Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (181): Türkiye büyüdü mü, küçüldü mü? – Erinç Yeldan, Hande Akmehmet ve Mustafa Sönmez

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascop’un 181. açık oturumunda karşınızdayız. Bu akşam üç konuğumuz var. Ama üçü de Skype üzerinden yayına katılıyorlar. Konuklarımız, Prof. Erinç Yeldan, Ankara’dan bizlerle. Hocam hoş geldiniz.

Erinç Yeldan: Çok teşekkür ediyorum, iyi yayınlar, iyi çalışmalar hepinize.

Pişirici: Bir diğer konuğumuz, ekonomist Mustafa Sönmez. Yayınımıza İstanbul’dan katılıyor. Hoş geldin Mustafa.

Mustafa Sönmez: Hoş bulduk. İyi yayınlar.

Pişirici: Üçüncü konuğumuz Washington’dan bize katılıyor. Ekonomist Merve Hande Akmehmet. Hoş geldiniz Hande hanım.

Merve Hande Akmehmet: Merhabalar, hoş bulduk.

Pişirici: Bugün Tıp Bayramı. Hekimlerimize kutlu olsun. Aynı zamanda bugün Dünya Pi Günü. Matematikçilerimize kutlu olsun. Ve bugün Albert Einstein’ın doğum günü. 14 Mart aynı zamanda Uluslararası Soru Sorma Günü’ymüş. Açık oturum da tam buna denk geldi. Bu akşam size bir sürü soru soracağım. Einstein’ın bir sözü var: “Önemli olan soru sormaktan vazgeçmemektir” diyor. Uluslararası Soru Sorma Günü’nün mottosu da Einstein’in bu sözüymüş.

Konumuz Türkiye büyüdü mü, küçüldü mü? Malum, Türkiye İstatistik Kurumu büyüme verilerini açıkladı. O veriler üzerinden gideceğiz. Erinç hocam Bilkent Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi. Mustafa hocam, ekonomist, gazeteci, meslekdaşım. Hande hanım da hem ekonomist hem de eski bir meslekdaşımız, o da Türkiye’deyken gazetecilik yapıyordu Bloomberg HT’de. 

Türkiye İstatistik Kurumu, 2018 büyüme verilerini son çeyrekle birlikte bu hafta açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, eksi bir büyümemiz var. Son çeyrekte yüzde -3 geldi veri. 2018’in tamamı için yüzde 2,6’lık bir büyümeden söz ediyoruz. 2017’de Türkiye’nin büyümesi yüzde 7,4’tü. 2018’in ilk çeyreğinde de 7,4’tü, sonra 5,3’e daraldık. Oradan 1,8’e geriledik. Son çeyrekte de büyüme yüzde -3 geldi. 

Son çeyreğin inşaat verilerine bakıyorum: İnşatta büyüme negatif, -8,7. Sanayide negatif, -6,4. Tarımda yine son çeyrekte negatif, -0,5. Hizmetlerde negatif, -0,3. 

Şimdi programın sorusuyla başlayalım: Bu veriler ışığında, Türkiye küçülmüş müdür, büyümüş müdür? Bardağın ne tarafına bakacağız? Bir diğer soru, bu veriler bize neyi söylüyor? Bu bir resesyon mudur (ekonomide küçülme), stagflasyon mudur (enflasyon içinde durgunluk) ya da Mahfi Eğilmez’in dediği gibi slumpflasyon mudur (enflasyon içinde küçülme)? Ya da bunlar önemli midir? Açılışı Erinç Yeldan hocamdan rica edelim.

Yeldan: Ekonomi kuşkusuz bir daralma içerisinde. Bunu resmi rakamlar belgeliyor. Sadece milli gelir rakamları değil, krizin tezahürü, yüksek enflasyon, düşük üretkenlik, düşük sabit sermaye yatırımları güdüsü… Sizse üretim yönünden sektörlere ilişkin manzarayı verdiniz. Ekonomide, başta tüketim harcamaları ve yatırım harcamaları olmak üzere, talep yönünden de topyekûn bir daralma içindeyiz. Bugün birdenbire oluşmadı tabii. 1980’lerden başlayarak, 90’larda hızlandırılarak, 2000’li yıllarda da neredeyse AK Parti ekonomi idaresinde olgunluğa kavuşturulan bir neoliberal tahribat içerisindeyiz. Çok uzun zamandan beri bir grup arkadaşımla, hocalarımızla beraber, Bağımsız Sosyal Bilimciler grubu içerisinde -Mustafa Sönmez arkadaşım da bu grubun dâhili- vardığımız nokta, bu tahribatın tezahürü. 

Korkut Boratav hocanın 2001 krizi ile ilgili veya genel olarak krizlerle ilgili olarak çok önemli bir tespiti vardır: Türkiye ekonomisinde bir krizin ekonomik tahribatı, bütün yapısal koşulları hazır vaziyetteydi. Fakat krizin tetikleyicisi olarak içeriden veya dışarıdan gelen şoklar olabilirdi. Nitekim 2017’nin tüketim çılgınlığına uzun süreden beri devam eden inşaat ve beton yatırımı çılgınlığı da eklendi. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri ile olan siyasi gerginlik; Londra’da sayın cumhurbaşkanının uluslararası finans kesimine ‘’enflasyon nasıl düşürülür?’’ konusunda verdiği tutarsız ifadeler, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını ve diğer kurumları zedeleyen ifadeler; bütün bunların arasında Türkiye’nin demokratik kurumlardan, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden adım adım uzaklaşması, bürokratik kadroların parçalanması, dağılması, yeniden organizasyon derken, başta eski DPT, yeni Kalkınma Bakanlığı olmak üzere lağvedilmesi, neredeyse 5 bine yakın üst dereceli bürokratın görevden alınması ve atıl hale gelmesi, bu krizin ön koşullarını hazırladı. Kanımca, aslında iktisadi öğelerle çok da anlayamadığımız, açıklayamadığımız bir kriz ortamı içerisindeyiz. Çünkü ekonomiye yön veren şey şu anda iktisat biliminin uygulanması gereken istikrar programı, istikrar reçetesi değil, doğrudan doğruya siyaset ve siyasallaştırılmış sloganlar üzerinden gidiyor. Hangi şirketin batacağına, hangi şirketin ayakta kalacağına, kimlerin kurtarılacağına siyaset karar veriyor. Tam bir ahbap çavuş kapitalizminin tipik bir örneği olmaya sürüklendi.

