Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile söyleşi: Yeni yılda siyasi dinamikler

Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır ile 2019’da öne çıkabilecek siyasi dinamikler; kültürel ve siyasi kutuplaşmanın geleceği; ekonomik krizin siyaset üzerine muhtemel etkileri üzerine söyleşi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler ve iyi yıllar. 2019’un ilk yayınında konuğum KONDA Araştırma Genel Müdürü Bekir Ağırdır. Kendisiyle 2019’un siyasî dinamiklerini konuşacağız. Bekir, hoşgeldin.

Bekir Ağırdır: Merhaba, iyi yıllar. 

İyi yıllar. Herkes 2018 yılı için kötü konuşuyor ve gelecek için de umutlu bakamıyor. Sen hayatta gördüğüm en iyimser analistlerden birisin. Genel olarak baktığımızda, 2019’da bir yerel seçim yaşayacağız. Bir ekonomik krizin içindeyiz, bu durum kendini daha fazla gösterecek. Türkiye’ye ekonomik ve siyasî olarak baktığında nasıl bir yıl öngörüyorsun? Senin gibi iyimserleri pes ettirecek bir…

Aklımla bakınca karamsarım. Yüreğimle, sezgilerimle ve duygularımla bakınca iyimserim. Hâlâ aynı duygu halindeyim açıkçası. Ne görüyorum? Konuşmaya seçim diye başladık ama asıl, içinden geçtiğimiz çok derin bir sarsıntı var. Birçok fay hattı aynı anda sallandığı için, deprembilimcilerin “Beşik gibi sallanıyor” lafına benziyor durumumuz. Bunun çok daha soyutundan veya küresel olanından başlarsak, bir çağ değişimi sonuçta. Dünya sanayi toplumundan bilgi toplumuna dönmeye çalışıyor; ama bilgi toplumunun kurumsallaşması başarılamadığı için de yeni çıkan problemleri eski usûllerle yönetmeye çalışıyor. Olmuyor, olamayacak. Dolayısıyla bütün ülkelerde popülizmin yükselişi ya da demokrasilerden uzaklaşma halinin sebebi de bu. Çünkü sarsıntı çok büyük, hayatın her alanını etkiliyor. Bu da bütün dünyayı etkilemiş durumda. Halbuki bunu göğüslemenin yolu, yeni hayatın gerektirdiği kurum ve kuralları oluşturmak. Ama bunlar oluşamadığı için bir temel mesele var.

Türkiye burada daha özgün bir örnek. Çünkü Türkiye hâlâ bir sanayi toplumu olmanın temel problemlerini –eğitim, laiklik, hukuk– çözememişken, bir de bilgi toplumu olmak diye bir meselesi de var. Hepimizin gündelik hayatını tanzim edecek bir ortak uzlaşmaya dayalı bir anayasa bile yokken, şimdi bambaşka problemlerle boğuşuyoruz. Bir yandan, yeni hayatın yeni ekonomisinin kurum ve kuralları yok. Çin’in ağırlığı vs. ile bütün hikâye değişiyor, ama onun ürettiği problemler var. Çok daha katmanlı bir mesele ve Türkiye bu hikâyenin içinde özgün bir örnek; çünkü kendimize özel çok problem var. Fransa, ABD, Kanada… mesela Brezilya’da son seçimlerde seçileni gördün, insanların oyunu alıp geldi üstelik. Faşist demek yeterli değil, köylü faşist. Bütün bu hikâyenin içinden çıkış kolay olmayacak. Bize özgü sebepleri de var hikâyenin: toplumsal kutuplaşma, yüz yılın hesaplarının yeniden dirilmesi vs. Bir de, daha özele gelirsek, 4,5 yılda 6 kere sandığa gittik. 7 farklı şey için oy kullandık. Ülke %51-%49 veya %50-%50 bir dengeye kilitlenmiş durumda.

Sistem de değişti.

Sistem değişti. Bütün karar süreçleri değişti. Dolayısıyla, “Kolayca buradan çıkış var” demek doğru değil. “Döviz kuru artık oturdu, sarsıntı bitti. Ekonomik kriz bitti” demek de mümkün değil. Ekonomi diye gördüğümüz şey siyaset aynı zamanda. Ekonomik güncel politika, güncel ekonominin yönetimi diye gördüğümüz mesele aslında yapısal. Yerel diye gördüğümüz şey de aslında küresel. Dolayısıyla bütün fay hatları aynı anda oynuyor.

Daha önemli değişikliklerden bir tanesi de bu ekonomik krizin etkisi. Ekonomik krizin ürettiği şöyle bir temel sonuç var ki bu gelecek için umut vaat eden fay hatlarından bir tanesi: Türkiye’de kutuplaşma dediğimiz şey, özü itibariyle kültürel kimliklere dayanıyordu. Yani muhafazakârlar-sekülerler diyebilirsin; Türk-Kürt diyebilirsin. Ama şimdi ekonomik kriz nedeniyle ekonomik fay hatları da harekete geçtiği için sınıfsal çelişkiler giderek başat olmaya doğru gidiyor.

Yani yoksullaşma ve yoksunlaşma.

Tabii. Zengin-fakir, emek-sermaye çelişkisi gibi, sanayi toplumunda…

Sözünü kesiyorum, ama bu tür ekonomik krizlerde insanlar, özellikle orta sınıf ellerindekini kaybetme gibi bir durumla karşı karşıya kalıyor.

Aynen öyle. Yeni orta sınıf da, geleneksel sınıf da, alt sınıflar da. Genellikle şöyle bir jargonumuz var ya — en azından tespitler ve gerçeklik de öyle zaten: Daha varsıl ve eğitimi yüksek olanlar CHP’ye oy verirken, daha yoksul ve eğitimi düşük olanlar AK Parti’ye oy veriyor. Bu, bildiğimiz geleneksel sağ-sol tanımları içinde tanımlanabilir bir şey de değildi. Ağustos’tan bu yana yaşanan kriz ve belli bir birikimin o fay hattını tetiklemiş olmasıyla –şu an kültürel kimliklerin önüne geçmiş değil elbette–  kültürel olan kadar, ekonomik fay hatları da harekette. 

