Kaosun şiiri: Anadolu’dan Paris’e düşsel bir yolculuk – Ressam Onay Akbaş ile söyleşi

Paris’te yaşayan ressam Onay Akbaş 40. sanat yılını Paris belediyesinin himayesinde düzenlenen “Kaosun Şiiri: Anadolu’da Bir Çay Bahçesinin Anı Defteri” başlıklı bir açık hava sergisi ile kutluyor. 40 adet 150×70 cm’lik resim ve desen Paris’in tarihi binalarından biri olan La Caserne Napolèon binasının dış cephelerinde Parislilerle buluşuyor. 15 Eylül’de açılan sergi 31 Ekim’e kadar ziyaret edilebilir. Hem sergi üzerine hem de Onay Akbaş’ın sanatsal üretim süreci üzerine bir söyleşi yapalım dedik.

“Sanatçı her defasında ‘tanıklıklarının’ değil, farklılıklara özen ve ilgi gösteren ve bunu yaparken de doğacak çatışmalardan, kaostan damıtılan fikirlerden şiir çıkarabilen ve çağının sadece ‘tanığı’ değil, bazen ve çoğu kez de ‘sanığı’ olabilmeyi göze alabilen biri değil midir biraz da?”

“Çizgi. Çizmek. Tanıdığımız her şeyin aktarımını büyük bir oranda ‘çizgi-çizmek’e borçlu insanlık. Korkular, rüyalar, iletişim ve büyü… Sesin uzamı olarak dile dönüşen çizgi.”

Tam anlamıyla bir coğrafyaya bağımlı olmamak halinin sanatçının kimliğinin oluşmasında veya ‘kimlik inşası’ konusunda olumsuz bir unsur olduğunu hiç düşünmedim. Hiçbir yerin ‘yabancısı’ hiçbir yerin de ‘bizimkisi’ olmamak: kendinizle randevunuzdaki özgürlüğün bahşettiği ‘seçme hakkımızı’ pozitif katkılara dönüştürebilmek uğraşı.

  • Onay bey, öncelikle bu serginin Osmanlı’dan bu yana olan sanat tarihimiz içeresindeki önemiyle başlamak istiyorum. İlk defa yurtdışında bir ressamımız ve eserleri kamusal alanda ve Paris gibi bir şehirde bu kadar görünür oluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çamaşırlarını balkonlara ve sokağa asan bir kültür coğrafyasından geliyorum. Bu proje benim için de ilkleri içinde barındırıyor. İlk kez bir büyükşehirde çok özel bir mimari yapının dış cephe olanaklarını kullanarak “sokaktan, sokakta ve tekrar sokağa” etkileşim sürecini deneyimlediğim bir proje içindeyim. Sokağın ve kamusal alanların benim için hep önemli olduğunu söylemeliyim. Galerilere ve müzelere sıkışmış sanatın karşısında sokak sanatı ya da sokakta sanat çok ayrı duygular yaşatır. Sanatçı ve sanat eseri mağarasından çıkıp kamusal alanlarda bakan gözlere ve hisseden ruhlara kendini sunmaya başlar. Bir ressam olarak Paris gibi bir şehirde böyle bir görünürlüğün öznesi olmak hem gurur verici hem de çok sevindirici. Böyle bir deneyimi ilk olarak benim yaşamam elbette önemli ancak daha da önemlisi başka ressamlarımıza da bir yol açabilmiş olmak.

  • Sergi sanat hayatınızın 40. yılına denk geliyor. Kısaca serginin oluşum sürecinden ve 40. sanat yılınızla bağlantısından bahsedebilir misiniz?

Marmara Üniversitesi’ndeki akademik eğitimimin hemen ardından 15 Eylül 1985 yılında İstanbul’un Maltepe semtinde “Maltepe Ressamları” oluşumuyla birlikte ilk resim atölyemi açıp profesyonel sanat yaşamıma ilk adımımı attım. 1988 yılının 15 Eylül’ünde ise atölyemi Paris’e taşıdım. Fransa’nın sergi açmadığım neredeyse hiçbir önemli şehri ve sanat fuarı kalmadı diyebilirim. Çok sayıda sanat fuarında, ödül komisyonlarında ve jüri üyeliklerinde bulundum. 40 yıldır yaşayıp ürettiğim bu kentte bana özel olan bir yılıma tanıklık edecek sıra dışı bir kutlamayı aklımdan geçiriyordum zaten. Daha önceden yine 2023 yılında Paris’te “Galeri Hearth”da açtığım “Çizgi: Bir Uçtan Öbür Uca” adlı sergi daha sonra Türkiye’nin farklı şehirlerine de misafir oldu. Bu sergiler, sanat hayatım içerisindeki 40 yılıma tanıklık eden 400 kadar desenimi ve resmimi içeriyordu. Bu süreçte, bir tür “mutfağıma” veya sanatsal üretim sürecime davet olarak da adlandıracağım “tanıklıklarımı” büyük çaplı mekânlarda sergilemiştim.

