Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Jean-François Bayart: “Kimlikçi sahtekârlığı herkes acilen görmeli”

Géraldine Delacroix’nın Jean-François Bayart ile mediapart.fr için yaptığı ve 2 Nisan 2017’de yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

Küreselleşmenin özellikle toplum düzeyinde yol açtığı tahribata karşı, liberal demokrasiler milliyetçiliğe kapanmaya meylediyorlar; 2016 yılına da bu açıdan iki büyük olay damgasını vurdu: Haziran’da Brexit’in kabulü ve Kasım’da Donald Trump’ın seçilmesi. Sadece Batı’yla sınırlı kalmayıp –Rusya, Hindistan ve Türkiye bunun başka örnekleri– dünyanın her tarafında görülen milliyetçilik patlamaları, halkların aleyhine algılanan bir küreselleşmeye karşı koyma iddiasında. Dolayısıyla önce küreselleşmeyi milliyetçiliklere karşı bir zafer ve savaşlarla çatışmalardan kurtulmuş bir dünya vaadi gibi algıladıktan sonra, şimdi de uzlaşmaz iki kuvvetle karşı karşıya olunduğu düşünülüyor. Durum bunun tam aksi, diyor tarih sosyolojisi ve karşılaştırmalı siyaset uzmanı Jean-François Bayart; “Kimlik Fondamantalistleri. Cihadcılığa Karşı Laikçilik”in (Fondamentalistes de l’identité. Laïcisme versus djihadisme, Karthala, Kasım 2016) devamı olan yeni deneme kitabı “Ulusal-Liberal Çıkmaz. Küreselleşme ve Kimliğe Kapanış”ta (L’Impasse nationale-libérale. Globalisation et repli identitaire, La Découverte, Mart 2017). Yeryüzünün her tarafındaki siyasî liderlerin düştükleri bu teşhis hatasının dünyayı mahva sürüklediğini, bunun Avrupa Birliği’nin de sonunu getirebileceğini düşünüyor araştırmacı.

