Kemal Can yazdı: “Trump’ın verdiği meşruiyet” notları

“Trump’ın vereceği meşruiyetle iktidarda kalınamaz”. “Meşruiyetin kaynağı ABD Başkanı olamaz”. Bunlar kimsenin itiraz edemeyeceği ve ısrarla tekrar edilmesi gereken çok doğru cümleler. Büyükelçi Tom Barrack’ın -sonradan “saygı” diye tevil ettiği- son derece yüksek kibirle sözünü ettiği “meşruiyet”, Trump gibi birinin bahşedeceği bir şey olamaz. Erdoğan’ın, -bedeli mukabili- “meşruiyet” temin etmesi asla normalleştirilmemeli, eleştirmek için bile “başarı” gibi nitelenmemeli. Ancak ünvanlar, sıfatlar hatta herkes için aynı anlamı taşıdığı varsayılan en yaygın kavramlar bile, bağlam ve kullananlar dikkate alındığında çok başka içerikler kazanıyor. Bu çerçeveden bakılınca, ABD zaten senelerdir “meşruiyet” satıyor. 1980’de Türkiye’de darbe olduğunda “bizim çocuklar” dedirten de buydu. Trump’ın MAGA rüyası diye pazarladığı şeyin bugünün dünyasındaki karşılığı, -daha yüksek fiyata ve çok daha kaba biçimde- yeniden en önemli “meşruiyet satıcısı” olmak.

Elbette Trump’ın verdiği “meşruiyeti” değersiz saymanın zorunlu sonucu, onun -kim bilir hangi hesapla- dile getirdiği aşağılayıcı nitelemeleri, imaları ve değerlendirmeleri de çok önemli saymamak, meşruiyet kaynağı olmasını tartışma konusu edince, “itibar sarsma” kapasitesini de fazla önemsememek gerekir. Trump’ın ikinci döneminde, kameralar önünde aşağılanan liderleri çok gördük. En çarpıcısı Zelenski görüşmesi ve Avrupalı liderleri karşısına sıraya dizerek yaptığı konuşmaydı. Elbette son BM konuşmasını da listeye eklemek lazım. Yani özetle Trump’ın kimi zaman över gibi yaparak kimi zaman açıkça küçük düşürmek için yaptığı sataşmalardan “bize özel” sevinçler çıkarmak için fazla malzeme verilmedi aslında. Ayrıca -tartışmalı- “hileli seçim” lafının “arzu edilen” imayı içerdiğini varsaysak bile, bu bilgiyi Trump’tan almanın çok özel bir anlamı yok. Çünkü asıl önemli olan; bunun, kınanan bir şey olmayıp, “takdir gören” bir empati ve “iktidarda kalma” önceliğine “saygı” (övgü) içeriyor olması.

Kişiselleştirilmiş siyaset ve şahsi kazanımlar

Trump, siyaseti, güç ilişkilerini kişiselleştirmeye dayalı küresel trendin en rafine örneği. “Ben” diye konuşmayı sevdiği gibi -ve bu dalga için çok gerekli olduğundan- bütün muhataplarıyla da “o” diye konuşuyor. Geleneksel diplomasi adabında “milli gurur” temin eden kurumsal muhataplık, yerini iyice şahsileştirilmiş ilişkilere bırakıyor. Ülkelerin öneminden, jeostratejik ağırlıktan, iyi ilişkilerin faydasından veya işbirliği imkanlarından bahsetmek yerine; kolay anlaşılan, birbirinin sözünü dinleyen, aynı dilden konuşan aktörlerin “uyumu” öne çıkartılıyor. Dolayısıyla, sağlanan meşruiyet veya takdir edilen ya da görmezden gelinen bazı özellikler, kişiye özel olarak tarif ediliyor. Yani hamiline yazılmış çeklerin sahibi kurumsal yapılar (ülkeler) değil, çeki cebine yerleştiren şahıslar (liderler). En karmaşık meseleler, en zorlu mücadeleler, çok taraflı gerilimlerde, “benim adamım bu” işaretiyle sadeleştirme yapılıyor ve kişisel enerji bayilikleri veriliyor.

Erdoğan’ın ABD gezisindeki alışveriş bilançosunun ülke olarak Türkiye’ye getirileri (maliyeti) ve Erdoğan için sağladıkları bahsini elbette ayrı ayrı düşünmek gerekiyor. Zaten bu gezinin asıl amacı, çok önceden hazırlandığı anlaşılan sepetin muhtevasının, bu farklı muhasebe defterlerinden hangisine göre yapıldığı çok önemli. Barrack’ın daha görüşme yapılmadan önce açıkladığı asıl amaç: İhtiyaca binaen verilen “meşruiyet”. Dolayısıyla, en azından ABD tarafı açısından bu alışverişin ağırlığının, Erdoğan’a verilecekler ve bunun karşılığı defterine bağlı olduğu anlaşılıyor. Böyle düşünülmesinin istendiği, diğer kısmı yani “Türkiye’nin alabilecekleri” bahsindeki başlıkların da büyük ölçüde geleceğe ve şartlara bırakıldığı anlaşılıyor. Bu değerlendirmeyi güçlendiren bir başka unsur da, Erdoğan’ın ve iktidar sözcülerinin “görüşme başarısı” konusunda fazla gürültücü olmamaları hatta uçak soruları çerçevesinde fazla ihtiyatlı görünmeleri. Şöyle de söyleyebiliriz: Elde edilen meşruiyet, içeride kullanılabilecek türden değil, daha çok başka masalara dönük.