Tabii burada şunu gözlüyoruz: Alelacele yapılan birtakım uygulamalarda, bu krizin etkisinin sandığa yansımaması ya da görünürlüğünün 31 Mart sonrasına ertelenmesi çabası var siyasî iktidarda, değil mi?

Tabii. Bütün çabası o. Çünkü şu tespitimiz var ve bugün de hâlâ öyle: Türkiye’de farklı kimlikler, farklı sosyolojik veya demografik kümelerin hayata dair beklentileri, ekonomiden, hanenin dirliği, düzeni üzerinden gelişiyor. Bu, bu anlamıyla ortak. Herkes, ekonomik bir yerden ve hanesinin geçimi üzerinden bakıyor. Ama korkularımız kültürel ve kültürel kimliklerimize göre farklılaşıyor. Mesela, dindarların son 1 yıldaki tartışmalarını hatırla. Diyanet bile buna dahil oldu: “Gençler deizme mi kayıyor? Ahlâkımız mı bozuluyor?” tartışmaları gibi. Ya da geleneksel muhafazakârların “Geleneklerimiz çözülüyor, ne yapacağız?” meselesi. Milliyetçilerin “Ülke bölünüyor” meselesi. Ya da sol, seküler kesimin “Özgürlüklerimiz gidiyor” meselesi gibi korkular farklıydı. Ama daha da önemlisi, duygular siyasîydi. Siyasî olduğu için de manipüle edilebilir bir şeydi. Dolayısıyla korkuları besleyerek duyguları manipüle etmek siyasetçiler için daha kolaydı. Nitekim son 4,5 yıldaki bütün seçimlere bakarsan, umutlar üzerine değil, manipüle edilen korkulardan beslenen duygular üzerineydi. 

Şimdi iki temel mesele var burada: Ekonomik krizle bu beklentilerdeki bozulma, parçalanma ve hanenin geçimine dair olan risk algısı. Yani, birisi gıda fiyatları enflasyonu. Sonuç olarak her eve değiyor. Yastığa başınız koyduğunuzda veya televizyonun karşısında oturduğunuzda, iktidar ya da oy verdiğiniz parti veya kimliğiniz, size ne anlatırsa anlatsın. Ama sofraya oturduğunuz zaman ortada bir gerçeklik var: Gıda fiyatları enflasyonu. İkincisi, işsizlik meselesi ya da “İşsizlik riski” diyelim. Şu anda henüz işten çıkarmalar başlamadı; ama hepimiz biliyoruz ki bilançolardaki bozulmanın ve üretimdeki daralmanın doğal sonucu buraya doğru gelecek. Hükümetin çabası veya baskısıyla şirketler belki fiyatlara yansıtamıyorlar; enflasyon, olacak olanın henüz çok gerisinde. İşsizlik meselesi de öyle. Ama herkes bu kaygıyı somut olarak hissediyor. Dolayısıyla “Asıl fay hattı burada hareketleniyor” dediğim şey, bu. O nedenle hükümetin duyguları korku üzerinden manipüle etme meselesi, bu seçimde aynı dozda ve şiddette çalışmayabilir.

Aslında 24 Haziran’da da konuşmuştuk bunu seninle. Ayrı ayrı yaptığımız değerlendirmelerde de konuştuk: Muharrem İnce, kutuplaşmayı ya da belli bir aşamada polemiği benimsedi –ki ben bunu “Muharrem İnce’nin düştüğü bir tuzak” diye görmüştüm–; şimdi CHP’nin iki büyükşehirde çıkardığı adaylar, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ve Ankara’da Mansur Yavaş, siyaseten daha düşük profilli ve kendilerini hizmet odaklı göstermeye çalışan, karşı tarafa hitap etmeye çalışan, onun dilini kullanan bir tarz benimsiyorlar. Zaten Ekrem İmamoğlu Karadenizli. İmamoğlu soyadı dindar kimliğini özellikle vurguluyor. Eski belediye başkanlarını ziyaret ediyor. Bu çok dikkat çekiyor. Sence bu akıllıca ve hayata geçirilebilecek bir şey mi? Yani, muhalefetin İstanbul ve Ankara adayları, 31 Mart seçimini kutuplaşmanın dışında bir alana taşıyabilirler mi? Taşırlarsa, başarılı olabilirler mi?

Önce ideal olanından başlayalım. Sonrasında şeytanlaştırıldı ama bir zamanların çok moda sloganıyla “Yetmez ama evet” diyelim. Evet, bir yandan kutuplaşmayı aşmak için ortak hayat ve ortak alan üzerinden bir dil kurmak, ortak kimlik ve ortak hayata dair bir yerden siyaset üretmek gerekiyor. Ama bu tek başına yetmiyor. Çünkü CHP’nin bagajları var. CHP kimliğinin ürettiği bir mesele var. O yüzden Ekrem Bey veya başka bir aday başarılı bir dil kursa bile, CHP kimliğinin ürettiği bu meseleyi bu kadar kısa sürede aşıp aşamayacağını ya da karşı tarafta da bu duyguyu uyandırıp uyandıramayacağını bugünden kestiremiyorum doğrusunu istersen. Ama var olan durumda, kültürel kimliklere yaslanan ve korkulardan beslenen bir kutuplaşma meselemiz var. O nedenle, CHP kendi kimliğini, kendisi de bütünsel olarak değişim hamlesini ve “Değişiyor” algısını üretmeden, adayların tek başına bunu yapması yeterli değil. Bu seçimde ne kadar çalışır göreceğiz. Ama pratik olarak evet, en azından doğru bir yerden başlıyorlar. Çünkü ülke bu kutuplaşmayı sürdüremez. Sokaklardaki bu gerilim sürdürülebilir bir şey değil. Bir yandan da, yerel yönetim seçiminin olmasının da bir avantajı var. Çünkü genel iktidar değişmeden, yerel yönetimlerde lokal olarak bazı yerlerde iktidarın ya da yerel gücün iktidarının değişmesi, “Büyük iktidarı değiştirmeyeceğine göre” diyerek hareket eden bir seçmen kümesi de olabilir.