Jean-François Bayart
Jean-François Bayart

Milliyetçiliklerle küreselleşme arasındaki bu bâriz çatışma ne zaman başladı? Başka bir şekilde, “Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?” diye de sorabiliriz.
Karmaşık bir soru bu; zira sosyal bilimler mevzuunda, nedenselliği kavrayabilme, ya da fazla mesihçi bir nedensellik fikrinden vazgeçebilme şekline atıfta bulunuyor.
Ulusu küreselleşmeye tepki olarak düşünemeyiz hakikaten. Gördüğümüz, bir eşanlılıktır öncelikle. Gerçekte, küreselleşme diye adlandırdığımız şey bir üçgen veya daha ziyade üç doruklu bir üçgenleme gibi sunar kendini: sermaye piyasalarının ve malların (ama emek gücünün değil) bütünleşmesi/entegrasyonu, Ulus-Devlet’in evrenselleşmesi ve özerklikçi/partikülarist bilinçlerin umûma mal olması. Görünürde çelişik bu üç hâdise, gerçekte 19. yüzyıl başından beri sistem oluştururlar. Tahlili inceleştirirsek, aktörlerin ya da stratejilerin hepsinin nasıl aynı anda, elbette çelişmeler ve çatışmalar pahasına, bu üç boyutu hayata geçirdiklerini görürüz…
19. yüzyıl ortasına doğru muayyen sayıda mantığın harekete geçtiğinin görüldüğü Sahra Altı Afrika örneğini alalım. Bu mantıklar, sözünü ettiğim o üçgenlemeyi iyi gösterir. Her şeyden önce, köleliğin kaldırılması talebi; bunun taşıyıcılığını yapan, Sahra Altı Afrika’ya yerleşecek olan Hıristiyan cemiyetleri ya da misyonerlerinin nöbetini, evrenselcilik ve serbest ticaret savunuculuğu uyarınca (köleliğin kaldırılması, kıtanın serbest mübadeleye açılması) Büyük Britanya devralacaktır.
İngilizler Afrika’yı fethetmek değil, onu sermayeye ve ticarete açmak isterler. Londra’yı biraz da second best [ikinci iyi çözüm] olarak kıtayı fethetmeye iten ise, Afrika toplumlarının Batı’nın ekonomik istilasına sessiz direnişi, veya daha ziyade korumacı engellerin ayakta tutulması ya da savaşa müracaat yoluyla bundan çıkar sağlama istekleridir.
Bilhassa Fransa’nın 1870’te Almanya karşısındaki yenilgisi sonrasında, 19. yüzyıldaki devletler-arası rekabetler çerçevesinde başka Avrupa ülkeleri de kıtayı parçalayanlara katılacaktır. Burada, Ulus-Devlet’le, hatta milliyetçilikle serbest ticaret ve sermaye piyasalarının küresel bütünleşmesi arasında ilk bir sinerji görülür. Bu bağlamda, Hıristiyan misyonerleri Afrika’ya kitlesel biçimde yerleşirler ve dinî evrenselcilik maskesi altında, paradoksal biçimde Afrika’yı “Afrikalılaştırma”ya; din değiştirtmek ve uygarlaştırmak gereken ilkel paganlar olarak Afrikalılar imal etmeye; ama aynı zamanda kavmî/etnik denen soy hatları uyarınca, özellikle de Kutsal Yazılar’ı standartlaştırılmış iletici yerel dillere çevirerek, onları bölmeye katkıda bulunurlar. Tarihçiler ve antropologlar sömürgeci dönem sırasında kavmiyetin/etnisitenin yaratılışından söz etmişlerdir; zira eski Afrika, kavmiyet şekli üzerinde değil, etnik bakımdan karma ve iç içe geçmiş toplum halkalarının oluşturduğu zincirler gibi örgütlenmiştir. Hıristiyanlık, sömürge idaresi ve etnolojiyle yan yana, iktidar ya da zenginlik mücadelelerinde bundan yarar sağlamak için o etnik aidiyetleri saptıran, araçsallaştıran, sahiplenen diğer Afrikalı aktörlerin de katılımıyla, kavmiyetin bu yaratılışına katkıda bulunmuştur.
Kısacası, Afrika vakası açıkça ortadadır. Üçgenin ilk ucunda, kapitalizm ve pazarların açılması vardır – iman pazarı da dahildir buna. İkinci uçta, Ulus-Devlet’in evrenselleştirilmesi vardır; önce, bizzat sömürgeleştirme döneminde kolonlar ya da idarecilerdeki bir tür sömürge vatanseverliği biçimi altında “ulusallaşacak” olan sömürge toprağı biçimi altında, sonra Afrikalı seçkinlerde, daha sonra da Afrika Birliği Örgütü Belgesi’nde sınırları tescillenmiş o bütünlüklerin bağımsızlığı ve ayakta tutulmasına yöneltecek hakiki bir milliyetçilik biçimi altında, Ulus-Devlet’in evrenselleştirilmesi vardır. Üçgenin üçüncü ucunda, Afrikalılara bir yandan kıtalarının artan bir biçimde uluslararası sistemle bütünleşmesi, diğer yanda da bürokratik tipte ulus-devletlere bölünmüş olması gibi büyük dönüşümlere kendilerini uyarlama olanağı tanıyan partikülarist/özerklikçi kavim bilinçlerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Afrika vakası küreselleşmenin nasıl birlikte hareket eden üç pistonlu bir makina olduğunu iyi göstermektedir.
Bir başka örnek verebiliriz. 1848 aynı anda hem Halkların Baharı, hem serbest mübadelenin zaferi, hem de özerklikçi bilinçlerin ortaya çıkışıdır —bilhassa romantizmle, Georges Sand gibi yazarlarla, halk müziğini yeniden keşfeden Orta Avrupa müzisyenleriyle. Eric Hobsbawm ve bizzat Doğu Afrika tarihçisi olan Terence Ranger’ın tasvir ettikleri haliyle bir geleneğin icat edildiğini; Avrupa’da olduğu kadar dünyanın başka yerlerinde de modern dünyanın icadının bir parçası olan bir geleneğin icat edildiğini görürüz.

