyle ilgili şeyleri de etkilediğini görüyoruz. Yani bir taraftan toplumsal barışla ilgili bir şeyler yapılıyor, komisyon var; ama bir taraftan da bitmeyen operasyonlar. Bugün yine yakın zamanda her gün bir operasyonla uyanıyoruz. Buna bir taraftan CHP’ye yönelik sokakta, tabii oy verme davranışına ne kadar yansır bilmiyorum bu ama, “Neden AK Parti ile yan yana duruyorlar?” eleştirisi var, bir taraftan da AK Parti’nin bütün bu yaratmış olduğu güvensizlik meselesinin çözüm sürecine negatif etkisini görmeye başlıyorsunuz. Yani siyasetin tepe noktasında, yani Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri bunu sürdürmeye çalışıyor, toplumsal barış meselesine önem veriyor ama biraz daha böyle tabana baktığınız zaman ne yazık ki 19 Mart’tan sonra yeniden o böyle işte bir öncekinde hatırlarsan ‘‘sivil milliyetçilik’’ dedik, ‘‘seküler milliyetçilik’’ dedik, onun ötekisi olarak Kürt meselesi ortaya çıkmaya başlıyor. Yani Kürtlerin yeniden damgalandığı bir sürece girmeye başlıyoruz. O ciddi manada onu da sekteye uğratabilir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi bu araştırmada ruh hâlini, duyguları soruyorsunuz ve işte umudu soruyorsunuz, öfkeyi soruyorsunuz vesaire ve hep soruyorsunuz bunu. Belli bir grafik var ve sen de baştan beri bu işin içinde olduğun için biliyorsun. Mesela İzmir genellikle ne bilinir? İşte efsane şudur: İzmir’de herkes rahat, aslında kendinden başka bir şey düşünmeyen, kendi huzuruna önem veren, hatta “Başkaları bizi rahatsız etmesin, biz ne güzel hayatımızı yaşıyoruz” diyen bir şehir. Gerçekten öyle mi, yoksa daha böyle kaygılı, tedirgin mi?

Serkan Turgut: Gittikçe tedirginleşiyor. Stres en tepede ölçtüğümüz duygu hâli. Çünkü soruyoruz: “Son üç ayda en çok hangi duyguları hissettiniz?” 10’un üzerinden puanlamalarını istiyoruz. Her seferinde stres, kaygı en üst seviyede çıkıyor. Onunla birlikte öfke yüksek çıkıyor. Pozitif duygular ne yazık ki her seferinde azalarak gidiyor. Umut duygusu mesela gittikçe azalıyor. En dipte umudu görüyorsunuz ve baktığınız zaman öfke duygusunda yükselme görüyorsunuz. Ve kuşaklar arası şeylerde de mesela gençliklerle ilgili sorduğunuzda, “En çok hangi duyguyu hissediyorsunuz, umudu puanlayın?” dediğinizde 7, 8 diye puanlamasını beklersiniz, gençliğin daha umut dolu olmasını beklersiniz, ne yazık ki en diplerde görüyorsunuz. Stresi en üst seviyede gençlerde görüyorsunuz, umudu da en diplerde ve ne yazık ki 60 yaş üzeriyle birlikte en üst seviyede görüyorlar.

Ruşen Çakır: Bu duyguların Türkiye’de yaşanan ekonomik sorunlarla ilişkisini ölçme imkânınız var mı?

Serkan Turgut: Büyük ölçüde onunla ilgili. Çünkü sormuş olduğumuz diğer sorularda, mesela “Kendi ekonomik durumunuzu 5 yıl sonra nerede görürsünüz?” diye sorduğumuzda her seferinde iyimser bakış açısı inanılmaz bir şekilde azalıyor. Çünkü geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı hayatın her anını ele geçirmeye başladı diyebiliriz.

Ruşen Çakır: İzmir hep orta sınıf ve güçlü bir orta sınıfın olduğu müreffeh bir şehir olarak bilinir, değil mi?