Ama bir yandan da kutuplaşmanın hâlâ çok ciddi bir etkisi var. İkincisi de, somut bir bulgumuzdan, hem de Ekim ayında yaptığımız araştırmamız üzerinden söyleyeyim. Bu “Kültürel kimlikler ekonomik fay hatlarına dönüyor” tespitim kadar önemli olan ikinci tespit şu: Bugün geldiğimiz noktada seçmenin önemlice bir kısmı, oy verirken yanında olduğu parti üzerinden değil, karşısında olduğu parti üzerinden hareket etmeye başladı. Yani, CHP’ye de eleştirileri var 24 Haziran’dan sonra. Ama parti karşıtlığından dolayı yine gidip CHP’ye oy veriyor. Ya da AK Parti’ye, Erdoğan’da da eleştirileri var; ama CHP karşıtlığı yüzünden yine AK Parti’ye oy veriyor. Bizim sayısal tespitlerimiz, bugün karşıtları üzerinden kendisini tanımlayan seçmen kümesi, âşık oldukları üzerinden kendini tanımlayan seçmen kümesinin neredeyse iki katı. Önemli değişikliklerden birisi bu. Dolayısıyla, senin demin sorduğun o soru, bizim bu tespitimiz doğruysa –ki sayısal olarak böyle–, o zaman zaten ne yaparsanız yapın bunu da bozmak kolay değil. Ama bir yandan da bir fırsat alanı. Çünkü ilişki aşktan değil, nefrettense, nefret objesinin değişmesi, nefreti aşka dönüştürebilir. Çünkü burada aşk, sadakat duygusu aşınmaya başlamış.

Burada şöyle bir husus da var: CHP’nin geleneksel seçmeninin içerisindeki bir grup, özellikle kendini solda tanımlayanların “Biz bu adaylara niye oy verelim? Bunlar bizi temsil etmiyor. Aslında AK Parti’den de, MHP’den de aday olacak insanlar” türünden itirazları var. Bunlar çok önemsenmesi gereken itirazlar mı?

Evet. CHP burada çok stratejik bir hata yapıyor: Benim gözlemlediğim kadarıyla,  2011’den beri bütün seçimlerde, ısrarla farklı aday isimleri üzerinden karşı tarafa ulaşma ve buradan bir kapsama alanını genişletme stratejisi var. Bu doğru değil. Eğer fikren ve zihnen, kapsama alanınızı söylemlerinizle, ideolojinizle, politikalarınızla, programlarınızla onları kapsayan hale çevirmiyorsanız, sadece “Ruşen oraya yakın, hadi Ruşen’i aday yapalım” derseniz –mesela Ekmeleddin İhsanoğlu diye başladı, İlhan Kesici, Aytun Çıray, Abdüllatif Şener gibi isimlerin adaylığı– bunu karşı taraf yemiyor. Çünkü sizin değişme çabanızın sahiciliği ve samimiyeti ile ilgili bir kuşkusu var. Bu nedenle, Ekrem İmamoğlu’nun tutturduğu dil ortak hayattan bir dil olduğu için kendince biraz rasyonalitesi, meşruiyet alanı var ve bir kapı imâ ediyor. Ama burada CHP’nin bütünsel kimliğinde bir değişim çabası olmadan ve stratejiyi “Kişilerden değil, zihniyetten değiştiriyoruz” imajını vermeden kolay olmayacak. Ekrem Bey’in çabalarıyla, 11-12 milyon İstanbul seçmeninden 100 bin, 200 bin, belki 500 bin kişi etkilenebilir. Ama konuştuğumuz şey, 24 Haziran üzerinden konuşursak, 22 milyonu aşkın bir kitleyle, 11 milyonluk bir kitleyi konuşuyoruz. 22 milyondan bu tarafa, ciddi sayıda insanı ikna etmeniz lazım ki siyasî denge değişsin. 

Peki, bir de ittifaklara bakalım. Cumhur İttifakı aslında bir devlet ittifakına, devlet koalisyonuna dönüştü. Arada bir sarsılır gibi oldu ama hemen tekrar kendini buldu. Birtakım yerlerde hâlâ belirsizlikler var, ama aslında çok da sorun yokmuş gibi duruyor. Bu arada Millet İttifakı dağıldı. Saadet Partisi zaten yok. İYİ Parti ile CHP arasında bir işbirliği ya da güç birliği var. Bazı yerlerde CHP feragat ediyor, bazı yerlerde İYİ Parti. Ben yaptığım bir değerlendirmede şöyle söyledim: İYİ Parti Genel Merkezi İstanbul’da aday göstermiyor ve CHP ile birlikte hareket ediyor diye, normal şartlarda İYİ Parti’ye oy vermeyi düşünen bir seçmenin, CHP’nin adayına oy vermesinin bir garantisi yok.

Yok tabii.

Pekâlâ, Binali Yıldırım’ı, hatta MHP’yi kendine daha yakın görüp ona oy verebilir.

Aynen öyle. 

Ama öteki tarafta, MHP-AK Parti işbirliğinde, sanki ittifak nedeniyle pek fire olmayacakmış gibi.

Yok. Bir kere, birkaç yeni araştırma üzerinden tespitimizi söyleyeyim: Birincisi, %51-%49’luk bloklar arası hareket çok düşük, neredeyse yok. Ama blok içi hareketler var. AK Parti-MHP arasında ya da CHP-İYİ Parti arasında kayda değer oranda bir hareketlilik var; ama bu bloktan öbür bloka zıplamalar çok düşük. Bu seçimde ne kadar bu bozulacak göreceğiz. Ama benim kişisel beklentim, 1-2 puandan fazla değil. Ama o 1-2 puanın üreteceği siyasal sonuçların –Ankara ve İstanbul’da belediye başkanlarının değişmesi gibi– potansiyelini tartışıyoruz aslında. Yoksa 3 ayda bütün bu kutuplaşma meseleleri halledilecek ve karşımıza bambaşka bir siyasî tablo ortaya çıkacak değil. Ama imâ edeceği siyaset potansiyeli üzerinden kayda değer bir durum var. Birincisi bu.

