Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Orhan Pamuk The Telegraph’a yazdı: “İnsanlığı anlamak mı istiyorsunuz? İstanbul’da bir gezintiye çıkın”

*Orhan Pamuk’un The Telegraph’taki 27 Ocak 2019 tarihli yazısının çevirisidir.

Çeviren: Zeliha Cenkci

Bir bakıma, İstanbul “beni” yarattı. Bütün bir hayatımı bu şehirde geçirdim. Bu şehir beni tanımladı, büyüttü; bütün yaşama sürecimi belirledi. Yazmaya ilk başladığım zamanlar şunu gerçekten düşünmüyordum: “Ben bir İstanbul yazarı olmak istiyorum”. Bunun yerine düşündüğüm şey şuydu: “Ben, iyi bir yazar olmak istiyorum”.

İnsanlığı daha iyi incelemek için iyi bir yazarın, onlar hakkındaki hikâyelere ihtiyacı var. Bütün yazarlar gibi ben de tanıdığım, İstanbul’da tanıştığım, benim insanlarım hakkında yazıyordum. 90’ların sonuydu, kitaplarım farklı dillere çevrilmeye yeni başlamıştı ki fark ettim, şehirde tanıştığım bu insanlar hakkında yazmak, beni bir İstanbul yazarı hâline getirmişti. O zamandan beri bu durum, kasıtsız gerçekleşen bir meyle dönüştü.

Borges, “Kur’an’da develer yoktur” demişti. Bu, tamamıyla doğru değil fakat Borges’in asıl demek istediği; kendi kimliğin ve diğer milletlerin onun işaretleri, sembolleri üzerine ne düşündüğü hakkında fazla bilinçli hâle geldiğin zaman, bu öz-bilinç senin özgünlüğünü engelleyebilir. Yazarlık hayatımın ilk yarısında, İstanbul’a ait olduğumun asla farkına varmamıştım. Ancak ikinci yarısında, Masumiyet Müzesi (2008) üzerine çalışırken anladım ki ben bu mekâna aitim ve bu anlayışı bugüne kadar yazdıklarımda kendimle beraber taşıdım. Bu değişen farkındalık, şehre bakışımı da değiştirdi.

Yazarlığımın ilk 20 yılında, kızım doğmadan önce, sabahın dördüne kadar yazar, uyumaya gider ve öğleleri kalkardım. Gecenin tam ortasında stüdyomdan evime doğru yürürdüm. O saatlerde şehir, sokak köpekleri ve onların sürüleri haricinde ıssızlaşırdı. İstanbul, terk edilmiş bir şehre benzerdi.

70 ve 80’lerde şehir, güvenli de değildi. Zihnimde, geceleri sokaklarda yürüyen bu yalnız ve gizemli figür; 70’lere, sağ ve sol militanların sokak çatışmalarına, insanların duvarlara posterler, afişler, yazılamalar yaptığı zamanlara ve 80’lerde askeri darbeden sonra uygulamaya konulan sokağa çıkma yasaklarına bağlandı. Burada bir köpeğin duvarda bıraktığı gölgeyi takip eder, öbür tarafta dilencileri ya da bir çöpü dikkatlice karıştıran sokak kedilerini görür; gece mesailerinden dönen ya da işe gitmek için henüz yola koyulmuş insanlarla karşılaşırsınız ve yavaşça Nişantaşı’nın arkasındaki küçük tekstil atölyeleri açılmaya başlar… Hayat şehirde, İstanbul’da asla durmaz.

En sessiz saatlerde -sabahın 4.30’unda bile- Boğaz’daki küçük teknelerin uzak pat pat seslerini, vapur düdüklerini, bir makinenin tıkırtılarını, sokaklardaki son sarhoşu ya da işe gitmek için uyanmış ilk birkaç insanı duyarsınız. Kulaklarım ve zihnim bu seslerin her birine, onların kıpırtılarına ve devinimlerine; onların havayı nasıl hareketlendirdiklerine ve dahası, sokak kedilerinin ve köpeklerinin yumuşak adımlarına uyum sağlar.

Bunların hepsini gözlemlerken, şehrin karanlığında ya da alacakaranlığında arka bahçelerden ve gizemli sokak aralarından yürüyen bir adam -muhtemelen içmekte olan bir adam, belki biraz yorgun, melankolik ve tedirgin- düşler ve bu adamın iç dünyasını bir romanın tam da merkezine koymanın hayalini kurarım.

