Önceki yazımda, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere çok taraflı uluslararası kuruluşların, özellikle Trump’ın ikinci döneminin ilk aylarında nasıl darbe yediğini ve bu darbelerin başlıca nedeninin, adı geçenin yerleşik kurallara göre değil, kendi iradesini daha zayıf gördüğü ülkelere dayatma suretiyle hareket ettiğini anlatmaya çalışmıştım.
Trump’ın bu açıdan belki en fazla zarar verdiği alan, dünya ticaret sistemi olmuştur diyebiliriz. Çalışma hayatımın 12 yılının geçtiği Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve selefi GATT, birçoğu Amerikan hukuk sisteminden alınan bazı kural ve ilkelere dayanarak dünya ticaretinin yerleşik usullere göre, istikrarlı ve saydam bir şekilde yürütülmesini, bu arada da üye ülkelerin en azından ilke olarak eşit haklara sahip oldukları bir sistem oluşturmayı amaçlamıştı. ABD’nin kendisi bu örgütlerin kurulmasına öncülük etmişti.
Dünya ticaretinin, büyük güçlerin keyfi kararlarına ve dayatmalarına değil de tüm üyelerin kabul ettiği kurallara göre yürütülmesi ihtiyacı, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yaşanan büyük ekonomik buhranın yol açtığı korumacılık yarışının yıkıcı etkilerinin tekrarının engellenmesi arzusunu doğurmuştu. O dönemde de aynen bugünkü gibi, korumacılık yarışını ABD, 1930’da çıkardığı kanunla gümrük vergilerini yüzde 60’lara kadar yükseltmek suretiyle tetiklemişti. Gerçi istisnalar yüzünden bu rakam her alanda uygulanmamıştı. Ancak kanunun çıkmasıyla Avrupa ülkeleri de karşı tedbirler almış ve savaş öncesi dönemde dünya ticareti büyük bir daralmaya girmişti. Birçok ekonomist ve siyasi analist, ekonomik buhranın özellikle Avrupa’ya yayılmasının aşırı sağın iktidara gelmesini tetiklediği, bunun da İkinci Dünya Savaşı’na yol açtığı görüşünü ve kurulacak ekonomik yapının bir daha böyle bir durumla karşılaşılmasını engelleyecek nitelikte olması gerektiğini savaştan sonra savunmuşlardı. Bugünkü duruma ne kadar çok benziyor değil mi?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, 1920 ve 30’lu yıllarda takip ettiği içine kapanma (isolationist) politikayı terk etmiş, tersine hem askeri alanda hem de ekonomik kalkınmada öncü rolü üstlenmesi gerektiğini düşünmüştü. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD) yine aynı dönemde ABD’nin itici gücüyle kurulmuştur. Her ikisinin merkezinin Vaşington olması ve Dünya Bankası başkanının o günden bugüne hep Amerikan vatandaşı olması tabii ki bir tesadüf değildi. Aynen Birleşmiş Milletler’in ana merkezinin ABD’nin New York kenti olarak seçilmesinde olduğu gibi, esas amaç bu suretle ABD’yi bu kurumlara bağlamaktı.
ABD dünya ticaret sistemine de el atmış ve müttefiklerinin desteğiyle bir Uluslararası Ticaret Örgütü (International Trade Organization) kurulması için bir anlaşmanın müzakere edilmesini sağlamıştı. Ancak ne ilginçtir ki ABD’nin kendisinin kuruluşuna önayak olduğu bu örgütün kuruluş anlaşması ABD Senatosu’ndan geçmemiş, bunun üzerine geçici bir düzenleme olan, yarı uluslararası örgüt, yarı anlaşma olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade – GATT) kurulmuştu. Merkezi Cenevre olan bu kuruma ülkemiz de 1951 yılında üye olmuştu.
Amaç serbest ticaretin sağlanması değildi. Savaş öncesi tavanlara çıkmış gümrük duvarlarının kademeli bir şekilde müzakere yoluyla indirilmesiydi. Daha da önemlisi, dünya ticaretinin istikrarlı, dengeli ve saydam kurallara göre yürütülmesi de öncelikli bir hedefti. Müzakereler birkaç yılda bir yapılan turlar vasıtasıyla yürütülürdü. GATT’ın 47 yıl süren ömrü boyunca bunlardan yedi adet düzenlenmiş, ikisine zamanın ABD şahsiyetlerinin (Hazine Bakanı Douglas Dillon ve Başkan Kennedy) adları verilmişti. Anti-damping, anti-sübvansiyon gibi kavramlar ABD hukuk sisteminden alınmıştı. Kurumun Genel Müdürü hep Avrupalı, ancak iki Genel Müdür Yardımcısı’ndan birisi hep ABD vatandaşı olmuştu.
