Okul dağılmıştı. Kalabalık, ana kapıdan bir nehir gibi akıyor. İçlerinde, sırtlarında renkli çantaları, siyah tişörtleri ve bol pantolonlarıyla bir grup genci seçtim. Onları takip etmeye başladım. Yaşlı bir teyze edasıyla değil, sanki onların sıradan, görünmez bir gölgesiymişim gibi.
Durduk yere patlayan kahkahaları, bankta oturan yaver takılan amcanın şaşkın bakışlarına aldırmadan birbirlerine takılmaları… Sonra piercingli o genç adam girdi kadraja… “Nedir o Allah aşkına, burnundan sarkan?” diye mırıldandı biri bizim gruptan. Başladılar fıkırdamaya. Teneke adam bu ya! Öteki, “Kaan’a bak,” diye gevrekleşen sesiyle girdi araya, “daha ilk günden yeni bir kız bulmuş!” diye ekledindi kahkahalara.
Helal olsun! Cümleleri tamamlanmıyor, dünya yıkılsa umurlarında değilmiş gibi, sadece inmekte oldukları yokuşa ve biraz ötelerinde parıldayan denize aldırmaksızın, metro istikametinde sekerek ilerliyorlardı. Onları izlemek… Bu, onların peşi sıra gitmekti bal gibi. Baktım ki içimde, onlar gibi, o anın bir parçası olma arzusu. İçimdeki on yedi yaşımdaki o kız, ta derinlerimden gülümsüyordu. Onun da böyle gırgır, dertsiz nice ikindisi olmuştu ışık yılı önce. Ya da kahkahalara saklandıkları.
Okul bitmişti, tamam. Ve biz –evet, artık ben de onlardan biriydim– evlerimize dağılmadan önce birlikte, yokuş aşağı iniyorduk. Beni de içlerine alışları çok güzeldi. Onların cep telefonlu, renkli ekranlı dünyasına giren cızırtılı bir hayalet değil de, onlardan biriymişim gibi hissettim. Beş yüz metre kadar birlikte yürürken, onlarla birlikte, yeryüzüne doğru gülümsemek kaçınılmazdı, ben de teslim oldum…
Aramızda sesleri yeni çatlamaya, yeni derinleşmeye başlayan erkek arkadaşlar… Henüz dünyanın yükünü omuzlamamıştık. Henüz dünya bizden bıkmamıştı. Biz de onu sevmeye çalışıyorduk sadece. Tek bir kelimeden doğurabileceğimiz şamataları, içsel karnavallarımızı yaşıyorduk. Yanımızdan geçen diğer gruba laf atışımız, onların bize sataşması… Her şey, her an, tertemiz ve yepyeniydi-hiç bitmeyecek biçimde.
Çarşının içinden burnumuza kadar gelen yeni çekilmiş kahve kokusu, belki bir fırından yükselen taze francala… Hatta unutulup gitmiş bir dizenin zihindeki anlık yankısı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
O sırada, haberlerde, İmamoğlu’nun beyhude bir zaman, enerji, yaşama sevinci kaybı diploma davası sürüyordu.
Bizse, “Diploma ne işe yarar ki?” sorusunu düşüne düşüne, hatta onu bir şarkı gibi mırıldana mırıldana iniyorduk o yokuşu. Bütün paçavra olabilecek her şeyi birlikte bıraktık oracıkta: Onların gelecekteki hayal diplomalarını, benim duvarlara asmaktan usandığım solmuş sarı diploma kağıtlarımı, notları, küçük sınavların heyecanlarını, korkularını… Hepsini.
Sadece yokuştan aşağı yürüdük. Biraz ötemizde, deniz. Biraz ötemizde nice bizler, yirmi, otuz, kırk yıl sonrası, hatta çok daha fazlası.