İkincisi, AK Parti ve MHP seçmeni, toplumsal tabanda 2013’ten beri adım adım yekpâre bir hale geldi. Dolayısıyla Türkiye siyaseti üç kutuplu. Biz kutuplaşma deyince hep iki kutuplu anlıyoruz meseleyi. Bir eksen üzerinde iki zıt kutup diye anlıyoruz. Halbuki Türkiye’deki siyaset üç köşeli. Hatırlarsan üç Türkiye analizimi 24 Haziran’ı değerlendirirken de çok konuşmuştuk burada. Dolayısıyla üç Türkiye var ve Türkiye’nin üç partisi var. Siyasî rekabet bütün ülkede yaygın değil. Hepimizin konsantrasyonu metropollü, Batılı, modern hayat tarzını dönüşmüş, kendi ekonomik dinamikleri ve aktörleri yeterince güçlenmiş, İskenderun’dan İstanbul’a kadar olan bir Batı Türkiye’yi konuşuyoruz. AK Parti ile CHP arasındaki rekabet Ankara, Mersin, İstanbul, Antalya, Adana gibi illerde. Yoksa hiçbirimiz Sivas’ta, Yozgat’ta, Trabzon’da ne olacak tartışması yapmıyoruz. Bir de, Güneydoğu’da HDP’nin ya da Kürt yurttaşlarımızın ağırlıklı olduğu o kayyumlu belediyelerde ne olacağını merak ediyoruz. Asıl hikâye burada dönüyor. Dolayısıyla MHP ile AK Parti tabanı hem sosyolojik olarak, hem siyaseten –zaten benzerdi– aynı pozisyona geldiler. Ve dikkat edersen iktidar dili, Tayyip Erdoğan’da da, Devlet Bahçeli’de de, hem dinci hem milliyetçi bir köşede birleşti. Dolayısıyla Türkiye’de siyaset giderek üç köşeli hale dönüşecek. Burada kritik olan şey, MHP ve İYİ Parti’nin kurumsal kimliklerini ne kadar taşıyabilecekleri. Daha metropollü olan milliyetçiler ya da eski geleneksel tanımıyla “merkez sağ” kesim İYİ Parti’de, daha muhafazakâr hayat tarzına yakın olan yerdeki milliyetçiler ya da “merkez sağ” kesim de MHP’de birleşiyor. Toplumsal fay hatlarına yerleştirdiğiniz zaman böyle bir simetrik bölünme var. Dolayısıyla, bundan sonrası için MHP ile İYİ Parti’deki değişimler kritik olacak. Bir dahaki genel seçim ne zaman yapılacaksa –2021, 2022’den önce yapılacağını bekliyorum şahsen– MHP ve İYİ Parti’lilerin ne kadarının AK Parti ve CHP’lilerin içine doğru hemhal olacakları sorusu kritik. Sonuçta, Türkiye siyaseti üç ana köşeli, üç partili. Üç partili olamıyorsa bile birer yedeği ya da ittifak partisi desteğiyle, bu hal uzun bir süre sürecek gibi görünüyor. 

Burada HDP meselesi de var. Bir güneydoğudaki seçimler, bir de batıdaki seçimler var. HDP yönetimi batıda şöyle bir kapı araladı: “Biz buralarda aday göstermeyebiliriz veya yakın gördüğümüz muhalefet adaylarını destekleyebiliriz” dedi. Tabii daha çok CHP’yi kastetti. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Aydın, Manisa gibi illerde HDP’nin bayağı oy potansiyeli var. Milletvekili çıkarttı ya da çıkartmanın eşiğine geldi. Biliyoruz ki CHP bazı yerlerde İYİ Parti ile ittifak yapıyor. Genel merkez, CHP’li adayı ya da Millet İttifakı’nın adayını işaret etse bile, HDP seçmeni “Ben buna oy vermem” diye düşünerek hareket eder mi? Sen ne düşünüyorsun?

Çalışmayabilir. Bir kere, bu yerel seçimleri belirleyecek en önemli dinamiklerden bir tanesi, AK Parti’ye eleştirel bakan ama daha önce AK Parti’ye oy vermiş kitlelerin veya aynı biçimde CHP’ye oy vermiş olan, CHP’nin potansiyel seçmeni sayacağımız kitlelerin CHP’ye eleştirileri ve HDP’nin bu pozisyonuna karşı, HDP seçmeninin eleştirileri veya tepkilerinden ne kadarının sandığa yansıyıp yansımayacağı, ne kadarının da sandığa gitmeyerek partisini cezalandıracağı kısmı, yerel seçimin en önemli belirleyici unsuru olacaktır. Bütün bu ekonomik krizden ve ülkede yaşanan gerilimden dolayı, dört buçuk yıldır yapılan altı seçimde de AK Parti’nin kurduğu dil hep “istikrar” üzerine oldu. En sonunda, en zirveye gelen söylem “Tek adam yönetimi”, “Başkanlık Sistemi”, “İstikrarlı bir parti yönetimi” ve “Ülkede bütün sorunların çözümü” idi. Peki ne oldu? Bütün bunlar yapıldı, ama ülkede bütün sorunlar çözülmüş değil. Aksine, çok derin bir sarsıntıdan geçiyoruz. Dolayısıyla, bir: O seçmenin ekonomideki sallantıdan kaynaklanan etkileri ile çözülmesi var. Onların bir kısmı MHP’ye gidecek. Önemli bir kısmı da, Tayyip Bey sahne aldığında ve o dönüştürücü gücünü harekete geçirdiğinde, tabii ki AK Parti’ye yine geri dönecek. Ama bir kısmı da muhtemelen sandığa gitmeyecek. O bloktan baktığınız zaman, MHP’nin sistem ve iktidar üzerindeki özgül ağırlığının artacağı beklenebilir, onların seçime katılıp katılmama oranına bağlı olarak. 