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri

Sonrasında Paris’teki Kaosun Şiiri sergisi geldi…

Paris Büyükşehir Belediyesi’nden belediyenin hizmet binası olarak kullanılan La Casérne Napolèon’un tüm cephelerinde bir sergi projesi teklifi geldiğinde ilk önce çok sıcak bakmamıştım. Sonradan bu projemin küratörü de olacak olan Deniz Demirer’in ve sanatçı dostlarımın ısrarlı telkinleriyle bu teklifi kabul edip çalışmalara başladık.

  • Bazen dostlarımızın bu tür destekleri ve telkinleri çok önemli oluyor…

Kesinlikle öyle. 40. sanat yılıma da denk düşen bu sergi için 2 yılı bulan bir hazırlık süresince 40 yılıma sembolik olarak gönderme yapacak 40 adet 150×170 cm’lik büyük boyutlu desenimi Paris Büyükşehir Belediyesi hizmet binası olan La Caserne Napolèon sarayının 3 cephesine yerleştirdik. Desenler Küratör Deniz Demirer’in önerileriyle QR kod yazılımları kullanılarak hareketli anime kısa videolara da dönüştürüldü. Yine, adından da anlaşılacağı gibi, arka fonda yer alan ve tüketim toplumunun izlerini barındıran rakam ve karalamaların oluşturduğu kaotik bir fonu kullandık. Bu fonda yer alan kaostan kendimce şiirlerimi çıkarmayı denediğim üretimler oluştu sonuç olarak.

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
  • Dünyanın mevcut kaotik halinden poetik unsurlar oluşturmak günümüz dünyasında sanatçıya düşen en büyük ödevlerden biri diye düşünüyorum.

Ne de olsa sanatçı biraz da “kaostan şiiri” sezip çıkarabilen değil midir?

Tüm bu unsurları güçlendirmek için ise daha önce yazdığım şiir denemelerimden ve düşüncelerimden cümleler seçip bunları desenlerin altlarına serpiştirip çok yönlü duyulara hitap eden bir sergi projesini hayata geçirmeye çalıştık. Bu benim sokaktan aldıklarımı sokakta olgunlaştırıp, dönüştürüp yine bir sanat önerisi olarak sokağa iade ettiğim ilk sergi deneyimim oldu. 40. sanat yılıma da bu tip bir sergileme yönteminin yakıştığını fark ediyorum. Paris Büyükşehir Belediyesi de bu anıtsal binayı ilk kez kişisel olarak bir sanatçıya tahsis ederek özel bir sanatsal maceraya imza attı.

  • Bir sanatçı açısından en önemli hususlardan bir tanesi de sanat deneyimi ile duyguları arasındaki ilişkidir diyebiliriz. Bu haliyle bu sergi deneyimi ve buradaki eserlerin görünme biçimi nasıl duygular yarattı sizde?

40 yıllık sanat yolculuğumda resimlerimi sergilediğim tüm mekânlar iç mekânlardı. Yani sanat galerileri, sanat fuarları, kültür merkezleri vs. Yani oralara sizin işlerinizi izlemeye gelenler bir tür sizin işlerinizi görmek için “şartlanmış” olarak ön bilgilerle o mekânlara gelirler.

  • Sanatsal deneyime açık olmaktan ziyade sanki orada bulunmak için geliyorlar diye hissediyorum bazen. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken başka bir konu.

