Türkiye’nin siyaset arenası son yıllarda olağanüstü bir hareketliliğe sahne oluyor. 2023 ve 2024 zaten seçim yıllarıydı ve önüyle, arkasıyla üç yıl boyunca acayip çalkalanmalar yaşandı. Türkiye’nin oy dağılımı haritaları değişti. 2025 ise süreçler yılı oldu. Bahçeli’nin başlattığı “süreç”, 19 Mart operasyonlarıyla başlayan CHP ablukası ve Suriye’den Gazze’ye, Ukrayna’dan İran’a uzanan yoğun dış hareketlilik. Bu kadar çok olay olunca, siyasetin durgunluğundan, sığlığından bahsetmek abartılı bir şaka gibi gelebilir. Ancak ne yazık ki böylesi yüksek hareketliliğin olduğu bir dönemde; hem kurumsal hem düşünsel düzeydeki “siyaset”, en zayıf, en sönük zamanlarını yaşıyor. Siyasi kapasite kullanımı yerlerde sürünüyor.
Önemli ekonomik göstergelerden biri olan “üretim kapasitesi” grafiği, keşke siyaset üretme kapasitesi bakımından da yapılsa. Muhtemelen böyle bir ölçümde, çok partili dönem tarihinin en düşük değerleri karşımıza çıkardı. Partiler, sınırlı sözcüleri -hatta sadece genel başkanları- üzerinden mevcut duruma dair pozisyon ilanı ve dar çekirdek seçmenlerinin içine soğutacak retorik (hamaset ve bol keseden tehdit) dışında siyaset üretmekle pek ilgilenmiyor. Yeni bir üretim olmadığı gibi, senelerdir kullanımdaki “mallar” -el değiştirerek- tekrar vitrine konuyor. Üstelik bu vitrinlerin tasarımı eski ve satış elemanları çok yetersiz. Bu yüzden, bir şey üretmeden yapılan ticareti anlatan “siyaset esnaflığı” sıfatı, kurumsal siyasetin güncel görünümü için gayet anlamlı.
AKP
AKP, iktidarının ilk on yılında -siyaset üretme gayreti bakımından- hikayesini tamamen tüketti. İktidarın devamı için yeni bir hikaye (siyaset) üretmek yerine ittifak değiştirmek ve anti-siyaset enstrümanlarına başvurmak gibi kolay yollara yöneldi. Bu rotanın zirvesi -yeni ittifakının da ittirmesiyle- kurulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ydi. Anayasa referandumu öncesinde çok tartışıldığı gibi, bu tasarımın zorunlu sonucunun siyasetin imhası, alanın iyice daralması olacağı ortadaydı ve ilk ağızda en büyük hasarı alan da AKP oldu. Önce AKP siyasetten uzaklaştırıldı, koptu; sonra da şahsileşmiş siyaseti taşımaktan yorulan Erdoğan siyaseti bıraktı, güce tutundu. Ortaya çıkan yönetememe krizi de yeni kurallar oluşturmak yerine, onların istismarıyla aşıldı.
Bugün AKP, devlet gücüne yaslanmış, başta yargı olmak üzere bütün güç araçlarını iktidarın devamı için seferber eden, rakiplerini engellemek üzerine kurulu bir “beka projesi” yürütüyor. Bunun siyasi sonuçları ve elinde tuttuğu gücün siyasi pazarlık imkanları da oluyor elbette ama buna “siyaset üretmek” demek imkansız. Diğer yandan, giderek genişleyen belirsizlik ve keyfilik düzeniyle, içeride ve dışarıda sağlanan kişisel “meşruiyete” yaslanan lütuf ve ceza ayrıcalıkları, Erdoğan’ın “siyasi rolünün” sınırlarını çiziyor. Kendisini “onunla” kazanan ve “onunla” kaybedecek görenleri etkilemekle sınırlı bu rolün siyaset üretme kabiliyeti son derece zayıf.