GATT’ın belki en önemli ve temel ilkesi, halefi olan DTÖ’nün de muhafaza ettiği, üyeler arasında ayrımcılığı engelleyen ve literatürde “en fazla müsaadeye mazhar ülke” (most-favoured nation – MFN) olarak geçen maddesidir. Bu, bir ülkenin herhangi bir malın ithalatına uyguladığı gümrük vergisini tüm üyelere aynı düzeyde uygulama zorunluluğu anlamına gelmekteydi. Bir diğer temel ilke ise müzakere edilmiş gümrük vergisi hadlerinin “bağlanması”, yani tek taraflı olarak yükseltilmeme taahhüdünde bulunulmasıdır.
Bu yazının boyutları çerçevesinde tabii ki dünya ticaret sisteminin son seksen yılda geçirdiği evrimi ayrıntılarıyla özetlemek mümkün değil. Ancak dünya ticaretini kurallar çerçevesinde yürütmeyi büyük ölçüde sağlamış, başlangıçta sadece Batı ülkelerinin kendi aralarındaki ticareti düzenleyen sınırlı bir teşkilat iken zaman içinde genişlemiş, aynı zamanda da dünya ticaretinin hızla artmasına ve kalkınmanın önemli bir motoru haline gelmesine yardımcı olmuştur. Özellikle Sovyet Bloku’nun çökmesi ve devletçi komünist ideolojinin de zayıflamasıyla, başta Çin ve Rusya gibi yıllar boyunca sisteme sırt çeviren ülkeler de uzun müzakereler gerektiren örgüte üye olma yolunu seçmişlerdir. Örneğin Çin’in ve Rusya’nın üyelik müzakereleri sırasıyla 14 ve 18 yıl sürmüştü. Oysa ülkemiz 1951 yılında üye olduğunda tüm süreç üç ay içinde tamamlanmıştı. Zaman içinde üyelik müzakere süreci gittikçe daha zahmetli hale gelmesine rağmen bugün DTÖ’nün 165 üyesi vardır. Dışarıda kalan başlıca ülkeler İran, Irak ve Suriye’dir diyebiliriz. 2012-2014 yılları arasında büyükelçilik görevim sırasında İran üye olmak için birkaç deneme yapmış, ancak ABD’nin itirazlarına çarpmıştı.
Sistemin bir özelliği de saydam bir ihtilafların çözümlenmesi aracına sahip olmasıdır. Hatta zamanla bu araç güçlendirilmiş, siyasi etkenlerden arındırılması için yedi üyeli bir Temyiz Organı kurulmuştur. Söylemeye hacet yok, bu üyelerden birisi her zaman Amerikan vatandaşı olmuştur.
Ancak zaman içinde ABD, yaratılmasında öncülük ettiği örgütten soğumaya başlamıştır. Özellikle ABD sendikaları, ticaretin dengeli ve kademeli bir şekilde olsa da serbestleştirilmesinin onların istihdamına zarar verdiğini gittikçe daha yüksek sesle dile getirmeye başlamıştı. Geleneksel olarak Demokrat Partinin güç kaynaklarından olan otomobil işçileri sendikası, en fazla gürültü çıkaranların başında geliyordu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Neticede daha Obama döneminde ABD, DTÖ sistemine ve özellikle ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasına karşı tavır almaya başlamıştı. Gerekçesi, bu organın mevcut kuralları yorumlamak değil, ABD’nin çıkarlarına aykırı olduğu iddia edilen yeni kuralları oluşturmakta olmasıydı. İlk olarak dörder yıllığına seçilen Temyiz Organı üyelerinin yenilenmesini bloke etmeye başladı. Bu politikayı ilk döneminde Trump, daha sonra da Biden sürdürünce bugün Temyiz Organı’nda üye kalmamış, DTÖ’nün ihtilafların çözümlenmesi mekanizması da kilitlenmiştir.
Ama en büyük darbeler ikinci kez Beyaz Saray’a geldiğinde Trump tarafından indirildi. Yukarıda da izah etmeye çalıştığım en temel ilkelerin başında gelen MFN kuralını çöpe atıp, sırf ülkelerin ABD ile ticaret fazlasını dikkate alan ayrımcı gümrük vergileri uygulamaya başlamıştır. Örneğin dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alan, hatta Trump’ın adını dahi duymadığını ifade ettiği Lesotho’ya, sırf başarılı bir tekstil ve konfeksiyon ihracatçısı ve ABD ile de ticaret fazlası olduğu için yüzde 50 oranında gümrük vergisi tahsil edeceğini ilan etmişti. Gerçi çıkan ufak çaplı kıyamet sonrasında bu rakamı yüzde 10’a indirmiştir. İsviçre ise yine ticaret fazlası olduğu için yüzde 39 vergiye çarptırılmıştır. Biz ise ABD ile çok fazla bir ticaretimiz olmadığı ve üstelik de açık verdiğimiz için yüzde 15 ile kurtarabildik. Ancak Birleşik Krallık’a yüzde 10 vergi uygulandığı için ihracatçılarımız ABD pazarında İngiliz rakiplerine nazaran dezavantajlı bir durumdalar.