Pişirici: Bütün bu anlattıklarınızın ışığında, bugün biz bir ekonomik krizin neresindeyiz? Başı, ortası, sonu, dibi, U’su, L’si… Bunu nasıl tarif edebilirsiniz?

Yeldan: Alfabenin çeşitli harfleri denendi. Örneğin, bugün yayınlanan Sanayi Üretim Endeksi’nin mevsimsel etkilerden arındırılmış zikzaklarına bir bakarsanız veya biraz evvel sizin ifade ettiğiniz milli gelir rakamlarına bakarsanız, M harfi sanki bana daha uygun gözüküyor. İnişli çıkışlı ama şu anda M’nin dip noktasına doğru iniyoruz. Bunu uzun süreli bir durgunluk olarak betimleyen arkadaşlarımız da var, ben de bu kategorideyim. L tipi diyenler var. Alfabe bir tarafa, öyle zannediyorum ki bu reel ekonomik krizin çok çok tipik ve ayırt edici özelliği, 2009’dan bu yana süregelen sürekli bir durgunluk, yüksek işsizlik, üretkenlikte yavaşlama, sabit sermaye yatırımlarında yavaşlama gibi çok daha yapısal, makro ekonomik alt temellere dayalı bir durgunluk içerisindeyiz.

Pişirici: Hande hanımın izniyle Mustafa Sönmez ile devam edelim. Aynı soru, bugünkü tabloyu nasıl tarif edersin? Nedir bu? Krizin neresindeyiz? Bunun bir adı var mı, adını koymak gerekirse ne denilebilir?

Sönmez: Erinç hocanın bahsettiği gibi, bu bizim için sürpriz bir kriz değil. Bu ne zamandır patlaması beklenen bir fırtınaydı. AK Parti, biraz dış konjonktürün yardımlarıyla, biraz içerideki tek adam rejiminin sağladığı her tür hukuk dışı ve denetim dışı uygulamalarla bunu öteleyebildiği kadar öteledi. Ötelemeye, halının altına süpürmeye çalıştıkça da aslında çok ciddi bir uzun ve çözülmesi daha zor bir krizin tohumlarını attı. Belki vakti geldiğinde bu olan bitenle yüzleşip, bunun gerektirdiği önlemleri sağduyuyla masaya yatırıp, biraz da bütün bileşenlerle ve muhalefetle de paylaşarak, reçetesini sosyal olarak ve adil bir şekilde paylaşma yönünde bir gayret, bir basiret gösterseydi biz bugün buralara gelmezdik. Fakat AK Parti’nin şöyle bir açmazı var: AK Parti, bu 15 yıllık sürede, ‘’kaynağı nereden geliyor, nasıl altından kalkılacak, sonradan bunun bedeli nasıl ödenecek’’ düşünmeden hep yüksek büyüme peşinde koştu. Çünkü AK Parti için önemli olan, büyüme, büyümenin ardından gelen seçmen memnuniyeti ve seçmenin mümkün olduğu kadar onu hep iktidarda tutması. O nedenle AK Parti için aslında ekonomi hiçbir zaman öncelikli bir mesele değildir. AK Parti için önemli olan bir politik İslam rejiminin inşasıdır. Ekonomi bu işin artısıdır. Bedeli neyse de hiç umursamaz.

Şimdi hadiseye böyle bakınca tabii ki bu mesele hakikaten çetrefilleşti. Millet aciz hale geldi. Ötelene ötelene de bu noktaya geldik. Tünele henüz girdik. Tünel uzun ama uzunluğunu bilmiyoruz. Tünele henüz girdik, rakamlar, sayılar bize bir şeyler söylüyor ama şimdi bu konjonktürde bile krizle yüzleşmeyi beceremediler. 31 Mart Yerel Seçimleri’ne odaklandılar. Bu seçimi kaybetmemek için kendi koydukları Yeni Ekonomik Program’ın hiçbir hedefine uymadan yine karakuşi vaziyette gidiyorlar. Bu arada kamu maliyetini çok ciddi durumlara soktular. Başta kamu bankası olmak üzere banka sistemini çok ciddi sorunların içine sokmaya başladılar. Bu kriz aslında önce inşaat, giderek sanayi, yapısal olarak tarım, reel sektörün kriziyken şimdi yavaş yavaş finans sektörünün krizi olmaya başlıyor. Finans sektörünü içine çektiği gibi sonradan kamu maliyesini de bu yangının içine itiyor. Dolayısıyla ne kadar süreceği belli olmayan ve nereye gideceği bilinmeyen bir yöne doğru götürüyor bizi. Bunu herhangi bir harfle ifade etmeye bence gerek yok. Ben tünele girilmiş bir kriz diye bakıyorum. Tünelin ucunda maalesef henüz bir ışık göremiyorum. Nisan ayını bekliyorum. Şimdi her şeyi oraya odakladılar. Kimse yatırım, üretim yapmıyor. Kimse harcama yapmıyor. Herkes Nisan aynını bekliyor. Tabii Nisan ayında nasıl bir siyasi tablo görünecek, bu da önemli. Çünkü ortaya çıkacak siyasi tablo, aynı zamanda AK Parti’nin izleyeceği ekonomi yol haritasını da belirleyecek. Bu kadar belirsizlik içerisinde dış dünyaya bu kadar bağımlı bir ekonomide ne olur, onu da bilemiyorum. Hem dış dünya kaynaklarına bu kadar bağımlısınız, hem bu kadar yükümlülük altına girmişsiniz, hem içeride belirsizlik üstüne belirsizlik… Bu da tabii insanın içini iyice karartıyor.

Pişirici: Hande hanım, aynı soruyla devam ediyoruz. Sizin de önce bir genel değerlendirmenizi alalım.