Bu tarafa gelirsek, CHP-İYİ Parti seçmeninin değil ama CHP seçmeninin bir kısmı, 24 Haziran’dan itibaren –bir de, 7 sandık kuruldu ve hepsinde kaybetti– bütün bunların ürettiği hayal kırıklığı, partinin 24 Haziran’dan sonra yaşadığı tartışma vs.’den dolayı orada da bir kırıklık ve çözülme var. O seçmenin ne kadarının sandığa gelip CHP’nin veya ittifakın gösterdiği adaylara oy verip vermeyeceği önemli. Örneğin Antalya’da İYİ Parti’ye bırakıldı. Antalya’da CHP’li seçmen İYİ Parti’nin adayına oy vermeye gelecek mi? Yoksa partisine küskünlükle ve ittifak da çok içine sinmediği için geride mi duracak? Bu tür meseleler var. Dolayısıyla, CHP seçmeninin ne kadarının sandığa katılıp katılmayacağı belirleyici olacak. Aynı şey HDP’li seçmen için de geçerli. HDP İstanbul’da aday göstermeyebilir, ama “Afrin’e atılan bombaların üzerine adımı yazın” diyen CHP’lilerin olduğunu da unutmayabilir bir kesim. Dolayısıyla sandığa gitmeyebilirler. İstanbul’da %11-%12 mertebesinde olan HDP’li seçmenin belki %7-%8’i kendi adayları olmadığı için CHP’ye oy verebilir. Ama 3-4 puanlık kesimi gelmeyebilir de. Burada %51-%49 veya %50-%50 dengesi konuşuyoruz; ama dengenin bir tarafında %11-%12 oyuyla HDP, %1-%2 de Saadet Partisi var. Dolayısıyla, gidişata bakılırsa, bunların kategorik olarak aynı pozisyonlarını devam ettirmeleri beklenir. Ama günceldeki o ekonomik sarsıntının etkisi ve kendi partilerine karşı olan hayal kırıklıkları bir başka belirleyici unsur olacak. O nedenle yerel seçimlerde, seçime katılım çok ciddi biçimde değişebilir. O seçime katılıma göre de konuştuğumuz oranlar tuhaf oynuyormuş gibi görünebilir. Ama bizim gördüğümüz şudur: Ana partilerin, yani AK Parti’nin de, CHP’nin de seçmenlerinde ciddi bir çözülme emaresi var. Bu çözülme ekonomik sarsıntı ve ekonomik fay hattının hareketiyle de besleniyor. Ama bu, yerel seçimde iktidarda ya da iktidar gücünde ciddi bir değişiklik imâ eder mi ya da bu enerjinin gücü ona yeter mi, onu kestirmek henüz mümkün değil. 

Az önce AK Parti’den memnun olmayan kesimlerden bahsettin. Yıllardır takip ettiğim için çok net bir şekilde şunu görüyorum: Belli bir seviyesi olan İslamî hareketin içerisinde de bir çölleşme yaşanıyor. Biliyorsun 80’ler ve 90’larda bir şeyleri biriktirdi. Şimdi ekonomik çıkar endeksli, değerlerin aşındığı bir şeye giriyoruz ve içeride tasfiyeler var; en son, Prof. Mustafa Öztürk’ün başına gelen, Mustafa İslamoğlu’na yapılmak istenen ve Adana’da Alparslan Kuytul örneğini sayabiliriz. 80’ler ve 90’ları İslamcılıkla geçiren insanlar ve onların çocuklarında çok ilginç arayışlar ve sorgulamalar var. Bu çok kitlesel bir hareket değil belki; ama niceliği olmasa bile niteliği etkiliyor… Bir de, bugün iktidarı ve Erdoğan’ı canla başla savunanların önemli bir kısmının İslamî bir kimliği yok. Kaba tabirle “devşirme” diyebiliriz. Belli bir kalitesi olmayan insanlarla yürüyen bir iktidar var. Bu insanlar da bunun farkında. Bu tür rahatsızlıkların bir etkisi olur mu seçmen tercihlerine? Yoksa sembolik mi kalır?

Hayır, sembolik kalmaz. Tam tersine, sarsıntı anlarında insanlar, toplum, “Buradan nasıl çıkacağız?” diye bir ışık, bir umut aramak için siyasetçisine ve entelektüellerine bakıyor. Ülkenin, hepimizin, bir umutlanma ihtiyacı var. Bu gerilimi kimse bireysel olarak bu yoğunlukta, bu dozda taşımak istemiyor. Tabii ki lümpenleşmiş, bu üç kutbun içinde belli kor kısımlar var. Ama kutupların altında olsalar bile Türkiye insanı birtakım melez alanlar açıyor ve o melez alanların içinde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Çünkü bu kutuplaşma DNA’larında yok, DNA’larında ortak hayat var. Bu topraklarda 5000 yıldır çokkültürlülük var, onu kolay yok edemiyorsunuz. Toplumda, sadece o cenahta değil, sağda, solda, üniversitelerde, her kesimde bir entelektüel ıssızlık yaşanıyor. Tabii ki yaşanan baskılar, tutuklamalar, sosyal medya soruşturmalarının ürettiği bir sonuç da var elbette. Ama yine de sadece siyasetin lümpenleşmesi üzerinden ve her gece her gece pozisyonunu yeniden ilan etmek yerine, memleket meselelerini tartışacak bir zemin açılabilirdi. Bu yok. Bu olmadığı için çok derin bir entelektüel ıssızlık yaşanıyor.  Bir yandan da, partilerin beslenme damarı tıkandı. Bu, CHP’de geleneksel olarak böyleydi; ama AK Parti’de de giderek bu hale döndü. Ne yeni insanlardan, ne yeni fikirlerden beslenemiyorlar. Kendi içlerine döndüler ve kendi iç kavgalarıyla hayat sürüp gidiyor. Bir taraftan da böyle bir durum var.

Bu tür entelektüel ıssızlığın ürettiği bir başka sonuç var: Gündelik hayattaki kalite kaybı. Tayyip Erdoğan yandaşlığı veya karşıtlığı kutuplaşmasının, İstanbul’un trafik sorunlarıyla, tren kazalarıyla ya da hayatın her alanını otopark mafyasına teslim etmemizle veya bu saçma sapan kaldırım ve yol kalitesine teslim etmekle bir ilgisi olmaması lazım. Yani, temiz içme suyuna ulaşmanın, Tayyip Erdoğan yandaşlığı veya karşıtlığına kadar kilitlemenin doğru olmadığı ile ilgili bir mesele var karşımızda. Dolayısıyla, bütün kesimlerin entelektüellerinin yeniden, sadece kendi iktidar alanlarına, kendi kutuplarının uçlarına laf etmek değil, birbirleriyle ilişki ve diyalog platformları geliştirmesine ihtiyacı var ülkenin. Çünkü ortak hayatı başka türlü inşa edemeyiz. Dindar ya da siyasal İslamcı gelenekten gelen bütün bu aileler, seninle benimle konuşmadan doğruyu bulamayacaklarını anlamak durumundalar.

Bu çok zor ama. 

Ama onlarla konuşmadan doğruyu bulamayacağımızı senin de, benim de kavramamız lazım. 