Serkan Turgut: Öyle. Mesela şey değişkenini almakta zorlanıyoruz. Normalde eskiden daha basitti, işte belli bir barometre belirliyorsunuz. Nedir? İşte asgari ücretin şu kadarını alıyorsa alt gelir grubu diyeceğiz, orta sınıf diyeceğiz, üst sınıf diyeceğiz. O fiyatı aldığınız zaman, bedeli koyduğunuz zaman toplumun yarısından fazlası alt sınıfta çıkmaya başlıyor. Orta, üst sınıfa gidemiyoruz neredeyse. Çok düşük bir şey. Dolayısıyla artık neredeyse herkesin belirli bir gelirde ve yoksullukta eşitlendiği bir durumu görüyorsunuz. Bu anlamda ciddi bir yoksulluk var. Kanıksanmış bir yoksulluk var. Bu, insanların sosyal yaşamla ilişkilerine yansıyor. Bir şeylerden vazgeçmesine, feragat etmesine neden oluyor. Fakat birbirlerine ekonomik olarak çok benzeyen bir şey görüyorsunuz. Dolayısıyla bence yine bu umutsuzluğu da, öfkeyi de en tepede ekonomik şeyler belirliyor. Fakat diğer taraftan da yani İzmir, o bahsetmiş olduğum klişe açısından seküler, Avrupai bir kent ve son dönemde yaşananlar da birçok insan için, gençler için ve orada yaşayan diğer insanlar için, seküler bakış açısına sahip insanlar için yani ülkenin tepetaklak gittiği, bir daha oy kullanma ihtimallerinin belki olmayacağı, yaşam tarzlarının ve varoluşlarının aslında güvenli olmadığı duygusunu yaratıyor. Dolayısıyla stres çok yüksek. Mesela şeye baktığınız zaman, stres duygusunda en belirleyici faktör siyasi parti değişkeni. Yani Zafer Partisi ve CHP’liler en stresli, en öfkeli grubu oluşturuyor, en umutsuz grubu oluşturuyor ya da Cumhur İttifakı’na bakıyorsunuz, mutluluk seviyesi yüksek, stres belirli oranda. Yani artık siyasal aidiyetler bizim sadece ekonomik belirleyenimiz olmaktan çıkmış durumda. Bir taraftan hayata bakış, varoluş güvenliği açısından da ciddi bir negatif duygulanımı belirleyen bir duruma gelmiş durumda.

Ruşen Çakır: Yani sonuçta ‘‘Hayatımdan memnunum’’ diyen Cumhur İttifakı seçmeni, ekonomik durumunu falan kastetmeden doğrudan o memnuniyetin aslında siyasi iktidara destek anlamına geldiğini biliyor.

Serkan Turgut: Evet. Şunu da söylüyor bu arada, mesela işte sorduğunuzda “Emekli zamlarını yeterli buluyor musunuz?” sadece %13’ü bunun yeterli olduğunu söylüyor. Kararsız olanlar var, %30’a yaklaşıyorlar ama %70’i bunun yeterli olmadığını düşünüyor ya da kendi durumuyla ilgili “Geçim sıkıntısı yaşıyor musunuz?” diye sorduğumuzda iki kişiden biri geçim sıkıntısı yaşadığını ifade ediyor. Fakat “Gelecek 5 yıl nasıl olacak, umut duygunuz nasıl?” dendiğinde bunu aslında taraftarı oldukları partiye bir güven oylamasıymış gibi düşünüyor ve burada “İyi olacak, düzelecek, umut ediyoruz” diyor. Ya da işte “Stresli misiniz, mutsuz musunuz?” duygularında mesela orada gerçekten şey devreye giriyor, o parti taraftarlığı ve partinin yanında durma angajmanı belirleyici bir şeye dönüşüyor.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Ruşen Çakır: Şimdi kimlik meselesini biraz daha deşmeni rica edeceğim. Şimdi baktım raporda inenler, çıkanlar, sen de demin biraz bahsettin. Bir kere istikrarlı bir şekilde, İzmir için istikrarlı bir şekilde duran bir Atatürkçü kimlik ve milliyetçi kimlik var, anladığım kadarıyla. Bu arada en mesafeli olunan kimlikler konusunda ‘‘Muhafazakârlık ciddi bir şekilde öne çıktı’’ dedin. Başka ilginç neler var bu konuda?