Akmehmet: Durum, özetledikleri gibi gerçekten bir tahribat. Zaten biz ekonomistlerin yıllar öncesinden gördüğümüz bu makro ekonomik durumun adını -kriz mi, nasıl bir kriz ya da hangi harfle tarif edeceğiz- sonunda, bu işin içinden çıkarken göreceğiz. Çünkü makro ekonomik göstergelerin her birine teker teker baktığınız zaman, zaten gördüğünüz resim, normal bir OECD ülkesiyse, elmayIa elmayı kıyaslayabileceğiniz bir resim ortaya çıkmıyor. Çünkü birinci problem, istikrardaki problem. İkinci problem, zaten olağanüstü bir şekilde yıllardır parlamenter sistemle yönetilen bir ülkenin, artık başkanlık sistemi diye bir sistemin içerisine itmeye çalışıldığı yeni bir yönetim sistemi, yeni bir değerler yargısı var. Yargı demişken, başka problemleri de yanında getiren bir küme. Aslında sadece cari işlemler açığına baktığımızda bile  IMF olsun, Dünya Bankası olsun, diğer yatırım kuruluşları olsun, kredi derecelendirme kuruluşları olsun… Cari açık rakamı 27 küsur milyar dolar. 21 milyar doları bildiğiniz gibi net hata noksandan tamamlanıyor. Yani bizim tanımlandıramayacağımız bir para kitlesi Türkiye Cumhuriyeti’ne girmiş durumda. Bunu açıklayamıyorsunuz. Çok özetle problem bu. Bunu anlatamıyorsunuz. 

İkinci problem, zaten enflasyon çok yüksek oranlarda devam ediyor. Küçülmeye başladık. Büyümenin kompozisyonuna baktığınız zaman, hane halkının tüketim harcamaları oldukça sorunlu. Son çeyrekte eksi 9. 2019’un ilk çeyreğinde ve ikinci çeyreğinde de, hane halkı harcamalarının negatifte devam etmesini bekliyoruz. Problem bu. Türkiye’ye dışarıdan büyük meblağlarla paralar giriyor olabilir, bu bizim cari açığımızı finanse ediyor olabilir. Ama içeride bir hane halkının tüketim problemi var. Mesela, ‘’Türkiye’deki hane halkı tüketim harcamalarının kompozisyonunda ne var’’ diye bakıyorsunuz ki bu her ülkede farklılık gösterebilir. Bizde bunun yüzde 25’i konut ve kira harcamaları. Demek ki insanlar kiralarını ödeyememişler. Bir önceki ay, bir önceki çeyrekte yaptıkları ekonomik davranışlardan kısmak zorunda kalmışlar. Diğer yüzde 25’i gıda. Zaten gıda enflasyonu yüzde 31’lerdeydi en son ben baktığımda. Tanzim satışlar başlatıldı. Çok büyük teknik ve yapısal bir problem var. Demek ki vatandaş gıdasını kesmiş. Yani yemeyi, markete alışverişini kesmiş. Türkiye’ye ne kadar para girerse girsin, bu, çok ciddi bir sıkıntının göbeğinde olduğumuzun net bir göstergesi. Diğer oranların içinde, ulaştırma, ev aletleri, lokanta gibi başka kalemler de var ama bence en önemlisi gıda ve kira. Daha doğrusu konut. Bu, problemin ciddiyetini anlatıyor ve bu siyasetten daha büyük ve ciddi bir problem. Hikâyeniz ne olursa olsun…

Bu arada hikâye demişken, farklı bir perspektif sunabilmek açısından Türkiye’nin dışarıdan biraz nasıl göründüğüne değineyim. Türkiye hükümetinin şu anda sunduğu bir hikâye var ve bu hikâye her yerde aynı. Diyorlar ki, ‘’Evet 15 Temmuz’da biz çok ciddi bir darbe girişimi atlattık. 7 Haziran’dan sonra bir beka problemi yaşadık. Şu oldu, bu oldu.’’ Bu, siyasidir, doğrudur yanlıştır, o siyasetçilerin konusu. Ama bağladıkları konular hep bunlar. Yani ‘’başımıza birçok şey geldi ve biz bütün bu olaylardan dolayı ekonomik bir sıkıntı yaşıyoruz’’ düşüncesini öne sürüyorlar. 

Peki, Batı nasıl bakıyor? Batı çok farklı bir gözle bakıyor. “Peki” diyor, “Sen ülke olarak Rus uçağını düşürdün. Sırf bu Rus uçağının düşürülmesinden doğan maliyet 11-15 milyar dolar arasıydı’’ diyor. Mesela “Çukur, hendek olaylarından sonra, 16 Haziran’dan sonra seçim düzenini buna bağlıyorsun ama sadece bu olaylarda senin tankın, topun girdi ve gezdi o bölgelerde’’ diyor. En az 10 milyar dolar, 20 milyar doları bile bulan tahminleri var. Bir de onu üstüne koyun. Geldik mi 30-40 milyar dolara? Yani “Bütün bunlar sizin kendi hükümetinizin verdiği aksiyonlar sonucunda ülkeye empoze edilen maliyetler oldu’’ diyor. Peki, ‘’Türkiye fabrika ayarlarına ne zaman dönecek diye soruyor? Buna verilen bir cevap yok. Yani siyasi duruşunuz nerede olursa olsun, -Batı diyeyim, çünkü Washington DC’deyiz- Batı bunun cevabını bilmiyor. Tamam, bunlar oldu ama nasıl bir önlem alarak bu işin içinden çıkacaksınız? Bu şekilde bir iletişim en azından benim gördüğüm, gözlemlediğim kadarıyla kurulamamış durumda. Türkiye’nin fabrika ayarlarına nasıl döneceğinin cevabını onlar da bilmiyor.

Pişirici: Birazdan size döndüğümde finans piyasalarının ayrıntılarına girmenizi isteyeceğim. Hala yatırım yapılabilir bir ülke miyiz, onun cevabını almak isteyeceğim sizden. 