MHP
MHP’nin -elinde tuttuğu geleneksel temsil alanı dışında- ürettiği bir siyasetten söz etmek çok zor ama buna karşılık Bahçeli’nin siyasi rolünden giderek daha fazla bahsediliyor. Çünkü Bahçeli, 2002, 2007, 2015, 2017, 2024 tarihlerinde bütün siyasi dengeyi değiştiren kritik adımlar attı, kendi çizgisinden ziyade diğer siyasi aktörlerin pozisyonlarını belirledi. Ancak -kimileri hâlâ ve ısrarla basit siyasi aritmetikle gerekçelendirse bile- Bahçeli’nin siyasete müdahale hamlelerinin “siyasi motivasyonu” son derece tartışmalı. Çünkü bu hamlelerin çoğunun -kendi temsil ettiği parti seçmeni dahil- kamuoyunun siyasi beklenti ve talepleriyle ilişkisi son derece zayıf, “başka ihtiyaçlara” cevap veren siyasi dizayn operasyonları özellikleri ise çok daha baskın.
Bugün Bahçeli’nin sürüklediği, hatta partisinden bağımsız olarak kişisel misyon haline getirdiği sürecin, çok önemli bir siyasi hamle olduğuna kuşku yok. Fakat Bahçeli meseleyi en başından itibaren siyasetin epey dışında tanımladı, hatta çözümün bizatihi meseleyi siyasetin dışına taşımak olduğunu söyledi. Devletin bekası ve Türkiye’nin yeni dünyadaki (bölgedeki) yeri önceliğinin belirleyiciliğini, “Kürt sorunu” bahsini yasaklamasıyla somutlaştırdı. Süreç, Öcalan’ın da bu yaklaşımla uyumlu aktif tutumu dolayısıyla, Kürt meselesinin halli perspektifi yerine PKK’nın ne olacağı konusuna odaklandı. İddiası büyük, beklentisi -teoride- yüksek bu sürecin, Meclis Komisyonu’na çizilen sınırlı rol neticesiyle siyasete açılan tarafı da, siyaseti genişleten yönü de çok güdük.

CHP
31 Mart Yerel Seçimleri, CHP için büyük bir siyasi sıçramaydı ama peşinden gelen (bahtsız) normalleşme dönemiyle önemli bir zaman kaybı yaşanmıştı. CHP’nin görmezden geldiği “demir tavında dövülür” özdeyişini iktidar kullandı ve malum saldırıyı başlattı. Ancak beklenenin tam aksi oldu; CHP’ye yönelen iktidar saldırısı, iyice uyuşmuş olduğu düşünülen muhalefet refleksini canlandırdı. 19 Mart hamlesinin ardından Özgür Özel, muhalefet kamuoyunun kuvvetli itirazını yatıştırmak yerine, rüzgarını arkasına almayı seçti. Aylardır -ağırlıkla mitinglerle süren- Özel’in sırtladığı siyasi canlılık, CHP’yi popüler aktör olarak ayakta tutuyor. Anketlerde yükselme eğilimini devam ettiren oy oranı da bunu gösteriyor.
Muhalefet kamuoyunun yüzü hâlâ CHP’ye dönük, itiraz ve direnme motivasyonunun dinamosu işlevini sürdürüyor. Siyasetin ve bütün süreçlerin dışına itilme hamlelerine -içerideki heveslilere rağmen- kuvvetli bir direnç gösterdi. İktidarın partiye nifak sokma girişimleri de -yine içerideki heveslilere rağmen- şimdilik savuşturulmuş gibi. Program kurultayı gibi çabalarla, iktidar alternatifi iddiasına içerik oluşturulmaya çalışılıyor. Artık mitinglerde de şikayet yerine, yapılacakların öne çıkarılacağı söyleniyor. Bütün bunlar CHP’nin “siyasete tutunma” gayretinin işaretleri ama savunma pozisyonundan çıkıp siyaset üretmeye başlamak için hâlâ alınması gereken çok ciddi bir mesafe var.