Serkan Turgut: Şimdi baktığınızda Atatürkçülük aslında bir üst şemsiye kimliğe dönüşmüş durumda İzmir’de. Yani göstereni Atatürkçülük ama baktığınız zaman yani yaşamında dinin etkisi sorusunu sorduğumuzda dinin etkisinin çok olduğunu söyleyen kişilerde de Atatürkçü kimliği görebiliyorsunuz. Yani %56’sı “Birinci kimliğim Atatürkçülük” diyor mesela, %17 “milliyetçilik” demiş, %10’u “dindarlık” demiş. Yani bir dindar aks var, 10 kişiden birine denk geliyor birincil kimlik açısından ve burada dindarlar içerisinde de yani kendini dindar olarak gören, dini değerlerinin hayatında etkili olduğunu düşünen insanlar da Atatürkçü ve milliyetçi bir yerden okumaya çalışıyor kendini. “Solcuyum” diyen de “Atatürkçüyüm” diyebiliyor. Yani o anlamda bir şey var. Fakat son dönemde bunun tekrardan böyle bir işte diyelim ki 10 yıl önce olduğu gibi bir siyasal kutuplaşmanın meselesi gibi bir Atatürkçülük diye düşünülmeye başlıyor. Mesela muhafazakâr tabanda Atatürkçülüğü kendi karşıtı olarak almıyor. Çünkü aynı mekânda ve İzmir’de yaşanılıyor, onu doğrudan bu kadar büyük bir kitleyi ‘‘En uzak gördüğüm grup olarak düşünmüyorum’’ diyor ama onda da mesela yavaş yavaş uzak görme, Atatürkçülerin de muhafazakârlar tarafından, milliyetçiler tarafından uzakta görünen kimliklere dönüşmeye başladığını görüyorsunuz ve sokaktaki insanların birbirleriyle ilişkilerine yansıyor. Özellikle derinlemesine mülakatlar yaptığınız zaman yansıyor. Yani bu kadar her şey ortadayken biri kalkıp işte, ‘‘İktidarı desteklemiyorsa bir arkadaşım, ben onunla hiçbir şekilde diyalog kurmam, yaşam alanımda olmasını istemem” diyor. Yani belki sayısal ölçekte öfkeyi o kadar görmeyebiliyorsunuz ama bu şekilde sohbet ettiğinizde ama orada da şeyin ayırt edildiğini hissediyorum ben, doğrudan AK Partiliye demiyor mesela, dindar olana demiyor. O anlamda da bir öğrenme var zaman içerisinde. Yani bu Cumhuriyet mitinglerini hatırla, o dönemdeki gibi bir şey değil. Dindarı ayrı bir yere koyuyor. Dindar olanla, muhafazakâr olanla değil ama ‘‘Bu kadar haksızlık olurken hâlâ AK Parti’yi ya da Cumhur İttifakı’nı savunuyorsa ben onu şöyle görüyorum’’ diye böyle nüanslı bir yerde tutmaya çalışıyor. Bunlardan da böyle öğrenmeler var. Ama günün sonunda tabii ki karşılaşmıyor da, bu iki grubun kültürel alışkanlıkları birbirinden farklı olduğu için kentsel mekân içerisinde de çok denk gelmiyor aslında ya da çok yüzeysel karşılaşmalarda bir araya geliyorlar.

Ruşen Çakır: Ayrı dünyalar… Peki, her seferinde ‘‘İzmir’de yaşamaktan memnun musunuz?’’ sorusunu soruyorsunuz ve hep yüksek oranda memnuniyet görüyoruz ama orada birtakım farklılıklar var. Mesela yaşlar yükseldikçe memnuniyet artıyor ya da İzmir doğumluların memnuniyeti sonradan gelenlerin memnuniyetinden farklı falan. Burada acaba tüm şehirler böyle midir? Başka örnekler biliyor musun bilmiyorum ama bu bana biraz yüksek geliyor hep sizin araştırmalarınızda.