Bu üç pistonlu makina durdurulabilir mi?
Önce iyi teşhis koymak gerek. Üstelik kamusal söylem bu dinamizmi anlamaz. Ulus-Devlet’in pazarlar arkasında gerilediğini düşünür –ki bu yanlıştır–, özerklikçi bilinçlerin küreselleşmeye bir tepki, bir direniş olduğunu düşünür; oysa bunlar küreselleşme harcının malzemesidir, yakıtıdır. Anlam tersliği tamdır ve kamuoylarını afallatıp hüsrana uğratmaktadır.
Bu üç-yüzlü küreselleşmeyi düşünmek için, ulusal-liberalizm kavramını öne çıkarıyorum. Epey çelişik ve aynı düzleme koyulamayacak, çok farklı üç çehreye büründü bu. Bir yanda, nasyonal-sosyalizmin ya da İtalya’daki faşizmin, diğer yanda da Stalinci sosyalizmin, ya da son olarak liberal demokrasilerin, uluslararası sistemle bütünleşme, ulus-devletin evrenselleşmesi ve kimlikçi bilinçlerin umûma mal olmasının kesiştikleri noktada nasıl hep beraber ulusal-liberalizmden doğan üç sistem olduklarını iyi görürüz. Demokrasilerdeki rezilliklerle –sömürgeci bile olduklarında– nasyonal-sosyalizm arasında bir denklik kurulamaz elbette. Stalinizmin canavarlıklarının nasyonal-sosyalizminkilerle bir tutulmasının ne kadar tartışma götürür olduğunu da biliyoruz. Halbuki her biri bu üçgenlemenin farklı bir bileşimi. Mantıkları aynı; kimileri toplu kıyımlar, hatta insanlığa karşı suçlar işlemiş de olsa; ya da daha bayağı şekilde insan haklarını ve kamusal özgürlükleri ciddi biçimde ihlal etmiş de olsa…

Bu fikirlerin ışığında, başta Emmanuel Macron olmak üzere cumhurbaşkanlığı adayları nasıl konumlanıyorlar?
Bir metaforla başlayalım: Ulusal-liberalizm bir kokteyldir. Kimi barmenler liberalliğe ağırlık vereceklerdir, kimileri de ulusallığa. Macron liberalliğe ağırlık veriyor; ekonomik ve toplumsal liberalizmi markası haline getiriyor. Ama muğlaklıkları var: Onun toplumsal liberalizmi, bir çok-kültürlülük ya da azınlıklardan yana bir affirmative action (pozitif ayrımcılık) biçimine de yol açabilir; dolayısıyla partikülarist/özerklikçi bilinçleri hesaba katabilir; ya da aksine, fondamantalist bir laiklik savunmasına da mahal verebilir. Macron’un tereddütlerini ve bulanıklıklarını bu anlamda kınıyoruz. Ulusal-liberalizmin ayrılmaz unsurları bunlar. Bu bakımdan en komik şey ise, çalışma hayatını düzenleyen El Khomri Yasası’nın esinleyicisi olan bu eski bankacının, kampanyasını zımnen başlatırken, alabildiğine ulusal iki jestte bulunmasıdır: Uzun süre solla sağın sahiplenmek için tepiştikleri ve sonunda Ulusal Cephe’nin el koyduğu, Fransız milliyetçiliğinin en modası geçmiş çehresi olan Jeanne d’Arc’ı anmak için Orléans’a gitmiştir; daha sonra da Puy du Fou’ya uğramıştır — kısa süre önce Jeanne d’Arc’ın bir kalıntısını satın almış olan Philippe de Villiers’nin memleketine. Böyle yaparak Macron ulusal romanı yüceltmektedir.
Ekonomik düzlemde Margaret Thatcher’dan yana çıkacak derecede aşırı-liberal olan François Fillon, ulusal gönül tellerini farklı bir tarzda titretmektedir: Daha da kötü bir ulusal roman yazarken, Katoliklik tellerine dokunmaktadır. “İslamî Terörizmi Alt Etmek” (Vaincre le terrorisme islamique) adlı kitabında şu şaşırtıcı cümle okunabilmektedir: “Fransız olmak, her şeyin birbirine bağlandığı bir destanda kendini yuvasında hissetmektir: Hıristiyan Ortaçağı, hümanist Rönesans, mutlak monarşi, yurttaş Devrim’i, muzaffer İmparatorluk, ilerici Cumhuriyetler…” Bu güzel sıralamada eksik olan bir şey var, o da çatışma, özellikle de siyasî çatışma. İç savaş olduğu kadar İngiliz’e karşı da bir savaş olan Yüz Yıl Savaşı eksiktir. Rönesans din savaşlarıdır – Fillon bundan bahsetmiyor. Yurttaş Devrim’i, giyotinde başı vurulan kraldır, çok sayıda soylunun ve kendi içlerinde birbirini yiyen devrimcilerin infazıdır. Muzaffer İmparatorluk aynı zamanda Fransızları Fransızlarla karşı karşıya getirmiştir; Üçüncü Cumhuriyet ise Komün’ün bastırılmasıyla kurulmuştur. Fillon’da çatışmanın mutlak bir örtbas edilmesi var. Ona göre Dreyfusçular ile Dreyfus aleyhtarları aynı şeydir. Nazi işbirlikçileri ile direnişçiler de mi?