DEM
DEM’in selefi HDP, birinci çözüm sürecinde iktidarın “siyaset dışı kalma” telkin ve zorlamalarına -süreç misyonuyla kurulmuş olmasına rağmen- daha fazla direnebilmişti. O dönemde Demirtaş, -sonradan düzelttiği Gezi Parkı tutumu hariç- müzakere sınırlarını zorlayan aktif bir tutum almış ve sadece Kürt kamuoyuyla sınırlı olmayan bir popülarite elde etmişti. 2015 yılındaki “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışını mümkün ve etkili kılan da bu pozisyondu. Ancak daha sonra HDP, YSG ve DEM, iktidarın ağır taarruzuna direnmek ve siyaseti elitler arası pazarlık alanı olarak gören ittifak siyasetine mecbur kalmak gibi çorak bir patikaya sürüldü. Başta Demirtaş olmak üzere önemli isimleri -çoğu hapse atılarak- etkisizleştirildi, kayyum siyasetiyle alanı iyice daraltıldı. Ayakta kalma çabasından siyaset yapmaya pek enerji kalmadı.
Kürt siyasi hareketi partileri, üzerlerindeki yoğun baskının haricinde; -aslında ikiden fazla olan- çözüm süreçleri ve ittifak siyaseti yüzünden, kısmi bir siyasi tembelliğe sürüklendi ve bunu da kısmen kabullendi. Uzun yıllar CHP’nin de içinden çıkamadığı gibi, destekçilerine “bize güvenin ve bekleyin” vaadinden fazlasını verme hevesi göstermez oldu. Hele son süreçteki performans, zaten mevzuyu -Bahçeli’nin ilk çıkışında ifade ettiği gibi- siyasetten kaçırma misyonuyla şekillendi. Nuray Mert’in taktik ve stratejik problemleri özetleyen ve siyasi sermaye kıtlığını işaret eden yazısı iyi bir özet veriyor. İktidarın (özellikle AKP tarafının) hasarı azaltmak için DEM’i sürecin tamponu gibi kullanmak istemesi de, konforlu gürültü imkanı arayanları Kürtlerin üzerine çekiyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Milliyetçi lig
2019 sonrasında “muhalefetin şansı”, 2022 sonrasında ise neredeyse muhalefet eş başkanı muamelesi görmeye başlayan (merkeze yöneldiği iddiasındaki) “seküler milliyetçi” partiler, siyasetten kaçış yolculuğunun en hızlıları. Demokrasi blokunun doğal ortağı ve seçim kazanmanın formülü sayılan bu çevreler; iki seçimde de, kimi sadık oldukları plana uyarak kimi kendi belirleyiciliğini dayatarak, kaybettiren olmayı denediler. Başka bir şey üretemedikleri için bu rolden vazgeçmemelerini, siyasi sermaye fakirliği diye görmek mümkün ama muhalefet cephesinde devam eden popülerliği anlamak gerçekten zor. Bu partilerin resmi ve gayriresmî sözcüleri hâlâ CHP medyasının en gözde konukları. Bazı araştırma kuruluşları ve akademisyenler ise “gönüllü” olarak reklamlarında rol alıyor.
İYİP, Zafer Partisi ve Anahtar Parti ekibi, süreç vesilesiyle iktidar partilerinin (AKP-MHP) on yıldır yürüttüğü “Kürt ve Kürtlerle konuşanı dövme” işindeki münhal kadroyu hızla doldurdular. Daha iki yıl önce bütün siyaseti belirleyeceğini iddia ettikleri göçmen sorununu bile unutup; sınırlı sermayelerini, tamamen “alçaklık, vatana ihanet” gibi -altı serbestçe doldurulabilecek- suçlamalarla bezeli hamasete yüklediler. Hem bu alanda bir boşluk olduğuna inanıyorlar, hem tabanlarını altlarından çeken CHP ile mesafe koyuyorlar hem de son derece zararsız (tehlikesiz) hatta ilişilmeyen makul muhalefet koltuğunu alıyorlar. “Sürecin demokrasiyle bir alakası yok” diyen iktidarın, “maksimalist” diyerek sıkıştırdığı DEM karşısındaki pazarlık gücünü artırıyorlar.