Serkan Turgut: Şehir kimliği açısından Türkiye’de sayılı yer vardır, İzmir bunlardan biridir. Belki böyle çok fazla İstanbul’da yaşayanlarda, ‘‘Ben İstanbulluyum’’, İstanbullu kimliği gibi bir şey, çok elit bir grupta belki bunu görebilirsiniz. “Biz eski İstanbulluyuz” diyen çok küçük bir gruptur ama İzmirlilik kimliği şehri çok kapsayan bir kimlik. Dışarıdan gelenler için de öyle. İzmir aslında bir göçmen şehridir. Yani İzmir’de doğanların yarısı, iki kişiden biri aslında İzmir’e dışarıdan gelmiş, Mardinli’dir, Konyalı’dır, Manisalı’dır, Aydınlı’dır. Böyle bir şey var. Ama İzmir’de yaşama süresi uzadıkça ve bir yaşam tarzına da işaret etmeye başladığı zaman insanlar o İzmirliliğe farklı anlamlar katarak “İzmirliyim” demeye başlıyor ve onlara “İzmir’de yaşamaktan memnun musunuz?” dediğinizde “İzmir’de yaşamaktan memnunum” diyor. Ama şöyle de bir şey var, yani şehrin insanların memnun olmasını sağlayacak bazı özellikleri de var. Özellikle son 20 yılda ülke içerisindeki o boğucu, muhafazakâr atmosfer içerisinde İzmir’de insanlar yan yana da durabiliyor. Gittiğinizde sahilde, başörtülüyü de, içki içeni de birçok insanı o çimleri paylaşırken hele bu yaz ayında görebilirsiniz. Yan yana duruyorlar. Dolayısıyla o bir şekilde bir nefes alma alanı gibi. Tabii bu şey tartışmalarını da beraberinde getiriyor. İşte memnuniyet şeyine baktığınız zaman Cumhur İttifakı %50’ye düşmeye başlıyor mesela, İzmir’de yaşamaktan memnuniyet. Yani siz hâkim partiye orada, CHP’ye değil, AK Parti’ye oy veren biriyseniz mesela İzmir’deki memnuniyetiniz düşüyor ama ne kadar düşüyor, %50’ye düşüyor. Ya da Kürt olarak aslında şehrin içerisinde bir şekilde, yani yüzeysel karşılaşmalarda bir şey yaşamayabiliyorsunuz ayrımcı politika anlamında, ama Kürt olduğunuzu gösteren şeyleriniz varsa, çok belirgin bir şekildeyse, işte Kürtçe müzik dinliyorsanız, başka bir şey söylüyorsanız, aksanınızla ilgili bir mesele varsa orada dışlayıcı ama böyle nüans şeyler, böyle hani bakışlarda vesaire bir dışlayıcılık görebiliyorsunuz ve İzmir’de yaşamaktan memnuniyetin azaldığını görüyorsunuz. Anadolu’dan gelen bir insansanız, yaşam tarzına uygun bulmuyorsanız kendinizi ya da uygun bulunmuyorsanız hâkim olan taraf nezdinde, sizde memnuniyet düşüyor. Ama baktığımda bütün bu gruplarda yani etnik farklılıklardan düşünün, politik farklılıklara kadar en az iki kişiden biri o şehirde yaşamaktan da memnun olduğunu söylüyor. Yaş ilerledikçe artıyor, eğitim düzeyi ilerledikçe artıyor. Böyle korunaklı bir alan gibi, insanların belki belirli kodlarda anlaştığı, “birbirimize dayatmadan bir arada yaşayabiliriz”i gördüğü; ama biraz daha böyle derinlemesine insanlara sorduğunuzda da “Hayır, çok da demokrat bir şehir değil, ben bunu yaşıyorum” diyebiliyor, o farklılığın şeyindeyseniz işte dindarlık ya da etnik farklılık açısından.

Ruşen Çakır: Peki, bu kentten memnuniyet, kentteki hizmetlerden özellikle belediyeden memnuniyette de sanki bir artış mı var?