Trump’ın gözünde ithalat kötü bir şeydir, çünkü ABD işçilerine haksız rekabet yaratmaktadır. Ülkemiz dahil gelişme yolundaki ülkelerin, arzulanan neticeyi vermediği için terk ettiği ithalat ikamesi politikası uygulamakta ve bu suretle hem dış ticaret dengesini sağlayacağına hem de işsizliği azaltacağına inanmaktadır. Ona göre ABD ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek isteyen ülkeler, ona mal satmak yerine üretimlerini orada fabrika kurarak taşımaları gerekmektedir. Nitekim Kore, Cumhurbaşkanı Lee Jae-myung ağzından ABD’de 1 trilyon doları bulan yatırım yapma vaadinde bulunmuştur. İki başkan arasındaki Oval Ofis görüşmesinden kısa bir süre sonra ABD’nin Georgia eyaletinde 4,8 milyar tutarında bir yatırımla elektrikli araçlar için batarya üretecek bir Kore sermayeli fabrikada çalışan 475 Koreli işçinin gerekli vizelere sahip olmadıkları gerekçesiyle kelepçelenerek sınır dışı edilmeleri, ABD’de yatırım yapacak yabancıları haliyle teşvik etmeyecektir.
Trump’ın yaptıklarının DTÖ kurallarıyla uzaktan veya yakından ilgisi olmadığı açıktır. Ancak bu istikrarsız ve günden güne değişen gümrük vergisi politikasını, DTÖ kurallarının nadiren müracaat edilen ulusal güvenlik istisnasıyla gerekçelendirmektedir. Ülkelerin normal şartlarda ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasına müracaat etmeleri beklenebilirdi. Ancak Temyiz Organı’nın üyesizlik nedeniyle işlevini kaybetmiş olması nedeniyle bu imkân da artık kalmamıştır.
Trump’ın keyfi uygulamalarına çarpan ülkelerin karşı tedbir almaları beklenebilirdi. Şimdiye kadar bunu sadece Çin ve Hindistan yapacak oldu. Çin’le hemen masaya oturuldu ve en azından bir süreliğine vergilerin karşılıklı olarak kısmen de olsa askıya alınması sağlandı. Hindistan’la bu noktaya henüz varılmadı, çünkü ona uygulanan %50 tutarındaki vergilerin, kısmen de olsa Rusya’dan yaptığı petrol ithalatını kesmesi için baskı amacıyla uygulandığı Trump tarafından açıklanmıştır. Ancak Trump’ın yolundan AB’nin gitmekte olması ve geçtiğimiz günlerde çelik ithalatından alınan gümrük vergilerini %50’ye çıkartması epey şaşırtıcı olmuştur. İddiaya göre AB’nin bu hamlesi, Trump’ı müzakere masasına çekmeyi amaçlamaktadır. Başarıya ulaşıp ulaşmayacağını zaman gösterecektir. Neticede ticaret savaşları daha önce görülmemiş boyutlara ulaşmaktadır. DTÖ Sekretaryası’nın tahminlerine göre Trump’ın eylemleri nedeniyle dünya ticareti bu yıl sadece %0,5 oranında artacaktır. Yine tahminlere göre Trump’ın tek taraflı tedbirlerinin etkisi 2026’da daha da fazla hissedilecektir.
Trump’ın dünya ticaret sistemine indirdiği bir darbe de gümrük vergilerini siyasi amaçla kullanmakta olmasıdır. Oysa bu, GATT ile DTÖ’nün kuruluş felsefesine tamamen aykırıdır. Ancak Trump’ın bunu fazla umursadığı söylenemez. Verdiği zararın ne kadar kalıcı olduğunu ve olası halefinin bunu ne kadar tersine çevirebileceğini zaman gösterecektir. Ancak gözlemciler, kronik açık veren ABD Hazinesi’ne birkaç ay içinde 100 milyar dolar getiren bu vergileri başka bir başkanın kaldırmasının pek de kolay olmayacağını düşünmektedirler.
Bizim açımızdan bakıldığında, iktidarın sık sık dile getirdiği ve yıllardır 30-32 milyar dolar civarında seyreden ABD ile ticaret hacmimizi 100 milyara çıkarma hedefi pek gerçekçi gözükmemektedir. Ülkemize uygulanan vergiler, başta Birleşik Krallık olmak üzere başka ülkelere uygulanan vergilerden daha yüksek. Bunların indirilmesi için bir müzakere yürütüldüğünü duymadım. Bir şekilde ihracatımızı artırmaya ve ABD ile ticaretimizin lehimize fazla verecek bir duruma getirmemiz halinde, zaten ülkesine yapılan ihracatın kendisi için kötü bir şey olduğunu düşünen Trump’ın hışmına uğramamız kaçınılmaz olacaktır.