Jean-Luc Mélenchon için ne söylenebilir?
Tipik olmayan bir barmen o: Çilek rengi bir kravatla siyah takım elbise giyinmiş. Jean-Luc Mélenchon’un Marine Le Pen’e denk düştüğünü bilhassa söylemek istemem. “Bizim şansımız melezliktir”, diye vurguluyor 2012’de Marsilya’daki konuşmasında: Le Pen, Fillon ya da Sarkozy ile aynı muhayyileye sahip olmadığı iyi görülüyor; ama yine de, 29 Mart günü France Culture radyosunda Ulusal Cephe’den Gilbert Collard’ı çokkültürcülüğe karşı melezliği överken işittiğimi de belirteyim.
Ama eğer Mélenchon kendini bundan sakınmazsa, bu ulusal-liberal muğlaklık yüzünden, 1930’lu yıllarda kendilerini aşırı sağda buluveren SFIO’nun (İşçi Enternasyonali’nin Fransa Kolu) sol kanadından bazı sosyalistler gibi olabilir sonu.
Şaşkınlık verici olan, Mélenchon’un popülizmle muğlak ilişkisi. Latin Amerika’da görüştüğü Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ona “sol popülizm”den söz ediyorlar. O önce bu seçeneğe itiraz ediyor; sonra da bir milliyetçilik ve egemenlikçilik biçimine havale eden müphem bir halk kategorisi kullanarak bağlanıyor buna. Avrupa sınırlarının değiştirilmesi gibi çok tehlikeli bir fikirle flört ediyor. Chavez’i, Castro’yu kahraman gibi görüyor ve Putin’in Rusyası nazarında muayyen bir hoşgörüyü gizlemiyor. Merkel Almanyasına karşı saldırıları çok eskimiş ve egemenlikçi. Erkeksi ve alaycı üslûbu, popülizm tarihindeki büyük hatiplerle benzerlikler arz etmiyor değil.
Benoît Hamon bütün adaylar arasında kuşkusuz ulusal-liberal denkleme en mesafelisi. Müslüman-aleyhtarı kimlikçiliğe, göçmenlere karşı husumete, 1905 Yasası’ndaki laiklik fikrinin yeni bir ulusal dine dönüştürülmesine (Manuel Valls, Nicolas Sarkozy ya da Marine Le Pen’in sözcülüğünü yaptıkları) açıkça karşı çıkıyor. Toplumsal sorunu, özellikle de emek sorununu tekrar tartışmanın merkezine getirmeyi denerken, uyuşturucu ya da çevre gibi yeni konuları öne sürüyor. Avrupa’nın inşasına sadık kalıyor. Ama seçim kampanyasındaki düş kırıklıkları, Fransız siyaset manzarasının ulusal-liberal pustan çıkmaya hazır olmadığını gösteriyor…