Serkan Turgut: Yani kentin biz her seferinde nabzını tutmaya çalışıyoruz. Herhangi bir şeyimiz yok bizim vakıf olarak, şehre bir yerden sorular soruyoruz, dört ayda bir soruyoruz. Belediyesinden parklarına, çöp toplamasından belediye başkanlığına ve onun değişimini görüyoruz. Başından itibaren altyapıyla ilgili, yollarla ilgili, belediye hizmetleriyle ilgili, trafikle ilgili beğeni düzeyinin çok düşük olduğunu görüyoruz. Yani dörtte bir oranında bir beğeni görüyoruz, memnuniyet görüyoruz. Şey de öyleydi, hatırlarsan ilk yayınımızda, yeni belediye başkanıyla ilgili %24 seviyesindeydi. Son iki araştırmada 7 puanlık bir artış görüyoruz, %31 seviyesinde. Fakat yine altyapı ve yol çalışmalarıyla ilgili, ulaşımla ilgili ciddi bir memnuniyetsizlik var. Bu memnuniyetsizliğin temelini tabii gerçekten bilemiyorum. Özellikle bu son dönemdeki bu iyileşmeyi Nisan Barometresi ve Temmuz Barometresi’nde gördük. Aynı eş zamanlı olarak CHP’ye yapılan operasyonlar var. Dolayısıyla CHP’li olan bir şehirde insanların bu belediyeye yönelik koruma içgüdüsüyle yaptıkları bir şey de olabilir, gerçekten de hayatlarında yeni belediye ile birlikte iyileşmeleri de görüyor olabilirler, ondan çok emin değilim.

Ruşen Çakır: Son olarak emeklilik mevzusuna gelelim. Şimdi emeklilik Türkiye’nin en büyük yaralarından biri ve giderek daha da kanayan bir yara. En son, sen de demin bahsettin, maaşlardaki artışlar vesaire tamamen tatmin etmeyen bir durum var. Ama mesela benim İzmir için bir yanıyla da hep bir emekli şehri olarak bir algım vardır, yani emeklilerin hani birazcık parasını biriktirip edip orada sakin bir hayat sürdükleri bir şehir gibi. Ama anladığım kadarıyla şu anda İzmir’de de insanlarda, emekli olanlarda ya da emekli olmaya hazır olanlarda, değil mi bir de onlara da bakıyorsunuz, bayağı bir tedirginlik var.

Serkan Turgut: Şöyle bir şey var, eskiden İzmir gerçekten emekli şehriydi. Genel görüştüğümüz emekliler içerisinde de işte “Ankara’daydım, hayalim emekli olup İzmir’e yerleşmekti, öyle yaptım, İzmir’e geldim” diyen var. Yani o göç eden, İzmirli olmayan grubun içerisinde emekli sayısı fazla. İzmir Türkiye’nin en yaşlı şehirlerinden biri, ortanca yaşı 39’dur. Emekli oranı %26 oranındadır. Son 10 yılda, 20 yılda emeklilerin bir bütün olarak yaşamında, gelir ve hayat pahalılığı karşısındaki tutumu durumlarında inanılmaz, yani çok dramatik bir düşüş var. Dolayısıyla hangi şehirde olurlarsa olsunlar bunu yaşıyorlar. Aslında şöyle söyleyebilirim, bir şekilde 10 yıl sonra Türkiye’nin fragmanı İzmir’de yaşanıyor. Emekli oranı çok yüksek. Yani şöyle sayılarla örnek vereyim: 2003 yılında bir memur emeklisi asgari ücret karşısında 1.8 katı bir emekli maaşı alıyorken şu anda 0.7 seviyesine düşmüş durumda. Bir işçi emeklisi 1.4 asgari ücret alıyorken şimdi 0.6 buçuk seviyesine düşmüş durumda ortalama. Yani bütün emeklilerde zaman içerisinde ciddi bir yoksullaşma söz konusu. Bu bahsetmiş olduğumuz emekliler de 16.800.000 insan, Türkiye genelinde %20’lik bir grup. İzmir’de %25-26’lık bir grup ve bu grup artık görece şanslılar bu arada. Birçoğu işte emekli ikramiyesiyle ev alabilmiş, dolayısıyla barınma sorununu yaşamıyor ama onun dışında gıda ve gıda enflasyonu karşısında, yaşam pahalılığı karşısında evinden dışarı çıkamıyor. Dışarı çıktığı zaman, işte anlatılarda onu gördük: “Bütün günümü bir çayla geçirmeye çalışıyorum, parkta oturuyorum, hiçbir harcama yapmamaya çalışıyorum” diyor. Yani emeklilik dediğiniz çalışma yaşamından bir emeklilikken, günün sonunda hayatın bütününden emekli olan, izole olan, geri çekilmek zorunda kalan, dinlenme değil, bütün bir hayatı mücadeleyle geçiren, “Ayın sonunu getirebilir miyim?” diyen bir durumda. Ve bir önceki durumla kıyasladıklarında o da var: “Eskiden böyle değildi, emekli maaşıyla çocuk okuturduk, torunlarımıza bir faydamız olurdu.” Bugün çocuğuna faydası olamayan, torununa faydası olamayan, onların yardımıyla ayakta kalmaya çalışan bir ekonomik gerçekliğe hapsolmuş durumdalar. O yüzden sadece ekonomik değil, sosyal izolasyon ve toplumun dışında olma, görünmezleşme durumu açısından da inanılmaz dramatik bir durumda. Bu, ülkenin gelecek 10 yılında çok sık duyacağımız bir şey.