Bu kutuplaşma ortamında, bu dediğin alanları yaratmak bayağı zor.

2019 için benim her yerde söylediğim temel temennim de budur: Ülkenin ortak umuda, ortak heyecana, ortak başarıya ihtiyacı var. Bunun için de hepimizin elverdiğince emek harcamamız lazım. Bu başka türlü olamaz. Çünkü onlar sadece kendi içlerinde ve sadece AK Parti veya Tayyip Erdoğan eleştirisi üzerinden güçlenemeyecekler, o 90’lı yıllardaydı. Ama bugün güçlenemeyecekler. Çünkü bugünkü iktidar tarzı içinden baktığınız zaman, giderek sessizliğe mahkûm oluyorlar. Bu tarafta da zaten baskılardan, tutuklamalardan, her gün açılan yüzlerce davadan dolayı bir sessizliğe mahkûm olma hali var. Kürtlerin başına gelen zaten mâlûm, bu kadar baskı ve tutuklamalardan sonra söylenecek bir şey yok. Halbuki her kutbun, o kor kutup taşıyıcılarının, kutup enerjisi üretenlerinin dışında kalanların, aklı biraz daha ülkenin geleceği için çalışan, yüreği ortak hayat için atanların, yeniden bir ortak düşünme platformuna ihtiyaç var. Eğer bunu üretemezsek ve meseleyi sadece siyasî aktörler üzerinden tartışmaya ve düşünmeye devam edersek, gündelik hayatımızı da var olan bu siyasî aktörlere göre kurgulayıp, “Portekiz’e mi gidelim, Vancouver’e mi gidelim? Sessiz duralım, artık hiç konuşmayalım, Twitter hesabını kapatalım, Facebook’tan çıkalım”lara teslim olursak, bu hayat anlamını kaybeder. Onun için hepimizin, düne konsantre olmayı bırakıp yarın sabaha konsantre olmak, ortak umudu ve ortak heyecanı diriltmek için ne yapmamız gerektiğini yeni baştan düşünmesi lazım. 

Ben bu kutuplaşmayı aşma konusunu ciddi bir şekilde sorgulamaya çalışıyorum. Ama genellikle her “mahalle” ya da kutbun sesi çok çıkanları var. Onlar kendilerini verili durumu korumakla görevli hissediyor ve özellikle kendi mahallesindekileri hemen susturmaya çalışıyorlar. Yani, birisi kalkıp “Öteki taraf ne diyor?” diye kafasını uzatanın kafasını kopartmaya çalışıyorlar. 

Başlarda söylediğim “Kültürel fay hatları kadar, ekonomik fay hatları da harekete geçiyor” lafı çok önemliydi. Çünkü bugün Türkiye’de yaşanan kutuplaşma, “yatay kutuplaşma” dediğimiz kültürel kutuplaşma. Muhafazakârlar-modernler, Türkler-Kürtler gibi. Bunların kendi içinde emeği, sermayesi, doktoru, mühendisi, işçisi var. Kendi içinde var olabildiği, kendi hayatını öbüründen kopartarak sürdürebildiği bir ekosistem kurmak mümkün. Dolayısıyla, yatay kutuplaşmalar, olumlu, pozitif enerjiler üreten, ortak hayata dair bir enerji üreten kutuplaşmalar değil. Onun için de çözümü çok daha zor oluyor. 

Halbuki ekonomik fay hatları üzerindeki kutuplaşma, örneğin emek-sermaye dediğiniz zaman, ya da zengin-fakir dediğiniz zaman, kendi başına ekosistem kuramayan ve birbirine mahkûm olan kutuplaşmalar; yani “dikey kutuplaşma”. Dikey kutuplaşma ya da ekonomik kutuplaşma ise olumlu, pozitif enerji üretiyor. Çünkü insan haklarından, demokrasiye kadar her şey, bu enerjinin ürettiği gerilimlerden çıkan şey. 

Son iki aylık araştırmamızda, bizim “Kültürel kutuplaşma kadar, ekonomik fay harekete geçiyor” tespitimiz gerçekten doğruysa, o zaman, AK Parti’li veya CHP’linin, ortak iş kaybetme korkuları, gıda enflasyonundan etkilenmeleri, temiz içme suyuna ulaşıp ulaşamamaları ya da hayatın kalitesi meselesi, gettolaşarak yaşaması kültürel kutuplaşmada mümkünken –Beşiktaş ve Başakşehir diye iki uç örneği aynı metropolün içinde görmek mümkünken– şimdi toplu ulaşımın ürettiği problemi, Akbil fiyatlarının ürettiği problemi ya da İstanbul’un çevre kirliliğinin ürettiği problemi herkesin yaşadığı bir süreç daha belirleyici olacaksa, bu bir fırsat alanı açıyor. Sadece siyaset için değil. Bu yaşadığımız, –senin de sözünü ettiğin– herkesin kendi gettolarına hapsolduğu kutuplaşmayı aşmak için de bir fırsat alanı açıyor. 

Şimdi konuyu biraz değiştireyim, ama yine de bu alanda kalalım. Sanki kutuplar-üstü bir pozisyon oluşmaya başladı. Yılbaşında Taksim’de Suriyelilerin kutlamalarından hareketle, Suriyeli nefreti ya da Suriyelileri istememe konusunda, farklı partilerden insanlar neredeyse beraber hareket etmeye başlıyorlar. Bu sana ne düşündürüyor? Olayın ayrımcılık, ırkçılık, ekonomi gibi boyutları var. Ama ayrı ayrı cümlelerle de olsa, farklı kesimlerin hemen hepsinden Suriyelilerden rahatsızlık duyma konusunda aynı düşüncede olan insanları bulabiliyorsunuz. 