Aynı zamanda, İskoçya’da veya Katalonya’da olduğu gibi, Avrupa’da bölgeci iradelerin belirdikleri görülüyor. Avrupa daha küçük bir sürü ulus-devlete mi dönüşecek?
Ulus-devletin bir tekrar-oluşumu var. İskoçya, bir ulus-devletin tekrar-teşekkülünü –büyük dünya pazarında eriyip gitmeyi değil– yine geleneğin icadı zemininde sahipleniyor: İskoçya’nın Birleşik Krallık tarafından ilhak edilmesi bağlamında, 18. yüzyıl sonu-19. yüzyıl başında erkek eteğinin (kilt) icadı. Yitirilmiş bir egemenliği sahipleniyor, fakat geleneğin icadındaki bu sürece dayanıyor ve talebi Avrupa’nın neo-liberal sahasında tutunma iradesiyle meşrulaşıyor.
Bağımsızlık iradesi 19. yüzyılın ikinci yarısı ve tüm 20. yüzyıl boyunca bir kültürel milliyetçilik icat eden aydınlarla yerleşen, fakat dünya ve Avrupa pazarı çerçevesindeki kapitalist kalkınmasının meyvelerini ülkenin artakalanıyla paylaşmama kaygısından da ileri gelen Katalonya’da aynısı olmuştur. Aynı karşıtlar birliği İtalya’da, mitsel bir Padana üzerine fantazmlara kapılan ve Güney İtalya’daki (Mezzogiorno) tembelleri reddeden, daha sonra da ulusal kimlik adına göçmenlere ve Müslümanlara karşı dönen Kuzey Birliği’nde (Lega Nord) bulunuyor. Kapitalizm, milliyetçilik ve kimlikçilik Avrupa bölgecilikleriyle at başı gidiyor.