Kendini sürprizlere ve tesadüflere kapatmak gibi de okunabilir. İşleriniz ne kadar şaşırtıcı olurlarsa olsunlar bir “ön kabul” ile işlerinizi izlemeye gelirler. Bu mekânda bir sergi projesi teklif edildiğinde ürpermedim desem doğruyu söylememiş olurum. Birincisi mekânın biricikliği, özelliği, kentin içerisindeki mimari ve tarihi konumu. İkincisi ise ilk kez bir dış mekânın olanaklarıyla sokaktan geçen, tesadüfen orada bulunan bakışları yakalayabilmenin kışkırtıcı heyecanı ve zorluğu. Sokaktan, sokakta beslenen bir sanatçı olarak, sokak hayatının içinden doğan beslenmelerin, fikirlerin tekrar sokaktaki anonim bakışlara sunuyor olmanın eşsiz heyecanı. Daha önce deneyimlemediğim birçok şeyi deneyimledim bu sergiyle. Mesela daha önce hiç deneyimlemediğim her bir desenin hareketli ve anime kısa videolara dönüşmelerini gördüm. Ve yine her desenim ile uyumlu şiirlerimden, düşüncelerimden gelen edebi cümlelerimin desenlerimle buluşmalarını tecrübe ettim. Büyük boyutlu desenlerim ile uyumlu şekilde onların altlarına yerleştirilen bu unsurlarla sokaktan geçen tesadüfi bakışların ve onların diğer duyu yeteneklerini de kışkırtacak şekilde bir provokasyonu hedefledik birlikte. Bu deneyim 40. sanat yılımda benim için de biricik ve eşsiz bir deneyim oldu.

  • Bu sergi her ne kadar Paris’te olsa da ve Paris sokaklarına seslense de bağrında Anadolu’ya ait çok özel hisleri ve problemleri de taşıyor. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?

Benim “KAOSUN ŞİİRİ: Anadolu’da Bir Çay Bahçesinin Anı Defteri” sergisindeki Anadolu meselesine gelince: Anadolu’da yavaş yavaş azalan ve değişime uğrayan çay bahçeleri bulunmakta. Ben de bunların müdavimleri arasındayım. Yıllarca buralarda ilham dolu zamanlar geçirdim. Bu bahçeler her sınıftan ve nesilden insanın buluştuğu kamusal mekânlar. Ne yazık ki bu özel mekânlar ya kentsel dönüşüm furyasına ya da kâr hırsına zamanla yenik düşüyor. Benzer bir değişimi aslında Paris’te de yaşıyoruz. Kent’in hafıza mekânları yavaş yavaş kar hırsına yenik düşüp dönüşüme uğruyorlar. Bu çay bahçelerinden bir tanesi de işte bu serginin “doğumhanesini” oluşturuyor.

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
  • Müdavimi olduğunuz Datça’daki Kumluk çay bahçesi bu…

Evet. Datça’da müdavimi olduğum Kumluk Çay Bahçesi’nin sahipleri tarafından hesap-adisyon kâğıtları olarak tutulan ve çöpe atılan 50×70 cm ebatlarındaki hesap kâğıtlarını yıllarca biriktirip Paris kafe teraslarında bu kâğıtların üzerine tükenmez kalem ve füzenlerle çizimler ve desenler yaptım. İşte bu üretimleri büyük boyutlu desenler olarak bu sergide kullandık. Anadolu’dan Paris’e hem materyal hem de ruhsal bir yolculuk diyebiliriz.

  • Serginin özelliklerinden bir tanesi de küratörün katkısıyla yapay zekâ gibi teknolojik imkânların da kullanılmış olması…

Serginin küratörü olarak genç bir arkadaşımız olan Deniz Demirer’i seçtim. Çok disiplinli bir perspektifle çalışan aynı zamanda da bir sanatçı olan Deniz Demirer ile bir nevi yurttaş ve sanatçı dayanışması yaptık diyebiliriz.

Sergi kapsamında, panolarda yer alan desenlerin dijital dönüşümüyle oluşturulan animasyonlar, küratör Deniz Demirer’in geliştirdiği bir yapay zekâ yazılımı aracılığıyla hayata geçirildi. Demirer, her bir deseni bu yazılıma dâhil ederek, belirli komut dizileriyle benim ilham kaynaklarımdan biri olan gölge tiyatrosunun estetik ve anlatı diline göndermede bulunmayı amaçladı. Bu süreçte, Fransa’daki “Marionette” geleneği ile Türkiye’nin köklü “Hacivat–Karagöz” gölge oyunu arasında kavramsal bir bağ kurulmuş oldu diyebilirim. Kültürel aktarımın görsel bir karşılığı üretilmiş oldu. Ortaya çıkan animasyonlar, sergi panolarına entegre edilen QR kodlar aracılığıyla izleyicilere sunuluyor; böylece ziyaretçiler, eserlerle etkileşim kurarak çok katmanlı bir deneyim yaşayabiliyorlar.