Erinç hocam, Hande hanım ikinci soruma kendiliğinden girdi, oradan devam edelim istiyorum. Hane halkı tüketim harcaması. Bu, ciddi bir gösterge. 2018’in son çeyreği yüzde 8,9. Aslında yüzde 9’luk bir daralma var. Hane halkı para harcamaktan vaz geçmiş, harcayamıyor ya da parası yok. Oradaki durum nedir? İlaveten, bir tanzim satış rüzgârı esti geçti ama artık cumhurbaşkanı bile söz etmemeye başladı. Tarımdaki üretici fiyatları enflasyonu geldi bugün, o da yüzde 25,79 çıktı. Öyleyse biz bu patatesi soğanı niye hırpaladık? Yani bu krizin bize dokunan, cebimize ve hayatımıza dokunan kısmı nedir? Bu nasıl aşılacaktır? Ya da aşılabilecek midir?

Yeldan: Müsaade ederseniz, dolaylı bir noktadan başlayayım ama buraya bağlayayım. 2000’li yılların başında, özellikle AK Parti iktidarının başladığı 2003 yılından hızlanarak, sanayi üretiminin toplam milli gelir içindeki üretimi, neredeyse yaklaşık 10 puan düşmüş vaziyette. İstihdama baktığımız vakit, -tabii bu da madalyonun bir diğer yüzü- toplam istihdam içerisinde sanayide çalışanların oranı da kabaca 10 puan gerilemiş vaziyette, yüzde 22-23’lerden yüzde 20’nin altına inmiş durumda.

Türkiye artık sanayi üretmekten vazgeçen bir ekonomiye sahip. Sanayi, girdi-çıktı ve bağlantılarıyla, geriye yönelik tarımsal ürünleri alıp onu gıda imalatı olarak işleyen ve çıktıları, hizmetler sektöründe, ulaştırma, telekomünikasyon, inovasyon, eğitim, sağlık gibi sektörlerde de girdi sağlayan, dolayısıyla ekonominin can damarı bir sektör. Milli gelirdeki bu yavaşlama ve çöküntünün reel ekonomide bir tahribat içerisinde seyretmesinin, üzerinde anlaştığımız bu uzun durgunluk sürecinin kilit noktası, Türkiye artık üreten veya yatırımlar ile sanayisini ve buna bağlı olan tarım sektörünü büyüten, üretkenlik artışlarıyla besleyen bir ekonomi olmaktan çıkıp, doğrudan doğruya yurt dışından borçlanan, 2003 yılında dolar bazında kabaca 130 milyar dolar olan dış borçlarını neredeyse dört misli artırıp, 450 milyar dolara çıkartan bir ekonomi. Belki Hande hanım doğrudan doğruya finans sektörü içindeki spekülatif oyunlara da değinerek bunu açıklayacaktır ama kuş bakışı baktığımız vakit, bu net dış borçlanma her şeyden önce betona, inşaat sektörüne yatırım olarak gitti. Kapitalizmin kumarhane masalarında spekülatif oyunlarda çarçur edildi. Bir anlamda Türkiye sanayisiz ve ucuz işgücü deposu olmaya sürüklendi. Bu yapı, yurtdışından ithal edilen katma değerle ve borçlanarak beslenmesi sonucunda, -bu borçlanmaya biraz evvel Hande hanım da değindi- kaynağı belirsiz para ve Merkez Bankası rezervlerinin eritilmesi suretiyle de finanse edilmeye başlandı. Her ne pahasına olursa olsun, tüketime dayalı bir milli gelir üretme çılgınlığının sonuna geldik. 

İçeride gelir yaratmayan bir ekonomide tabii ki hane halklarının, ileriye yönelik tasarruf, şimdiye yönelik tüketim kararları sekteye uğrayacaktı. Bugün artık katma değer vergisi oranının sıfırlanması, Kredi Garanti Fonu’nun tüketiciye yansıtılacak bir şekilde yapay yolla şişkinleştirilmesi gibi bir dizi incentive’in (özendirici önlemin) hem siyasi, hem de ekonomik sınırlarına ulaştık. Bugün tüketim harcamalarında yaşadığımız %9’luk bu gerileme, hane halklarını artık ileriye yönelik beklentilerinin son derece bozulduğu, değer alımlarının düştüğü ve enflasyonist beklentiler altında bütün tasarruf ve tüketim kararlarını geriye çekerek içine kapandığı bir döneme sürükledi. Dediğim gibi bunun yapıtaşları aslında dışarıya bağımlı, Türkiye’yi bir ithalat cennetine çeviren, sanayisizleşme ile bunun bedelini ödediğimiz bu spekülatif, hayali finansallaşma cennetinin sonucudur.

Pişirici: Bir sonrakinde sizden ‘’Ne yapmalı?’’ sorusunun cevabını isteyeceğim. Yavaş yavaş oraya geleceğiz ama Mustafa Sönmez ile aynı konuya devam edelim. Merkez Bankası Para Kurulu’nun toplantı özeti yayınlandı bu hafta. Merkez Bankası ‘’İktisadi faaliyetteki yavaşlamanın sektörler geneline yayıldığı görülmektedir’’ diyor.  Tabii Merkez Bankası bu lafı edene kadar başka pek çok laf ediyor. Bunun içinden cımbızla ayıklayıp görebiliyorsun. Bir sürü şey söylüyor, söylüyor, söylüyor, ondan sonra bu cümleyi de onun altına takıveriyor. ‘’Fiyat istikrarına yönelik riskler devam ediyor’’ diyor. Yanlış hatırlamıyorsam, deminki konuşmanın başında ‘’Çok uyaranlar vardı, kulak asmadılar ve bugüne geldik’’ demiştin.  Bu iktidarın elinin altında -Merkez Bankası olsun, Hazine ve Maliye Bakanlığı olsun, diğerleri olsun-  teknisyenler, bir şeyler söyleyenler var. Neden bunlar duyulmaz? Duyulursa eğer, bugünkü tablo değişir mi, düzelir mi sence? Bu iktidara rağmen?