Ruşen Çakır: Yani şimdi seni dinleyince “İzmir böyleyse ülkenin tamamı ne durumdadır?” diye insan sormadan edemiyor. Bu çok kritik bir husus ve rakam çok yüksek. Ülke çapında yüzde kaç emekli oranı?

Serkan Turgut: %20’ye yaklaşıyor, İzmir’de %26 seviyesinde.

Ruşen Çakır: Çok çok yüksek, yani gerçekten çok yüksek. Peki, şu umut meselesi… Çok yüksek bulamıyorsunuz ama insanlar neden umutlanıyorlar, neye bakarak umutlanıyorlar? 

Serkan Turgut: Bir değişimin olabileceğini düşündüğünüz zaman hayatınızda umut ediyorsunuz. Umut bir taraftan hayal kırıklığıyla beraber gidiyor. Yani bu ülkede çok şey yaşıyoruz. Yani hep böyle bir döngü şeklinde aynı şeyleri yaşayıp aynı yere geliyoruz. Umut ediyoruz, hayal kuruyoruz. Bu toplumsal barış açısından da öyle, çözüm süreci açısından da öyle, bu ülkenin iyi yerlere geleceği noktasında da öyle ama günün sonunda tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrayan bir grup var. Umut etmekten bu anlamda yorulmuş bir grup var. Böyle arada bir heyecan olduğunda bu insanlarda bir umut artıyor ama son yıllarda onu yaratan çok az şey var. Yani bu çözüm sürecinde de öyle, biliyorsun insanlar ‘‘çok umutluyum’’ diyemiyor, sadece ‘‘umarım olur’’ noktasında duruyor. Yani umut etmekten artık çekinen bir topluma dönüştük.

Ruşen Çakır: Şey diyorlar genellikle, “Olsa iyi olur ama olacağa benzemiyor” diyorlar.

Serkan Turgut: Evet. Bu her şey için geçerli.

Ruşen Çakır: Peki, bitirirken şunu sormak istiyorum. Bir yıldır bu araştırmayı yapıyorsunuz İzmir üzerine ve o çıkışları da Türkiye’de yaşananlara göre, ekonomik durum, siyasi atmosfer, bunu görüyorsunuz. Bir bütün olarak baktığında İzmir’de takip ettiğiniz bu sosyolojiyi, ruh hâlini vesaireyi buradan ülke geneline yönelik ne gibi önemli bulgular ya da mesajlar aktarabilirsin?