Bu dijital müdahale, yalnızca görsel bir dinamizm kazandırmakla kalmayıp aynı zamanda izleyicinin hafızasında yeni bir algı katmanı da oluşturuyor; fiziksel mekân ile dijital anlatı arasında köprü kurarak serginin interaktif bir boyut kazanmasını sağlıyor diyebilirim.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

  • Resim tarihinin sıfır noktasına gitmek istiyorum yani mağara resimlerine. Bu eski mağaralar ve buradaki resimler ya herkese açık değildi ya da mağaraların içerisine ulaşmak çok kolay değildi. Bu sergi ise tam tersi bir perspektifle tamamen kamuya açık bir şekilde tarihi La Casérne Napolèon binasının duvarlarında Parisliler ile buluşuyor. Mağaranın tersine tamamen açık havada yapılan bir sergi. Dahası teknolojik imkânların da seferber edildiği bir sergi. Bu yer değiştirmenin önemi nedir sizce?

Çizgi. Çizmek. Tanıdığımız her şeyin aktarımını büyük bir oranda “çizgi-çizmek”e borçlu insanlık. Korkular, rüyalar, iletişim ve büyü… Sesin uzamı olarak dile dönüşen çizgi. Bahsettiğiniz, insanlığın ilk evrelerine ait mağaraların karanlıklarında, avdan anlamıyor diye mağaraların karanlıklarında bırakılan kadın ve çocukların çizmiş olmalarını hep “ön kabul” olarak dillendirdim. Buna inanmak da istiyorum. Sanat, bugünden insanlığın o evrelerindeki mağara resimlerine ve totemlerine baktığımızda can sıkıntısından, korkularımızdan ve rüyalarımızdan süzülen bir iletişim-dışavurum aracı olarak dile gelmiştir. Bugün de sanat, çağdaş-modern insanın dışavurum aracı ve yöntemi olarak bir tür “dile” dönüşmüştür.

  • Burada dil ve sanat arasındaki vurgunuz çok önemli geldi bana… Son dönem çalışmalar dinin, dilin ve çizme eyleminin neredeyse ortak bir tarihe dayandığını gösteriyor.
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri

Çok önemli bir nokta bu. Sanat ilk hallerinden bugüne kadar hep bir dil olmuştur. İnsanlığın çizme-çizgi ile başlayan ve ona bir tür form yaratma yolunu açan eylemini Rönesans’tan ve döneminin ilk sanat tarihçisi sayabileceğimiz Vasari’den beri “SANAT” olarak kabul edip adlandırıyoruz. “SANAT-ART” kavramını ilk ortaya atan Vasari’dir. O halde Rönesans’a gelene kadar insanlık, bir dışavurum aracı olarak, bir iletişim ve dil olarak çizgi, form ve rengi ortak dil, ortak belleğin hizmetinde kullanagelmiştir. O ilk mağara resimlerine konulan ilk çizgi, insanlığın “iki yakasını” bir araya getirme sorumluluğunu da üstlenmiştir. Paris, İstanbul, İzmir, Mersin, Ordu kentlerinde büyük ölçekli mekânlarda yapılan “Çizgi: Bir Uçtan Öbür Uca” adlı dizi sergilerde bu olguya dikkat çekmek istemiştim.

  • Modern sanat sanki yavaş yavaş kendi mağarasından zamanla çıkmaya başlıyor…

Sanat tarihine bakarsak, özelde resim yapma eylemi 1850’li yılların sonunda bir değişime uğruyor. Sanayi toplumunun oluşturduğu “Modern Birey” bilincinin bir sonucu olarak ressamlar o zamana kadarki üretim mekânları olan “atelier”lerini terk ediyorlar. Şövalelerini, boya ve fırçalarını doğaya ve o zamanki şehirlerin sokaklarına taşıyorlar. Bu yöntemlerinden sanat tarihinin sonradan “empresyonizm” olarak adlandıracağı sanat anlayışı doğuyor. O güne kadarki kural ve kaideler bir kenara itilerek sanatta modernizmin reel olarak da özgürlüğün kapıları aralanıyor. Bu sayede, insanlık ve sanatçılar da kafalarındaki “mağaralarından” dışarıya “ışığa ve özgürlüğe” daha cesur şekilde çıkıp adım atabilmiştir.