Sönmez: Mesele ekonomiye doğru teşhisi koyup çözüm bulamama ya da eldeki teknik kadronun yeterli-yetersiz olup olmamasıyla ilgili değil. Mesele, demin de dediğim gibi, aslında ekonomi de değil. Mesele daha çok politik. AK Parti’nin 15 yıllık serüveninde herhangi bir ekonomi stratejisi yok. Herhangi bir paradigma kaygısı yok. Uzun vadeli bir hedefler silsilesi yok. İktidara geldiğinden bu yana AK Parti’nin ana kaygısı, kendi hedeflediği toplum mimarisini hayata geçirmek. Ekonomi bu işin aracı. Ekonomi burada ne kadar yardımcı oluyorsa, o ekonomi iyidir. Hiç konjonktüre bakmaya gerek yoktur, yarın başımıza ne gelir, bakmaya gerek yoktur.  

2013 yılında Amerika’da FED şunu anons etti: “Bugüne kadar biz genişlemeci para politikaları uyguladık. Yavaş yavaş bundan vazgeçeceğiz. Faizler artacak. Buna göre herkes kendisine ayar versin.’’ Peki, biz ne gördük? Bütün bu ikazlara rağmen, 2013’den sonra hükümet ‘’mega proje’’ dedikleri son derece batak, büyük kamu-özel ortaklığı projelerini başlattı. Projeleri verdikleri firmalar, dışarıdan dünyanın kredisini kullandılar. Bu firmalara kredi garantisi verildi. Birçok firmaya ‘’Merak etmeyin’’ deyip, borçlanma cesareti verdiler. Buradaki bütün amaç ve hedef neydi? ‘’Aman büyüme durmasın. Siz devam edin, bize bir şey olmaz. Bu para gelir. Biz şöyle güçlü bir ülkeyiz, biz şöyle iyiyiz. Bugüne kadar nasıl geldiyse, bundan sonra da gelir.’’ Bu gazla elde etmek istedikleri şey, büyüme, büyümeyle birlikte istihdam, düşük paranın dışarıdan gelişiyle faiz kurunun düşük seyri, onun sağlayacağı bir ekonomi iklimi, bundan tüketicinin de yararlanacağı krediler. Bunların kaygısını güttüler. Ne Merkez Bankası, ne eski Devlet Planlama Teşkilatı, şunun, bunun ‘’Biz ileride nasıl istikrarlı bir ekonomi yaratabiliriz?’’ ya da meşhur AB ile bütünleşme meselesi ile ilgili hiç dertleri olmadı. Bunun yerine, bir bölgesel güç olma hayali, arkasından, yine tribünlere oynayacak bir takım aksiyonlar ve bunun getirdiği ciddi bedeller. Burada varsa yoksa -özellikle tek adamın derdi- ‘’Biz hangi adımı atarsak bu seçmen kitlesini konsolide ederiz ve bu seçmen kitlesi arkamızdan ayrılmaz, dolayısıyla biz iktidardan düşmeyiz.’’ Bütün kaygıları bu. Dolayısıyla, ekonomi politikaları adına izledikleri ne varsa, hep buna hizmet etsin diyedir. O yüzden, en olmadık zamanlarda bile ısrarla faizlerin düşük tutulmasını ister cumhurbaşkanı. Faizler düşük tutulsun ki tüketim olsun, konutlar satılsın, ekonomi çarkı dönsün ve kimse halinden şikâyetçi olmasın. Ama ekonominin de kendine göre kuralları var. O kurallar işlemeye başladığında -ki bu, 2018’in ortalarında iyice kendini gösterdi- o zaman bütün bu kâğıttan şatolar devrilmeye başladı. Ama yine ısrar ettiler. 2013 Eylül’ünde dolar 7TL’yi görünceye kadar hâlâ bildiklerini okumaya devam ettiler. Ama gördüler ki kazın ayağı öyle değil. Sonuçta, dünya kapitalizmi denen büyük kumar masasında oturuyorsun, bunun üyesisin. Hiç öyle kendi başına kararlar veremezsin. Böylece, 13 Eylül’de akılları başlarına geldi. Daha doğrusu, belki ‘’damat’’ gelen felaketi haber verdi ve faizleri artırarak dövizdeki tırmanışı yavaşlattılar. Fakat o zamana kadar olanlar oldu. Döviz fiyatındaki bu muhteşem tırmanışla beraber, devasa bir maliyet enflasyonu geldi. Bütün ithal girdilerin fiyatları arttı. Üretici fiyatları bir ara %45’i gördü. Üretici fiyatları üzerinden tüketici fiyatları %25’leri gördü. Ekonomi ciddi bir şoka girdi. Burada hâlâ ‘’ne adım atılacağına sadece cumhurbaşkanı karar verecek, başka kimse bilemez’’ havası devam ediyor. ‘’Seçim sonrasında, nisan ayında ‘’Kim karar verecek?’’ diye soruyor herkes. Gene cumhurbaşkanı karar verecek. Akla karayı görecek, sandıktan çıkan sonucu görecek, kendi politik beklentilerini ortaya koyacak. Ekonomik sorunları masada görecek, ondan sonra neye karar vereceğini göreceğiz. Ama artık eli çok daraldı. Elinde fazla bir umut kalmadı. Son derece edilgen, son derece kullanılır ve baş eğdirilir bir oyuncu haline gelmiş durumda. ‘’IMF’ye gitmeyiz. IMF’ye borç para veririz’’ diye söylediği o koca koca lafları da nisandan itibaren yiyebilirler. Durum oraya doğru gidebilir. Bunu belki daha sonra konuşuruz. 

Özet olarak, teknik kadro meselesi, biraz ‘’hoş sada’’ olarak kalıyor. Mesele, o mesele olmaktan çoktan çıkmıştır.  

Pişirici: Deminki soruyla Hande hanımla devam edelim. Siz bize dışarıdan nasıl baktıklarını biraz anlattınız. Daha ayrıntısına girelim. Finans piyasaları buna nasıl bakıyor? Biz hâlâ yatırım yapılabilir bir ülke miyiz? Burada para kazanabilirler mi? Manzara nedir? Bizim ekonomi yönetimimizi nasıl değerlendiriyorlar? Bir güven sorunu var mı? Bize bunlardan bahsedebilir misiniz biraz?