Suriyeliler meselesi ile Taksim’deki olay birbirinden biraz farklı. Onun için iki ayrı şey söylemem lazım. Suriyeliler meselesinde –bunu 2 yıldır anlatıyorum, bu konuda araştırmalarımız da var– Türkiye insanı ve iktidar şunun farkında değil: Biz Suriyelilerin sadece garibanlarını, yoksullarını almadık. Suriye toplumundan bir parçayı ithal ettik ve onlar Türkiye’ye eklemlendi. Dolayısıyla geri gitmeyecekler. Elbette 4 milyonun içinde 20-30 bin kişi giden olacaktır. Ama varsayıldığı gibi “Suriye’de barış ortamına kavuşuldu” deyip 4 milyon insan geri gitmeyecek. Burada kalıcılar. Türkiye insanı onların geri döneceğini düşünüyor. Onun için onları bir misafirperverlik, vicdan üzerinden algılıyor. Halbuki şimdi hayatın içinde yeni bir unsur olarak Suriyeliler var ve bunu kabullenmekte zorluklar var. Çünkü ucuz emek, çocuk işçiliği gibi onun ürettiği yüzlerce problem var. Hoşgörüyle bakan insanlar, vicdanî olarak hoşgörüyor; çünkü geri dönecekler diye düşünüyorlar. Ama kalıcılar. Birinci mesele bu.

İkincisi, iktidarın da yanıldığı şey, sanıldığı gibi AK Parti’li seçmen ya da muhafazakâr insanlarımız da Suriyelileri bağrına basmış değil. Onlar da “Gidecekler” diye baktıkları için ve liderleri öyle işaret ettiği için şimdi itiraz etmiyorlar. Ama içten içe itirazları var. O yüzden, Suriyelilere itiraz, Türkiye insanının hemen her kesiminde ortak. Tonları, farklılığı üreten şey, Türkiye insanının, Türkiye iktidarı ile olan ilişkisindeki pozisyonları. Yoksa Suriyelilere dair pozisyonlar değil. Suriyelilerin artık Türkiye’de olduğunu hepimiz kabullenmeliyiz. Dolayısıyla, medeniyetin gerektirdiği, hukukun gerektirdiği, toplumsal dayanışma kültürünün gerektirdiği neyse, o yapılmak durumunda. 

Taksim’deki olayın, bu duyguyu ortaya çıkarması kadar… Taksim’deki olayın, kendi başına, sıradan, 10 tane gencin bayrak açma meselesi olduğunu sanmıyorum. Taksim’de o kadar güvenlik önleminin alındığı bir ortamda, üstelik de siyasî bir imâsı olan bayrağın açılmasının, polisin bilgisi dahilinde olduğunu da çok olası görüyorum. Dolayısıyla, “Siyasî iktidar veya İstanbul’u yönetenler, o gece o gösteriden ne medet umdular?” diye bakıyorum. Bunu da, biraz seçimin ürettiği gerilim, biraz lümpenleşme, Alaattin Çakıcı’ya afla başlayıp gelen, 15 Temmuz’da zirve yapan ya da 24 Haziran akşamı “Seçimi kazandık” diye sokaklara çıkanlarda gördüğümüz, sokaktaki lümpenleşmenin bir parçası olarak görüyorum. Ve çok tehlikeli buluyorum. Yanılmış olmayı dileyerek söylüyorum, eğer benim varsaydığım gibi, yönetimdekilerin ya da Emniyet’tekilerin bir kısmı buna bilerek göz yumdularsa çok tehlikeli bir ateşle oynuyorlar. Bu kutuplaşmanın üzerine böyle bir lümpenleşme ve manevi şiddetin bu kadar güçlü ve yaygın olduğu bir yerde, maddi şiddet imâ eden her hareketin, kontrollü yangınlar umuduyla teşvik edilse bile kontrolden çıkabileceğini ve ülkemiz için, ortak hayatımız ve ortak geleceğimiz için çok büyük risk olduğunu düşünüyorum. Onun için, “Taksim’de bayrak açma” meselesini, “Suriyeliler” meselesi içinde görmek yanıltıcı gibi geliyor bana. Bana vahim gelen asıl kısmı, onun olabilmesi ve buna göz yumulmuş olmasıdır. Asıl riskli olan kısmı da bence odur.

Zaten orada bir başka bayrak ya da bir başka slogan atılacak olsa, aynı anda onlarca güvenlik görevlisinin oraya üşüşeceğini tahmin ederiz.

Tabii. Recep İvedik’lerin hâkim olmaya çabaladığı bir hayatın içinde, sokaklarda bu tip siyasî imâlı –ki Türkiye bunu çok yaşadı, 80’lerden önce de yaşadı– bugünkü kültürel kutuplaşma yeniden oraya dönerse, –elimizde Maraş ve Madımak gibi yaşadığımız acı örnekler var– tetiklenen şeyin hangi fay hattını harekete geçireceğini kestiremeyiz. Ama bir kere daha söyleyeyim: Önemsediğim kısmı, bu fay hatlarının, kültürel olanı aşarak, zengin-fakir, emek-sermaye gibi geleneksel ekonomik fay hatlarının da harekete geçmesiyle başka bir yere dönüşme potansiyelidir. Ama bu hangi vadede olur ve bu siyaseti, bu aktörleri nasıl değiştirir, göreceğiz.

O zaman, potansiyel olarak tekrar sol bir söyleme…

Elbette. Herhalde vaktimiz kısıtlı ama konuyu da açtığın için söyleyeyim. Üçüncü temel bulgumuz şu: Türkiye’de geleneksel sol-sağ tanımıyla baktığımız zaman, Türk insanı melez. Adam kendine “Solcuyum” diyor. Ama küreselden bakmıyor. Ya da emek üzerinden bakmıyor. Suriyeliler geliyor, “Köylüler geliyor” diyor. Sosyal adalet üzerinden bakmıyor. Solculuğu sadece laiklik üzerinden görüyor. Ya da “Sağcıyım” diyor. Ama bu tarafta toplumsal dayanışmaya itirazı var. Veya Suriyelilere itirazı var. 

Dolayısıyla sol-sağ diye baktığınız zaman, Türkiye insanı daha melez alanlar üretiyor. Bu, dindar görünen insanın modern pratikleri nasıl ürettiğinden tutun, sol ya da sağ görünen insanın, gündelik hayatta hangi pratiklerin yanında pozisyon alıyor meselesine kadar birçok alanda var. Dolayısıyla Türkiye ve Türkiye insanı çok özgün bir örnek. Çünkü bunu üreten farklı dinamikler var. Bir kere, çok hızlı bir göç var. Hâlâ dehşet bir hızla sürüyor ve akademisyenlerimiz, entelektüellerimiz o göçün ürettiği meselelerin hâlâ farkında değiller. Somut bir sayı söyleyeyim: Bu önümüzdeki yerel seçimlerde İstanbul’da oy kullanacak 100 kişinin 9’u, bir önceki yerel seçimde İstanbul’da değildi. Son 5 yılda geldi İstanbul’a. Modern tarihte, hiçbir Batı toplumunda, 5 yılda böyle bir hareket yok. Bu bir. 