  • Bugüne yaklaştığımızda mağaranın sanki ters çevrildiğini görüyoruz. Sokak sanatı, grafitiler ve kentin her mekânında karşılaşabileceğimiz sanatsal dokunuşlar…

Sokak sanatı benim için de baştan çıkarıcı ve ilham verici bir olgu. Son 100 yılda Meksika’da filizlenen “özgürlük sanatçıları” eliyle sanat kentlerin büyük duvarlarına devasa resimler olarak yansıdı. Özellikle 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başında sokak sanatı daha da hızlanarak “Graffiti” sanatının doğuşunu beraberinde getirdi. Başlangıçta propaganda amacıyla yapılmış olsalar bile bu eserlerin sahipleri olan OROZCO, SQUEROS, RIVIERA vs. gibi çok yetkin sanatçılar bu işe öncülük ettiler. Bu da sanatın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Sonrasında ise, 21. yüzyılın en değerli sanatçılarının başında kabul edilen grafiti sanatçılarından Jean-Michel BASQUIAT ve ardından sokaklara yaptığı anonim ikonik resimlerle tanınan BANKSY’e kadar uzanan uzun bir yolun çığır açıcı eserlerine şahit olduk. Günümüzde büyük kentlerin her köşesinde bir sanat eseriyle karşılaşabilirsiniz.

  • Sergideki eserler gölge tiyatrosu, göç ve kimlik konularından ilham alıyor. Göç ve kimlik konusu bir sanatçı açısından ve özellikle de sizin açınızdan ne ifade eder? Yaratım süreciniz üzerinde nasıl etkilerde bulundu?

Tek bir mekâna bağımlı olmadım hiç. Hiçbir mekân ve coğrafyaya mutlak bir şekilde bağımlı ve ait hissetmemenin, terk edebilmenin, yer değiştirebilmenin bana kazandırdığı çok şey oldu. Bu yer değiştirebilme özgürlüğümün kazandırdığı “Kritik/Eleştiri” esnekliğinin sanat eseri inşası yolculuğumda bana eşsiz katkıları oldu ve bundan gerektiği kadar yararlanabildiğimi de düşünüyorum.

Sanat eseri üretme fikrinin, sanatçının kimlik inşası ile bağlamı olmayan ve bundan kopuk bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Bu yönüyle düşündüğümde ve geriye baktığımda hiç “Göç” etmediğimi söyleyebilirim. Ancak yolculuklarım ve yer değiştirmelerim oldu ve bunlar esnasında bu gel-gitlerimin, yer değiştirmelerimin ve seyahatlerimin sonucu olarak “Esprit Critique” denilen eleştirel bir bakışı kazandım diyebilirim.

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
  • Kendini herhangi bir kimliğe sabitlememe ve aynı zamanda her kimliğe de açık olma gibi sanki…

Evet, bu hal bir mesafe ve eleştiri zemini yaratıyor. Bu eleştirel bakışı korumayı, yanımda ve ruhumda taşımayı daima önemsedim. Tam anlamıyla bir coğrafyaya bağımlı olmamak halinin sanatçının kimliğinin oluşmasında veya “Kimlik İnşası” konusunda olumsuz bir unsur olduğunu hiç düşünmedim. Hiçbir yerin “Yabancısı” hiçbir yerin de “Bizimkisi” olmamak: kendinizle randevunuzdaki özgürlüğün bahşettiği “seçme hakkımızı” pozitif katkılara dönüştürebilmek uğraşı. Sanat yapma eylemi iddiası da, yabancısı olmayan, bireyler arası sınırların görünmez kılındığı, ortaklaşa bir diyalog içine girilen ve yeni buluşmalara açık yeni bir “Ülke/Uzam/Espace” yaratabilme, yaşatabilme iddiası değil midir biraz da?

  • Sanatçının ülkesi o zaman kendi yaratım sürecidir diyebiliriz.

Coğrafya, dil ve kimlik konularına geniş bir şekilde eğilmek ve az tanımlanan bu yönleriyle de bakmakta yarar olduğuna inandım hep. Sınıfsal çelişki ve çatışmalardan da kendimi çok fazla soyutlamadan tabii ki. Burada elbette sanat ve politika ilişkisi de devreye giriyor. Yaşadığı zamana hem tanık olmak hem de o zamanın sanığı olabilme cesareti. Sanatçı her defasında “Tanıklıklarının” değil, farklılıklara özen ve ilgi gösteren ve bunu yaparken de doğacak çatışmalardan, kaostan damıtılan fikirlerden şiir çıkarabilen ve çağının sadece “tanığı” değil, bazen ve çoğu kez de “sanığı” olabilmeyi göze alabilen biri değil midir biraz da?