Serkan Turgut: Ben sıklıkla ifade etmeye çalışıyorum. Yani bizim vakfımız İzmir’de, o yüzden İzmir’den hareket ediyoruz ama İzmir Türkiye ile konuşabilmeli. İstanbul’la, Konya’yla, Diyarbakır’la, Trabzon’la konuşabilmeli. Konuşabilmesi için İzmir’in de diğer insanlar tarafından, diğer şehirler tarafından tanınıyor da olması lazım. Yani o klişelerin ötesinde tanınıyor olması gerekiyor. Emeklinin yaşadığı şeyin benzer olduğunu görmesi, yoksulluğun orada da yaşandığını görmesi gerekiyor. Yani bir şekilde böyle “Tatil yerinde yaşıyor İzmirliler, her şey yerinde, tek problemleri de seküler meseleler” gibi bir yer değil İzmir. İzmir, gördüğün gibi yoksulluğuyla, emekli meselesiyle bir mikro Türkiye. Orada yaşanan her şey var. İzmir aynı zamanda %25’in altına düşmeyen bir AK Parti aidiyetine sahip insanların olduğu bir yer. %10’a yakın bir DEM kitlesinin olduğu bir yer. İzmir aslında, Türkiye o anlamda ama işte Türkiye’deki bütün bu kutuplaşmaların bir yerinde stereotip olarak da konumlandırılan bir şehir. Biz en azından bunun aşılmaya başlandığını da görüyoruz bu çalışmalarda. İzmirli şey de yapmıyor, İzmir’de yaşayan insanlar özgürlüğü de tartışırken, demin bahsetmiş olduğum gibi, Atatürkçülüğü konuşmaya başlarken, hepsi için söylemiyorum tabii, bir grubu daha dikkatli bir dil konuşarak bunu yapmaya çalışıyor. Aslında konuşmak isteyen bir şehir var. Diğer şehirlerle konuşmak isteyen, kendini anlamak ve anlatmak isteyen bir şehir de söz konusu. Oradan biz şeyi de görebiliriz, yani demin umudun düşük olduğunu ifade ettim ama öğreniyoruz da aslında. Yani “dön baba aynı yere dönüyoruz” gibi gözükse de o çarpışmalarla birlikte köşeleri azalan da bir topluma dönüşüyoruz. İktidar değişmiyor olabilir. Bu kadar hararetli tartışmalar olduğu zaman herkes yine kalkanlarını alıyor olabilir ama alt tarafta baktığınız zaman insanlar birbirinin derdini önemsiyor. Mesela başörtüsüyle bir problem yaşamıyor ya da bunu dillendirmekten korkuyor, alışıyor. Ya da doğrudan “Ben Kürtlerle ilgili böyle düşünüyorum” demiyor, “ama”lar koyarak konuşuyor. Bütün bu “ama”ları da kaldırdığımız zaman, birbirimizle daha da konuşabildiğimiz zaman birçok şeyin değişebileceğini görüyoruz. O yüzden ben yine de o dip dalga içerisinde belirli şeylerin aşıldığını düşünüyorum. Yani bu kriz anları tekrardan kutuplaşmaları arttırıyor ne yazık ki ama insanların bir taraftan da bu kimliklerden de kutuplaşmalardan da sıkıldığını görüyoruz. Sadece o toplumsal barışı yaratabilecek aktörlere güvenmeyen, bunu gerçekleştiremeyeceğini düşünen, herkesin bir ajandası olduğundan çekinen bir şeyler var. O yüzden güveni bir şekilde inşa etmesi gerekiyor. Siyasetin de bunu yapması gerekiyor. Bu da tabii böyle hani kayıkçı kavgasıyla olacak iş değil ne yazık ki.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Serkan, yayınımıza katıldığın için.

Serkan Turgut: Ben teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet. İzmir Barometresi’nin yaz raporunu Doktor Serkan Turgut’la konuştuk. İzmir üzerine BAYETAV‘ın her mevsim hazırladığı bu barometrede ağırlık emeklilik ama bunun ötesinde İzmir’de kimlikler, bir arada yaşama duygusu, bütün bunların ele alındığı çok kapsamlı bir araştırma. Serkan Turgut’a tekrar çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.