Akmehmet: Çok büyük bir değerler birliği çatışması var. Dışarıdan bakıldığında, görüntü oldukça karamsar. Buradaki algı da aynı şekilde. Bu son derece üzücü. Ülke içinde birbirimizi eleştirmek, çatışmak, tartışmak prim yapan şeyler ama özellikle dışarıda yaşarken bunları ülkeye karşı savunulan argümanlar olarak duymak inanılmaz üzücü, önce bunu söylemek istiyorum.

Neden değerler birliği çatışması dedik? Çünkü ekonomi artık sadece cari açık rakamı, büyüme, küçülme değil. Mesela biri ‘’ekonomi ne büyüdü, ne küçüldü, ekonomi büzüştü’’ diye yazmış. Aslında halimiz tam da bu. Enflasyon rakamları, işsizlik vs. bunları Endonezya ile Çin’le ya da OECD ülkelerinin bazılarıyla karşılaştırmıyorlar. Artık asla bu şekilde bakmıyorlar. Ülkenin yeni bir başkanlık sistemine geçmiş olması, bu sistemin ürettiği sistematik sıkıntılar ve bazı konularda çözüm üretemiyor olması onlar için negatif bir görüş oluşturdu. Siyasi görüşten bağımsız bakan analistlerin bile bu şekilde gördüğünü söyleyebilirim. 

Bizim başlığa çıktığımız -ben buna ‘’başlığa çıkmak’’ diyorum çünkü hep kötü anlamda başlığa çıkıyoruz- bir Halkbank olayı vardı; İran, Zarrab olaydı. Biz bu olayda çok kötü bir şekilde başlığa çıktık. Daha sonra aynısını ‘’Rahip Brunson krizinde gördük ve yine başlığa çıktık. Çünkü başlığa çıkacak verileri veriyoruz. İktidar, siyaset ya da bu gidişat, bizim, global piyasada kötü anlamda başlığa çıkmamızı destekliyor. Rahip Brunson krizinde dolar ve TL’nin durumunun ne olduğu malum. Şimdi ise, göz göre göre gelen S-400 krizi var. ABD Kongre’sinin bir toplantısı yapıldı burada. Bu, yine Türkiye’de ekonominin önünü tıkayacak ve yine bizi kötü anlamda ‘’başlığa çıkartacak’’ potansiyel bir kriz olarak orada bekliyor. 

Kongre Araştırma Servisi’nin (CRS) 8 Şubat 2019 tarihinde yayınladığı bir rapor var. Jim Zanotti ve Clayton Thomas’ın hazırladığı Türkiye-ABD ilişkilerinin arka planının analizini yapan bir bilgilendirme raporu bu. ABD’de 2017 yılında yürürlüğe giren “Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası (CAATSA)’’ 231.maddesine göre ‘’Amerika, Rus savunma sanayiiyle, Amerika’nın çıkarlarına ters düşecek şekilde iş yapan şirketlere, kamu kuruluşlarına, bireylere yönelik yaptırım uygular.’’ Bu kadar net bu. Uygulayabilir, uygulamayabilir, üç vakte kadar uygulayabilir diye bir şey yok. Net ve açık olarak ‘’yaptırım uygular’’ diyor. Bu yaptırımın ne olduğunu söylemiyor. CRS’nin bu raporunda da buna çok sert bir şekilde yer verilmiş. Bu bizim için yeniden başlığa çıkacağımız bir kriz ve bu nisanda geliyor.

Bu raporun içinde ekonomiyi çok yakından ilgilendiren bir başka konu daha var:  ABD’nin İncirlik’ten henüz ayrılmayı planlamadığını, ama yine de başka ülkelere -özellikle Yunanistan ve Ürdün’e- baktığı konusu yer alıyor. Yine bu raporda, Türkiye S-400 füzelerini alma kararı verirse, Amerika’nın, F-35’lerin satışını durduracağını ve bunu çok ciddi bir şekilde düşündüğü yazıyor. Dillendirilmeyen bir şey daha var orada: Eğer Amerika F-35’lerin Türkiye’ye satışını durdursa, Amerika’nın yükümlülüğü bulunuyor: NATO üyesi dokuz ülke tarafından yapılan anlaşma çerçevesinde, Türkiye’nin, F-35’ler için ödediği yaklaşık 1 milyar doların Amerika tarafından Türkiye’ye geri ödenmesi söz konusu. Bu büyük bir rakam. Bu iş iki taraf için de son derece kötü. Umuyorum ki bu bir pazarlık yarışıdır ve bir an önce çözülür.  Ekonomi açısından böyle bir konuyla Türkiye’nin başlığa çıktığını tekrar görmeyiz, bunu da eklemek istedi.

Rapordaki enteresan bir yorum da ‘’Türkiye bu ilişkide kendini küçük ortak gibi hissediyor. Model ülke olma hikâyesinde, özellikle son dönemde yaşanan polarizasyonlardan dolayı bazı kopukluklar gösteriyor’’ demiş. Çok uzak değil bundan beş-altı sene önce bile Türkiye’nin nasıl model ülke olabileceğini, bu coğrafyada çok farklı konulara soyunabileceğini konuşurken, şimdi bu model olma hikâyesi, onların cephesinde, bütün bu karmaşık sinyalli gidişattan dolayı zedelenmiş durumda. Bunların hepsi de başlı başına finansal ilişkileri direkt olarak etkileyen hikâyeler. Çünkü artık ülkenin risk primi içerisinde bu gelişmeler, fon yöneticileri, finans oyuncuları tarafından normalde olmadığı kadar yakından takip ediliyor artık. Son olarak şunu söyleyeyim: Geçen gün bir Afrikalı fonun Ortadoğu basketinde Türkiye’nin ağırlığı ile ilgili detaylı raporlarına baktım. Eskiden %3-%4’lerde olan ağırlık, şimdi 0,01’deydi. Şu anda bize geri giriş sağlayamaz bu sermaye. Çünkü iki kredi değerlendirme kuruluşu tarafından ‘’yatırım yapılabilir’’ seviyesinin altındayız biz. Bunu geri kazanmadan, yani o beğenilmeyen Batı’nın baktığı istatistiklere, cari açığın finansman kalitesinde, büyümemizin içerisindeki kalitelere, enflasyona, işsizliğe, tarıma, üretime, bizim kalkınma politikalarımızla bire bir ilgili olan şeyleri geri kazanmadan işimiz imkânsız değil ama oldukça zor. Bizi zor bir yol bekliyor gibi görünüyor. 

