Pazar, şehrin nabzının en tuhaf attığı gündü. Ne haftanın yorgun işleyişine dahildi ne de tatilin tamamen kopuk sakinliğine. Bir ara zamandı; insanların, hafta içi biriktirdikleri hem yorgunlukları hem de kendilerini dışarı vurma istekleriyle sokaklara döküldüğü bir “civciv-lik” anı. İşte böyle bir Pazar günü, kalabalığın içinde, elinde A3 kartondan bir levhayla duran genç bir adam, modern hayatın en eski çelişkilerinden birini simgeliyordu: “Dert dinlemek kiralıktır. Saati iki bin lira.”
Gençti. Yirmilerinin sonlarında, üniversiteden yeni mezun olmuş ya da yüksek lisansın getirdiği teorik bilgi yükü ile pratik hayatın sert zemininin arasında sıkışmış bir öğrenci çehresi vardı. Davranışlarındaki mahcubiyet, bu işi bir kariyer olarak değil de, içinde bulunduğu durumun mecburiyeti olarak yaptığını fısıldıyordu. Kahvehanelerin önünden geçerken, loş mekanlarda oturan, “gelecek vaat eden” diğer genç insanlara levhayı gösterişi, bir pazarlamacıdan çok, bir ricacıyı andırıyordu. Bakışları sürekli kaçamaktı; bazen umursanmamanın verdiği utanç kim oluyordu, bazen de olup bitene içerliyordu; besbelli, yoldan geçen birinin like’lanmış bir Instagram gönderisine bakar gibi ilgisiz bir merakla üstünden kayıp geçmesine tahammül edemiyordu.
Bu basit cümle, aslında üzerine sayfalarca yazılabilecek bir sosyolojik fenomene kapı aralıyordu. İlk ve en bariz okuma, genç adamın mesleğine dairdi: “Ben, resmi unvanı ve muayenehanesi olmayan, uygun fiyatlı bir psikolog/psikiyatri öğrencisiyim. Devletin atamadığı, sistemin içine çekemediği bir beyaz yakalı işsizim. Sizin dertlerinize, kurumsal olanın sunduğundan daha insani ve daha az maliyetli derman olmaya geldim.” Bu, Türkiye’nin kanayan bir yarasının, diplomalı işsizliğin, sokaklara vurmuş en saf ve en acıklı haliydi. İnsan, bir an için “Acaba gerçekten de işe yarar mı?” diye düşünmeden edemiyordu. Belki de o mahcup genç, bir banka kuyruğundaki yabancıya içini dökmek isteyen birine göre daha güvenilir bir limandı.
Ancak işin bir de felsefi ve mizahi boyutu vardı. “Dert dinlemek kiralıktır” ifadesi, tersyüz edildiğinde belki de asıl söylemek istediği şuydu: “Benim derdimi satın alır mısınız? Siz beni dinler misiniz?” Bu, modern bireyin en büyük açmazlarından biriydi: anlatma arzusu ile dinleyen yokluğu arasındaki uçurum. Hepimiz, içimizde birikenleri, yargılanma korkusu olmadan, birilerine boşaltma ihtiyacı hissederdik. Sosyal medya bu ihtiyacın sanal bir çöplüğe dönüşmüş haliydi. O genç adam ise, bu hizmeti en ilkel ve en samimi yöntemle, yüz yüze ve ücret karşılığı sunuyordu! Paylaşmanın, artık parasal bir değerle ölçüldüğü bir çağın melankolik bir göstergesi…
Bir başka okuma daha mümkündü: Bu, bir reddiyeydi. “Artık kimsenin derdini dinlemek istemiyorum. Benimkiler bna yetiyor. Ama madem ki her şeyin bir bedeli var, benim sabrımın ve kulak verme lütfumun da bir bedeli olsun. Dert dinlemek kiralıktır, artık ücretsiz dinleyici değilim.” Bu, bireyin, sürekli sömürülen duygusal emeğine karşı isyanıydı. Bir nevi “Duygusal emekçi grevde” levhasıydı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ne anlama gelirse gelsin, herkesin sadece kendi derdine düştüğü, dinlemenin neredeyse imkansızlaştığı bir çağda, o beyaz A3’e düşülmüş o birkaç kelime, hepimizin ilgisini çekmeyi ve aslında kendi yalnızlığımızı bize göstermeyi başarmıştı. O titrek bakışların ardında, modern dünyanın en kadim ihtiyaçlarından biri, iki bin lira karşılığında satılığa çıkarılmıştı.
Sonuç olarak, o pazar günü, o kalabalık caddede, o A3 aslında çok daha büyük bir hikâyenin simgesiydi. Bir yanda, sistemin dışına itilmiş, geçim derdine düşmüş genç bir beyin; diğer yanda, giderek daha fazla yalnızlaşan, derdini anlatacak gerçek bir insan sesi arayan modern bireyler. İkisinin buluşma noktası, “iki bin lira” gibi soğuk bir rakamla tanımlanıyordu. O genç adam, sadece bir cep harçlığı kazanmaya çalışan biri değil, aynı zamanda çağımızın duygusal yoksunluğunun, insan ilişkilerinin metalaşmasının sokaktaki bir elçisiydi. Onun bakışlarının ardında, hepimizin içine düştüğü o büyük yalnızlık ve “dinleme krizi” yatıyordu. Dert dinlemenin kiralık olduğu bir dünyada, asıl soru şuydu: Gerçekten dinlemenin bedeli, bu mudur? İki bin lira?