Gösterilmeyenlerden çıkacak sonuçlar

Elbette şimdiye kadar yazdıklarım, görüşmenin açık ve seyirlik olarak planlanan bölümlerine dair. Fakat herkes biliyor ve aslında bilsin isteniyor ki; görüşmenin hiç değinilmemiş başka“meşruiyet” alanlarıyla yakın ilgisi var. Yine Büyükelçi Barrack’a müracaat edersek, yüz yıl önce kurulan “Sykes-Picot düzeni” artık ne Orta-Doğu ne dünya dengesi açısından elverişli bulunuyor. Alanın ve küresel yeni enerji organizasyonunun baştan tanzimi konusunda ise kimilerine göre zaten hazır olan planlar, kimilerine göre değişen dengelere göre yeni arayışlar devreye girecek. Bununla ilgili olarak, bir bakışa göre sert mücadeleler bir bakışa göre zemin hazırlamalar bütün hızıyla devam ediyor. Doğu ve Kuzey Afrika’dan başlayıp Hazar havzasına kadan uzanan, Hint Okyanusundan Avrupa kapılarına kadar ilerleyen bir coğrafyada çok da iyimser yorumlanamayacak bir hareketlilik var. Üstelik bu bölgesel ve küresel dalgalanma, Türkiye’nin iç politikası açısından da son derece kritik bir “tanzim” çabasıyla eş zamanlı.

“En büyük” resmi şimdilik kenara bıraksak bile, Suriye başlığında takvimin giderek sıkıştığı ortada. Yani görüşmede bu konuyla ilgili henüz bizim bilmediğimiz önemli konuşmalar olduğunu düşünmek çok da yanlış olmaz. Trump, daha önce de söylediği “Suriye’yi bu adam aldı” türünden tekrarlar yapmakla birlikte fazla tüyo vermedi. Barrack da “önemli şeyler olacak” müjdesini hiç açmadı. Suriye başlığının, içerideki “süreç” konusunu nasıl etkileyeceğinin işaretlerini de henüz göremedik. Belki önümüzdeki günlerde atılacak bazı adımlarda konuşulanlara ilişkin ipuçları bulabiliriz. Bu görüşmenin arafesinde Bahçeli’nin yaptığı TRÇ çıkışının ne anlama geldiği de bu gelişmelerden sonra biraz daha açıklığa kavuşur. Ancak “süreç” dahil olmak üzere, Erdoğan’ın yürüttüğü bütün siyasi tanzim operasyonlarında -daha katlanılır- bir gevşeme ihtimalini düşündürecek hiçbir işaret görünmedi. Yukarıda söylediğim gibi “meşruiyet”, iç politikada kullanılır malzeme olarak kurgulanmamış olmakla birlikte, artık hukuksuzluğun “kaygıyla takip edilen” bir mesele sayılmadığı da ortada.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Eleştirecek malzeme bulmak yetmez

Erdoğan’ın ABD gezisi, Trump görüşmesi dışında da, yeni bir “one minute” efekti yaratmak istenen BM konuşması, iç politikada ve diğer ülkeler nezdinde algılanışı, alışılmadık mizansenler, teamüllere aykırı hitaplarla herkese konuşulacak bol bol malzeme verdi. Neredeyse her meşrebe göre köpürtülecek mevzu var. Daha şimdiden herkes kendisi için en elverişli temayı öne çıkarıp tartışmayı bu eksende kurmaya çalışıyor. Tuhaf ayrışmalar görüldüğü gibi ilginç buluşmalar da dikkat çekiyor. Mesela artık ortalama kahve sohbetlerinden akademik değerlendirmelere kadar uzanan, “Amerika’nın icazet vermediği iktidar olamaz” ya da “Bu ülkede yeni iktidarı hep ABD işaret etmiştir” cümleleri, hem çok sert eleştiri hem örtülü övünç argümanı olarak aynı anda kullanılıyor. Bu aşırı geniş yorum aralığını mümkün kılan, Türkiye’deki -popülist sağ ile sınırlı olmayan- Anti-Amerikancılığın sadece tavanla sınırlı olmayan, tabana da iyice yayılmış iki yüzlülüğü. Pek çok sert Avrasyacı ismin CV’sine veya çocuklarını eğitime gönderdikleri ülkelere bakmak bile çok şey anlatır.

Tutarsızlığı önemsemeyenin önüne çelişkilerini koyarak, üslup meselesine kafa yormayana kibirli diyerek, gerçek tercihlerini kağıt maskelerle kapatabileni samimiyetsiz sayarak, eksen kaydırmak şöyle dursun durmadan rota sabitleyene yön uyarıları yaparak, meşruiyeti nerede bulsa alacak olana kaynak sorarak verilebilecek zararın bir sınırı var. Bunları söylerken, kızgın kalabalıkların gönlüne su serpebilirsiniz, pek de itibar aramayanların -veya itibarı başka yerden temin edenlerin- itibarını sarsmayı deneyebilirsiniz. Belki böylece kısmi sonuçlar almak da bir ihtimaldir. Fakat asıl olan, bunları önemseyen kalabalıklar, bunları mesele eden bir irade ve bunun için harekete geçebilen dinamikler yaratılabildiğinde ve en önemlisi alternatif bir iddia -hiç olmazsa- söz kurulabildiğinde, gerçek bir sonuçtan bahsetmek mümkün. Ancak “eleştirilecek” hatta alay edilecek çok malzeme çıkan konularda -daha önce ekonomide de olduğu gibi- ciddi bir odak sorunu ortaya çıkıyor. Tribün memnuniyeti de medya faaliyetini “eğlenceli” başlıklara itiveriyor.