Pişirici: Erinç Hhocama dönelim. Bir taraftan sanki enflasyonun düşmesine odaklanılmış gibi davranılıyor. Öte taraftan ‘’Çare IMF’dir’’ sesleri yükseliyor. Bu kapitalist ilişki içinde, yani kapitalizm içinde çözüm ne olabilir? Enflasyonu ve faizi düşürme odaklı bir politika yeterli midir? IMF’ye gitmek, IMF’den kredi almak çözüm müdür? Ya da başka bir çözümü var mıdır bu işin?

Yeldan: Yine genelden başlayayım. Ben üç ana kalemde değerlendiriyorum bu çözümler paketini. Bir defa her şeyden önce, evvela demokrasi, önce hukukun üstünlüğü, önce bilime saygı, önce insan özgürlüğü ve haklarına saygı. Türkiye’nin bir an evvel demokratik, hukuk devleti olma yolunda, yaşamış olduğu bu tahribatı çözmesi gerekiyor. Burada yine genelden ifade edeyim. Biraz geniş çapta, küresel kapitalizmin gerçeklerinden bahsedersek, kabaca 80’lerden beri uluslararası küresel kapitalizm, uluslararası sermaye, yeni katılımcı demokrasi kurumları geliştirmiyor. Bunlar 50’li, 60’lı yıllarda kaldı. Hatta örgütlü, çoğulcu, katılımcı demokratik kurumların da birçok noktada kendisine ayak bağı oluşturduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, bu demokrasi açığı, hukuk açığı dediğimiz olgu, aslında küresel kapitalizmin genel dinamikleri içerisinde yer bulan bir ifade. Türkiye ulusal burjuvazisi de buna uymuş durumda. Ulusal burjuvazi bütün sözcüleriyle beraber Türkiye’de oynanan bu demokrasi yıkımına hiçbir tepki göstermedi. Bundan da hoşnut olduğunu düşünüyorum. Ben konuşmalarımda defalarca AK Parti’nin büyük sermayelerin, özellikle ulusal ve uluslararası finans kapitalin en gözde partisi olduğunu savundum. Dolayısıyla önce demokrasi ve hukukun üstünlüğünü kurmamız lazım. 

İktisadi boyuta gelince. Bugün Türkiye’deki üretkenlik durgunluğunun ve sürdürülebilir bir kalkınma hamlesi gerçekleştiremememizin önündeki en büyük engelin bölgesel eşitsizlikler olduğunu düşünüyorum. Şu anda bile metropollere, özellikle İstanbul’a milyarlarca dolarlık ‘’mega projeler’’ diye ifade edilen, aslında kaynağı belirsiz birer çılgınlık ve hovardalık projesi olan büyük yatırımlar beslenirken, Ankara’nın doğusunda -kabaca Zonguldak’tan Hatay’a doğru- geri bıraktırılmış bir yoksul Türkiye görüyoruz. Bu ‘’orta gelir tuzağı’’ diye adlandırılan metaforun en büyük yansıması, bir tarafta üst gelirli Türkiye, diğer tarafta da yoksulluk içinde olan Türkiye. Şimdi bu yoksul Türkiye’ye ulaşmamız gerekiyor. Bunun da en önemli aleti, kamu yatırımı ve kamu sektörü öncülüğünde bir eğitim, sağlık gibi sosyal altyapı, bölgeselde bir yatırım hamlesi yapılmasıdır. Bunun için de, gerekirse tekrar hit siteminin devreye sokularak, bu bölgede tarımı sanayiyi ve hizmetleri bir bütüncül içine alan bir planlama yapmamız gerekiyor. 

Üçüncü olarak, para politikası, enflasyonla mücadele bağlamında, biz 2000’li yıllarda, enflasyon hedeflemesi rejimine, önce örtülü, sonra açık bir şekilde geçtik. Fakat enflasyon hedeflerinin hiçbirini tutturamadık. Buradaki en önemli eksikliklerimizden bir tanesi, enflasyon hedeflemesi dediğimiz rejimin, Türkiye benzeri, gelişmekte olan finansal piyasaları görece sığ ekonomilerde, sermaye hareketlerinin, özellikle spekülatif nitelikli sıcak para hareketlerinin iyi yönlendiremememizden dolayıdır. Reel döviz kurunda muazzam bir ucuzlama yaşadık. Bu ucuzlama, sanayi tahribatı ve ithalata bağımlılık olarak kendini gösterdi. Örneğin Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesi gibi, aslında gerçekçi reel bir döviz kuru hedeflemesi yapabileceğini uzun süredir savunmuyorum. Enflasyon hedeflemesi ve reel döviz kuru hedeflemesi, peş peşe birbirini besleyen ve bunun için de gerekli olan aletlerin, munzam karşılık oranları, sermaye hareketlerinin kısa vadeli olan bölümüne daha yüksek vergilendirme gibi kapitalist sistem içerisinde sistem içi bir takım müdahalelerle, Türkiye’de sermaye hareketlerin uzun vadeye yayılabileceğini, spekülatif yakıcı unsurlarından arındırılıp, gerçek anlamda bir reel döviz kuru ve enflasyon hedeflemesi yapan bir bağımsız Merkez Bankası ile bunun sürdürülebileceğini düşünüyorum. Finansal istikrarı sağlamadan, sadece fiyat istikrarı ile makro ekonomik istikrarın ve genel anlamda kalkınmanın sağlanamayacağını, 2003 sonrası dönem bize gösterdi. 