Belki bu adam benimdir, belki de aynıyızdır. Dünyaya onun gözlerinden bakmak ilginç olurdu. Sabahın dördünde evinin yoluna koyulan bu adam, benim gibi… Nereden geliyor? Nereye gidiyor? Böylesi bir sorunun sebep olduğu kafa karışıklığında bir tatmin vardır ve bu tatmin; bu adamı bir gün yazabileceğim bir hikâyenin, bir rüyanın, bir romanın parçası olarak tahayyül etmeye başladığım anlamına gelir. Gecenin tam ortasında ürpertici ve tehlikeli bir sokaktan aşağıya doğru yürüyen bir adamın hikâyesini hayal etmeye başlamışsam, yeni bir romanı da hayal etmeye başlamışımdır.

Hâlâ İstanbul’da gezintilere çıkıyorum. Bir korumaya sahip olmanın keyifli taraflarından biri; her yere, tehditkâr mahallelerden tehlikeli sokaklara yürüyebilmektir. Bu uzun yürüyüşleri severim, nihayetinde bir romancıyım. Korumam sayesinde şehrin yalnız keşfetmeye cesaretimin olmadığı yeni ve uzak taraflarını görebiliyorum. Ya da daha önce hiç görmediğim bir binanın iç avlusunun yanından geçerken kendi kendime düşünüyorum: “Ya bu bahçe özel bir mülkse? Yine de içeri girebilirim. Korumam yanımda”.

Şimdi bir anlayış geliştirdik. Bazen ben önden yürüyorum, o da çevremizdekiler tarafından belirlenen bir mesafeden -50 metre, 5 metre, 30 metre- beni arkadan takip ediyor. Bazen bir korumayla görünmekten utandığım mekânlar oluyor. O zaman ondan “Lütfen biraz geride durabilir misin?” diye ricada bulunuyorum. Yıllardır yaşadığım mahalleye bir korumayla çıkagelmek, bana utanılacak bir şey ya da bir tür başarısızlık gibi gelebiliyor.  

Ancak bazen onunla yan yana yürüyor ve konuşuyoruz. Arkadaş olduk. Ona şehrin eskiden nasıl olduğunu, okuyucularıma anlatır gibi anlatırım. “Bu apartmanı yıktılar” derim “ve yerine bunu inşa ettiler ve bu sokaklar tamamen farklı görünürdü”. Bir çift turist gibi sık sık şehirde dolaşmaya çıkmışızdır. Şehrin saklı köşelerini, onun ilginç kimyasını, iç sessizliğini ve büyülü cazibesini keşfederken, arkamda bir korumaya sahip olmaktan keyif almayı öğrendim.

Rus edebiyat eleştirmeni Viktor Shklovsky’nin bir teorisi vardı; bizim hikâye dediğimiz aslında tanımlamayı arzuladığımız nesneleri, sahneleri ve anları bir araya getiren bir çizgi. Aristoteles’e göre tıpkı zamanı oluşturmak için anları bir araya getiren çizgi gibi. Roman da anları bir araya getirerek hikâyeye dönüştüren bir çizgidir. İstanbul’da yürürken manzaralarda, nesnelerde, binalarda, dükkân vitrinlerinde, ağaçlarda, duvarlarda ve çevremdeki görsellerde geçmişimi hatırlatan şeyler görürüm ve her biri, kendine ait tekil bir anı yüklüdür. Gündüz vakti ya da geceleri sokaklarda yürürken, bazen yazdığım bir romanın ilk taslağının içinde amaçsızca dolandığımı hissederim.

Yeni bir şeyler deneyimlemeye cesaretli olduğum günlerde, İstanbul’un yeni semtlerine doğru yola koyulur ve kendime; “Eminim ki bu yol beni doğru yöne götürecektir” derim. Ya da arkadaşlarla planlar yapabiliriz -“Hadi Taksim Meydanı’nda buluşalım,” ya da “İskelede görüşürüz”- ve ben de eski bildiğim yollardan gitmek yerine daha önce hiç kullanmadığım bir sokak seçerim. Sanıyorum ki bunu herkes ara sıra yapar. Ancak bazen de sadece güvende hissetmek ister ve daha önce 100 kere seçtiğim bir rotayı seçip gerekiyorsa onu 101. defa kullanmaktan da muazzam bir mutluluk duyarım.

Tolstoy ve Dostoyevski’de de böyledir. Onların en sevdiğim romanlarının muhtemelen 100 defadan fazla okuduğum ve tekrar okumaktan da keyif alacağım belirli sahneleri vardır. Bu sahneler emniyet ve güç kaynağıdır. Bir romancı olmak yabancı ve rahatsız edici hissettiren şeyi aramak; yeni başlıklar bulmak ve dönüşmek için kendini sürekli zorlamaktır. Ancak yazma dürtüsü, bir eve, varoluşunuzun özünü oluşturan yerde sağlam bir zemine basıyor olma duygusuna olan özlemle de bağlantılıdır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.