İkincisi, 10-11 kişisi, yaşları şimdi 18 olduğu için yeni seçmen. Yani, Mart sonunda İstanbul’da oy kullanacak 11,5-12 milyon seçmenin neredeyse 1/5’i, bir şekliyle yeni seçmen. Böyle bir toplumsal hareket yok Batı’da.

Bu insanlar bir yandan devletin baraj yapmasını, yol yapmasını istiyor. Bir yandan da ulaştığı bu hayatla, Batı ülkelerindeki hukukun olduğu, kurumların, kurulların oturduğu bir hayat istiyor. Veya bir yandan da sosyal medyada başka bir hayatın peşinde. Bu ülkede son 10 yılda, 2008-2018 arasında –elimizde sayılar var bu hafta yayınlayacağız– “Toplumsal naturada ne değişti?” diye baktığımızda, sadece apartmanlaşma oranının ya da doğalgazla ısınmanın bile iki katına çıktığını görüyoruz. “Doğalgazla ısınma artıyor” demek çok basit gibi gelebilir; ama bu başka bir şeyi üretiyor. Önceden evde tek soba yanarken ve bütün aile o sobanın etrafında otururken, “Dede geldi, baba geldi, ayağını topla kızım, edepli otur evladım” denirken, şimdi herkesin mahrem odaları var. Artık şimdi, “bizim akvaryum”un, yani o beyaz Türklerin en köylü sandığı insanlar bile çocuklarının odasına girerken kapıyı çalmak gerektiğinin farkında. O mahrem duygusunun ürettiği bireyselleşme başka bir şey. Ya da apartmana geçmek. Apartmana geçtiğin zaman mutfak değişiyor. Yer sofrası masaya çıkıyor. Bunu, kadının zihin dünyasında, Türkiye’nin kadın meselesindeki hangi dinamikleri harekete geçirdiğine inanamazsın. Bu ülkede son 10 yılda basit gibi görünen o kadar büyük değişimler var ki. O zaman da insanlar şöyle bir şey yapıyor: Kendi hayatlarıyla ortak hayatı olabildiğince ayırıyor. Ortak hayatta bütün dertler, korkular, kutuplaşmalar, ezberler var. Ama bireysel hayatlarında da umutlar, çabalar ve kadere teslim olmadan daha iyi bir hayata ulaşma arzuları var. Bu ikisi arasındaki gerilim ülkede başka bir enerji üretiyor. 

Son bir şey daha sorayım: Türkiye’de medya, siyaset üzerinde hep belli bir etkiye sahip olmuştur. Son dönemde, iktidarın medya üzerindeki kontrolü büyük ölçüde tamamlandı. Tamamen iktidarın denetimine geçtiğini varsaydığımız medyanın, siyaset üzerindeki etkisi aynı şekilde sürüyor mu? Yoksa iktidarın bu kadar yanında yer alıyor olması, onun siyaset üzerindeki etkisini azaltıyor mu?

Bizim gördüğümüz bütün araştırmalarda, medya, algıları belirliyor. Hangisi, hangisini tetikliyor onu kestiremiyoruz. Ama biz artık “Haberleri almak için hangi kanalı izliyorsun?” sorusunu, yaş ve cinsiyet kadar, bir demografik soru olarak kabul ediyoruz. O yüzden de her araştırmamızda soruyoruz. Yaştan ve cinsiyetten daha büyük açıklayıcı, haberleri A Haber’den izleyenlerle, FOX tv’den izleyenlerin, mesela döviz artışının sebepleri, Suriyeliler meselesine bakışı, Avrupa Birliği’ne bakışı gibi hemen her konudaki bakışı, gece ve gündüz kadar ayrı. “O insanlar zaten AK Parti’li oldukları için mi A Haber’i açıyor ya da AK Parti’ye muhalif olduğu için mi FOX tv’yi açıyor? Yoksa FOX tv’nin haberlerinden dolayı mı karşıt oluyor?” kısmı ayrı tartışma. 

Ama medyanın bugünkü güncel hayata ve genel meselelere dair değerlendirmeleri, kanaatleri etkilediği çok açık. Bir yandan da, buna karşılık tepki olarak, haberleri izlememe hali giderek hızla artıyor. Televizyonun ağırlığı giderek artıyor. Zaten basılı gazetelerin ağırlığını biliyorduk. Kaç milyon sattığını sen benden daha iyi biliyorsun. 81 milyonluk ülkede –Suriyelilerle birlikte 85 milyon diyelim– 2 milyon basılı gazete satılmıyordur şu anda. Giderek de azalıyor. Eskiden, en azından 5 sene öncesine kadar bile, “Bir haberi duyduğunda teyit etmek için nereye bakarsın?” diye sorduğumuzda %70’in üzerinde aldığımız cevap “Televizyonu açıp bakarım” oluyordu. Şu anda “Televizyona bakarım” diyenler %50’nin altına düşmüş durumda. Buna karşılık, internet medyası hızla yükseliyor. Medyascope.tv, T24 dahil, hepsi birden. Hangi tarafta olursa olsun, hızla yükseliyor. Dolayısıyla, bir yandan, medya kendi iç dinamiklerini kaybedip, sadece güdülenmiş bir halde karşıt veya yandaş –ağırlıklı olarak yandaş– bir pozisyon aldıkça, insanlar da o bilgi ihtiyacını başka yerden karşılamaya çabalıyor. Bu, reklam dünyasından medya dünyasına kadar ticaret hayatını bile etkileyecek bir başka potansiyeli imâ ediyor. Ama bu ayrı bir tartışma konusu. 

Burada noktayı koyalım. Bekir Ağırdır ile 2019’un siyasî dinamiklerini konuştuk. Her zaman olduğu gibi çok verimli bir sohbet oldu. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilere de çok teşekkürler. Bu vesileyle, tekrar 2019 yılının mutlu, huzurlu ve barış dolu bir yıl olmasını temenni ediyorum. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.