Diğerleri
DEVA, Gelecek, Saadet, Yeniden Refah Partisi gibi çeşitli aşamalarda AKP ile arasına “mesafe” koymuş ekipler, tıpkı merkez sağ seçmenin bir gün geri geleceğini umanlar gibi, hâlâ gözleri yolda bekliyorlar. Hâlen var olduğuna inanılan “Milli Görüş” tabanının, İslamcıların ve muhafazakâr demokratların sonunda uyanıp veya çok kızıp AKP’ye sırt çevireceği inancı, bir grup kadroyu bir arada tutsa bile seçmenin pek ilgisini çekmiyor. AKP’den neden ve nerede ayrıldıkları sorusuna -gelmesini bekledikleri çevreler için- ikna edici cevaplar veremediler. Buna karşılık öteki mahalleye -kendileri açısından bile işe yaramayan- “muhafazakâr mahalle tanışıklığını” satarak yol yürümenin de sonu gelmiş gibi. Şimdi siyaset üretmek için “geri kabul anlaşması” pazarlıklarından daha fazlasına sahip görünmüyorlar.
2023’teki seçim odaklı siyasi hareketlilikte popüler takviyeler alan sol partilerin muhalefet kamuoyundan yüksek ilgi görmeye başladığına tanık olmuştuk. Başta TİP olmak üzere sol muhalefet partilerinde üye artışı ve medya görünürlüğü açısından bir tırmanış eğilimi vardı. Fakat geçen sürede bu trendin artarak devam etmemesinde, seçmenin sonuç almak için güçlü odak CHP etrafında toparlanma arzusu kadar; alternatif siyaset hamlelerinin üretilememesi ve farklı dil ya da gündemin yaratılamaması etkili. Genel siyasetin olduğu gibi sol muhalefetin de, sözünü taşıyacak (dikkat çekecek) aktörler yerine arkasından gidilecek söz bulmakta zorlandığı hatta buna yeterince enerji aktarmadığı görülüyor. TKP’nin yaptığı gibi, mevcut hatlarda pozisyon edinme gayretleri de son derece verimsiz konfor arayışı.

Sonuç
Görüldüğü üzere, iktidarıyla muhalefetiyle kurumsal siyaset ağır bir kapasite sorunuyla karşı karşıya. Aslında siyasetten uzaklık meselesi, uzunca bir süredir sonuç alma baskısıyla tamamen taktik gelişmelere odaklanmış seçmen kalabalıkları için de geçerli. Parti teşkilatlarının ve medyasının asıl siyasi mücadele alanından kaçarak dar etkinlik mücadelelerinin tarafları hâline gelmesi de önemli etken. Elbette bu olumsuz tabloda, iktidarın anti-siyaset enstrümanlarına verdiği ağırlık ve siyasi alanı iyice daraltan uygulamaları çok ciddi hafifletici sebepler olarak sayılabilir. “Alan var da biz mi siyaset yapmıyoruz?” diyecekler haklı görülebilir. Bütün bu hengamede yapılanları siyaset saymamak, fazla teorik veya “maksimalist” bulunabilir. Fakat bu tablonun kime yaradığı düşünülürse, belki eleştirilere biraz kulak kabartılır.
Türkiye siyaset tarihinde çeyrek yüzyıllık uzun bir iktidar dönemini tamamlamak üzere olan AKP, sadece otoriterliğin tırmandığı (on yıllık) son döneminde değil, en başından itibaren siyasetsizliğin nimetlerinden faydalandı. 2000’lerin başında “motor rektifiyesine” ihtiyaç duyan neoliberal mimari, (1980) darbe koşullarındaki gibi ağır bir ideolojik saldırı ile siyaseti sahadan kovarak işe başlamıştı. Bir tarafta E-muhtıralar diğer tarafta vesayet tartışmaları, bir tarafta AB gündemi diğer tarafta üzerine iki satır konuşulmadan tek tek elden çıkartılanlar. Anti-siyaset, herkesi tercih, talep, itiraz ve ihtiyaçlardan uzakta, uğultulu tepelerde ve elitler arasında bir “mücadeleyi” seyretmeye mecbur bıraktı. Bu atmosferde iktidara yerleşen Erdoğan, orada kalmanın bu vasatın devamıyla ilişkisini hiç aklından çıkarmadı. İktidarın bu konforuna son verecek olan, onun anti-siyaset imkânlarının karşısına konacak yüksek siyaset üretim kapasitesi.