Kitabınızın başlığı “Ulusal-Liberal Çıkmaz” (L’Impasse nationale libérale). Nasıl çıkılır bundan?
Yanılsamaya kapılmamak gerek: Avrupa’yla çıkılır; fakat kendini harap eden ve toplumsal sorunu kimlik sorunu serabıyla ikame eden neo-liberal politikalar sayfasını çevirmiş bir Avrupa’yla. Apolitikleştirici kimlik yanılsamasından ve Molière’in hekimleri için müshil ya da hacamat ne ise bugünün kamusal tartışmasında o hale gelmiş tahammülfersâ bir çalçenelik olan “reform”un ideolojik iğdişinden el çeken, tekrar soylu anlamıyla siyasete dönen bir Avrupa’yla olur bu. Kimlik, reform, diyorum size!
Biraz geriye gidelim. Küreselleşmenin Avrupa ve Ortadoğu’da üçgenleşmesi seküler bir süreç biçimini aldı: 1878 –Osmanlıların Rusya karşısında büyük bir yenilgilerinin tarihi– ile 1918 –Osmanlı İmparatorluğu’nun, Habsburg İmparatorluğu’nun ve Alman Reich’ının çöktükleri tarih– arasında bir imparatorluklar dünyasından ulus-devletler dünyasına geçiş, kapitalizmin yoğunlaşması ve yayılmasıyla at başı giden bir süreç olmuştur. Bu da bu farklı diyarlarda bilhassa topraklarla ilgili siyasî ve toplumsal çatışmalardaki hedefleri bütünüyle değiştirmiştir. Daha sonra sömürge imparatorluklarının ortadan kalkışı, 1945’te Üçüncü Reich’ın bozgunu, 1989-1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü, 1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın infilakı vuku bulmuştur — burada da, küresel kapitalist ekonomiyle artan bir bütünleşmeye eşlik etmiş olaylardır bunlar.
Oysa imparatorluklar çeşitliliğin dolaylı idaresiyle hükümet ederler. Ulus-devletler ise siyasî merkezîleştirme ve kültürel birleştirme yoluyla… İmparatorlukların yerini alan ulus-devletler, icabında, doruk noktası Ermeni Soykırımı ya da Shoah (Yahudi soykırımı) olan, Balkanlar’da şiddetle ya da 1923-1924’te Yunanistan ile Türkiye arasında, veya İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Polonya ve Ukrayna arasında nüfus mübadelesi veya tehcirle, aynı zamanda kültürel bakımdan kendine benzer kılarak, asimilasyon vs. üzerinden de uygulanan etnik arındırma yoluyla yurttaşlığın kavmî-itikadî bir tanımını kabul ettirmişlerdir.
Avrupa’nın inşası ulusal-liberalizmin çelişkilerini bir aşma denemesini temsil etmiştir. Ama, hep olduğu gibi, benim paradigmama göre, ekonomik liberalleşme için uygulanan radikal politikalar ve kapitalizmin yoğunlaşması, 1980’li yıllarda neo-liberalizmin zaferinden itibaren, işçi göçünün yasaklanması ve İslam’ın damgalanmasıyla beraber bir kimliğe kapanış çehresine bürünmüştür. Bugün Avrupa, yetmiş yıl önce Yahudilerini ne yapmış olduğunu fazla sorgulamaksızın Yahudi-Hıristiyan olmak istemektedir.
Bizi kaçınılmaz bir biçimde savaşa götüren, içinden çıkılmaz zihinsel güçlüklere yol açan ulusal-liberalizmle işimizi bitirmek istiyorsak, en acil görevin kimlik sahtekârlığını kınamak olduğu muhakkaktır. Avrupa inşası bu bakımdan bizi uyutmuştur. Savaşın artık ötekileri ilgilendirdiğine, bizim kıtamızda nihai olarak o sayfanın kapanmış olduğuna inanma alışkanlığına kapılmışızdır. Uğursuz bir safdilliktir bu. 1990’lı yıllarda Yugoslavya’da savaş koptu, oralarda hâlâ dolanıyor, Ukrayna’yı kırıp geçiriyor ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez, bir Avrupa devleti, Rusya, zorla bir toprağı ilhak etti: Kırım.
Marine Le Pen bu ilhakı tasvip ediyor ve “halkların Avrupa’sı” adına Putin’le birlikte görüntü veriyor. Fillon buna rıza gösteriyor ve “sevgili Vladimir”inin hiçbir isteğini reddedecek değil. Her ikisi de neo-liberal politikaların doğurduğu ve parametresi kimlikçilik yanılsaması olan toplumsal öfkenin üzerinde sörf yapıyorlar. Bizatihi cihadcılık da yoksulluğun yarattığı radikalliğin İslamîleşmesinden başka bir şey değil — ve bu noktada Olivier Roy ile tamamen hemfikirim. Önceki bir çalışmam olan “Kimlik Fondamantalistleri. Cihadcılığa Karşı Laikçilik”te (Les Fondamentalistes de l’identité. Laïcisme versus djihadisme, Karthala, 2016) laikliğin selefilerinin; Sarkozy, Le Pen ya da Valls tarzında laikçilerin, cihadcılarla birbirini tamamlayan düşmanlar olduklarını göstermiştim. Kınandığım gibi iki tarafı da aynı düzleme koymam söz konusu değil. “Karşı”, “eşit” anlamına gelmez. Fakat her iki taraf da, birbirini tamamlayıcı husumet mantığı uyarınca beslenir birbirlerinden.
Bu zararlı bağlamda, kimlikçi sahtekârlığın maskesinin düşürülmesi, 1905’te laikliği yasaya koyanlara ihanet ederek bunu yeni bir din haline getirmeden laiklik fikrinin üstlenilmesi, Brexit’in sakıncasını bir avantaja dönüştürerek Avrupa’ya tekrar yeni bir atılım sağlanması ve toplumsal sorunun, özellikle de çevre krizinden ayrılmaz bir hale gelen emek sorununun tekrar tartışmanın merkezine oturtulması acildir.
Bu bakımdan benim gözümde Hamon, içine batmış olduğumuz ulusal-liberal balçıktan çıkarmaya uğraşandır — her ne kadar muhtemelen habersiz olduğu kavramımı kullanmasa bile. Ama yoklamalara göre ikinci turda, iki kusursuz birbirini tamamlayıcı düşman arasında bir düelloya tanık olacağız: Liberalizmi cisimleştiren Macron ile, ulusal egemenlikten ve Fransız kimliğinden taraf çıkan Marine Le Pen arasında. 2012’de naif dileğinde bulunduğum, “ulusal-liberalizmden çıkma”ya yakın değiliz ve siyasî yaşamımız, mönüsünde zenginlere liberalizm, yoksullara ise milliyetçilik servisi yapılan bir sersemler sofrası olmaya devam edecek.

Jean-François Bayart’ın son kitabı: L’Impasse nationale-libérale. Globalisation et repli identitaire (“Ulusal-Liberal Çıkmaz. Küreselleşme ve Kimliğe Kapanış”), Jean-François Bayart, La Découverte, 240 sayfa, 13 Euro.
Bu kitabın Haldun Bayrı tarafından çevrilen Türkiye ile ilgili bölümünü okumak için tıklayınız

FransizKultur

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.