  • Sanatsal dert ve neden konusu bu biraz da…

Resim yapma nedenlerime mutlak olmazsa olmaz üç sübjektif kavramın katkılarını ararım. Ben buna biraz da 3P diyorum: Poésie (şiir), Philosophie (felsefe), Politique (politika). Bu 3 malzeme, resim yapma inşamın ruhsal, ussal yapı taşlarını oluştururlar. Sanırım bu yönüyle de evrensel olan ve sınırları belirsiz kılan sanatın diline dönüşmeyi talep ederler. Tüm bu uğraşları verirken sanatsal yolculuğumun aynı zamanda kendimi onarıcı, yeniden inşa edici ve “Terapötik-Tedavi Edici” yanını hep bir kazanç olarak güncelimin heybesinden eksik etmedim.

  • Gündelik hayat, güncel olan ve sokak… Bunların sanatsal üretiminizde oldukça etkili olduğunu biliyoruz. Bize biraz sanatsal üretim sürecinizden bahsedebilir misiniz?

Benim resmim figüratif olarak adlandırılabilecek bir alan önerir. Bu öneri halini alana kadar birçok etap, filtre ve hazırlık aşamasından geçer. Benim resim yapma sürecim mutlak “geçerli” bir “nedene” ihtiyaç duyar. Ben, güncelden beslenir ancak güncelin peşine takılıp onun yanıltıcı, taze izlerinin esiri olmamayı, araya gerekli bir mesafe koymayı denerim. Güncelin benim resmimin öznesine dönüşebilmesi için onun demlenip, filtrelenip, zamanın “fıçısına” girmesi gerekir.

Evet, bahsettiğiniz öğelerden oldukça fazla besleniyorum. Ben empresyonistler gibi şövalemi atölyemin dışına taşıyıp “doğanın içine kurma” bakış açısıyla resim yapan biri değilim. Kendimi hayatın geçtiği, biçim aldığı sokağa ve onun ekolojisine konumlandırma ile besleyen biriyim.  Sokakla rabıta halinde olan bir günlük yaşama ritmim var.

  • Yaratım sürecinizi açıklarken sık sık “Doğumhane” ve “Dökümhane” metaforlarını kullanıyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?

Yaratım ve resim yapma yolculuğumu 2 etaba ayırdığımı hep dile getiriyorum. “Doğumhane” ve “Dökümhane”. Okumalarımı ve resim yapma fikrini asla atölyemde organize edemediğimi söyleyebilirim. Okumalarım ve eskizlerimin fikirlere dönüşmeleri ve oluşumları hep dış mekânlarda, çay bahçelerinde, Paris’teki kafe teraslarında, antik kentlerin yalnızlıklarında, gezilerimde ve sokaklarda gerçekleşirler. Okumalarımı da yine atölye dışı mekânlarda gerçekleştiririm. Tüm bu aşamalar ve fikir kırıntıları hep yanımda bulundurduğum eskiz defterlerimde vücut bulmaya ve yerçekiminin etkisine girmeye başlarlar. Bu aşamayı onun içindir ki “Doğumhane” olarak adlandırıyorum.

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri
  • Şimdi yaratım sürecinin ikinci aşamasına yanı “Dökümhane”ye geldik…

Dökümhane etabında ise, seçtiğim kavramlar fikir kırıntılarından oluşan eskizler sayesinde görünür olurlar. Bunlar yeterli yoğunluğa ulaştığında süreç başlar. Bu etapta artık fikirler somut bir forma ulaşmak için malzeme ile buluşur. Oluşan fikir ve görüngülerin, kendilerini taşıyıp, sanatsal öneriler haline dönüşmeleri için onları tuvallere boca edip, bir heykeltıraş gibi biçim ve formlar verme evresidir. Yani fikirler önerilere dönüşüp orada yüzeylere dökülürler. Elbiselerini giyerler.

  • Onay bey bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. İsterseniz, söyleşimizi son sözlerinizle bitirelim…

Neden günümüzde hala “Güzel Sanatlar” kavramı resim ve heykel disiplinlerini ima ederek kullanılmaya devam etmektedir? Sanat güzel midir? Güzel olmalı mıdır? Güzel, sanat mıdır? Sanatın güzelle ilişkisi, diyaloğu nedir? Güzel nerededir, nerede güzelin tadı, güzelin rengi, formu, kokusu ve sesi var mıdır? Eğer varsa güzel nedir, nasıldır?

Üzerinde tekrar tekrar durulması gereken sorular…

Ressam Onay Akbaş ile söyleşi | Kaosun şiiri