Şu anda da, enflasyonla mücadelede, iktisat biliminin bilgilerinden değil, doğrudan doğruya hamasetten medet umuluyor. Merkez Bankası, sıkı para duruşu sergilediğinin altını defalarca çiziyor. Örneğin, Merkez Bankası parasının genişleme oranına baktığınız zaman, yaklaşık %25’e yakın bir parasal genişleme içinde olduğumuzu ve bu kontrolsüz para genişlemesinin de aslında enflasyonist beklentileri ve enflasyon tahribatını güçlendirdiğini görüyoruz. Kurumlar üzerine düşenleri yapmıyor. Mustafa arkadaşımın da belirttiği gibi bürokrasi risk almaktan, karar almaktan çekiniyor. Şu anda bürokrasinin bütün amacı, üst amirinin hoşuna giden, üst amirini tedirgin etmeyecek edilgen bir yapıda içine kapanmak oldu. Böyle bir idari yapıda, ne para politikası, ne mali politika gerçekçi ve güvenilir bulunmuyor. Bence Türkiye’nin uzun vadeden kısa vadeye en büyük sorunları burada.

Pişirici: Hemen tekrar hatırlatarak sorayım: IMF’ye gider mi bu hükümet? Gitmesi çare midir?

Yeldan: Ben bu konudaki kişisel yorumumu kısaca paylaşayım. Aslında Türkiye’nin IMF programının bütün öğelerini hep hedef olarak koyduğunu görüyoruz. Mali disiplin, enflasyon hedeflemesi, sermaye hareketlerinin serbestliği, IMF programının bir stand-by programı ile Türkiye benzeri ekonomilere sağlayacağı en büyük fayda, düşük faizli ve uygun koşullu kredi sağlamasıdır. Fakat dünya kredi piyasaları öyle bir noktaya geldi ki, neredeyse sıfır faizle, ulusal faizi biraz yükselttiğiniz vakit, oluk oluk sıcak parayla arzu ettiğiniz krediyi sağlıyorsunuz. Dolayısıyla, IMF’nin, ‘’IMF ile anlaşmış olmak kurumsal çabası’’ diye adlandırılan güven ve itibardan başka, Türkiye ekonomisine bir katkısı olacağını sanmıyorum. Bu siyasi söylem altında IMF’ye gidilmesinin bir intihar olacağını düşünüyorum. Fakat şu yapılacaktır: Son derece kapsamlı, başarılı bir yerli ve milli bir program ilan edilecek ve IMF’nin bu programa hayran olduğunu, bize yardıma koşacağını hatta bizden bir şeyler öğreneceği algısıyla, IMF ile ‘’işbirliği’’ yapıldığı ulusal ve uluslararası finans piyasalarına sunulacaktır. Ama bunun adı ‘’IMF’ye gitmek’’ olmayacak, ‘’IMF bize geldi’’ olacak. Çünkü çok doğru yolda, çok başarılı bir Ortodoks, muhafazakâr, neoliberal IMF programının içeriğini ifade eden bir program uygulamaya konulabilecek. 

İşin yurtdışı finansman boyutu ise, hep ifade ettiğimiz gibi, Merkez Bankası rezervleri, net hata noksan, Katar’dan, Malezya’dan, Endonezya’dan, Arap Baharları’ndan ortaya saçılmış kişisel servetlerin getirdiği petro-dolarlar, şu veya bu şekilde ‘’İstanbul finans merkezidir’’ diyerek İstanbul’a getiriliyor. AK Parti hükümeti bu kaynağı belirsiz parayla da hayallerini ve projelerini siyasi baskıyla gerçekleştirmeye çalışıyor. 

Pişirici: Mustafa Sönmez, AK Parti Genel Başkanı, Ankara’daki bir propaganda faaliyeti sırasında, ‘’Seçim sonuçları ne olursa olsun, ben 4,5 yıl daha cumhurbaşkanıyım’’ demiş. Bu cümle pek çok şey ifade ediyor. IMF’den devam edelim, bu bir özgüven açıklamasıysa, seçim sonuçlarını gördükten sonra oraya gider mi bu iş? Giderse çözüm olur mu?

Sönmez: Barış Manço’nun ‘’Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur’’ diye bir şarkısı vardı Sedat, hatırlar mısın? Tamam, 4,5 yıl daha orada, buna bir şey dediğimiz yok. Bundan sonra ne yapacağı gerçekten önemli. Nisan ayıyla birlikte çok işleri var. Bir kere, içeriye ve dışarıya güven vermeleri gerekiyor. Bunun için de Erinç hocanın demin sözünü ettiği gibi, eteklerinde beklettikleri ne varsa onları bir uygulamaya sokmaları gerekiyor. Çok sert uygulama yapmaları gerekiyor. başta çok sayıda sanayi şirketleri olmak üzere şirketler tam bir zombi şirket halindeler. Özellikle kamu bankalarına ‘’Bunları yüzdürün. Bunların kredilerinin peşine hemen düşmeyin, yeni krediler açın hayattaymış gibi dursunlar’’ talimatında bulunuyorlar. Nisan’dan itibaren bu zombilerin işe yaramadığı görülecek. Bu kez kurtarma operasyonu başlayacak. O zaman da, kim kurtarılacak, kime öncelik verilecek, eldeki kaynaklar kimin için kullanılacak, virüs oradan buraya sıçrarken kim okkanın altında kalacak, burada çok ciddi bir kum fırtınası yaşayacağız. 

Yine Erinç hocanın da dediği gibi IMF’ye ‘’Bak biz neler yapıyoruz’’ dedirtircesine içeride bir hale yola koymaya çalışacaklar ama bu hiç kolay bir şey değil. Bunu yapmaya çalışırlar ama buradan hedefledikleri enflasyonla, hedefledikleri ekonomik toparlanmaya bir imkân olur mu, bu çok ciddi bir soru işareti. Dış dünya iklimi de çok lehlerine seyretmiyor. Mesela, ‘’ihracatla biraz toparlayabilir miyiz?’’ diye heveslendiler ama em büyük pazar olan Almanya’da ciddi bir durgunluk işaretleri gelmeye başladı. Talep düşüyor, dolayısıyla ihracat da verilen bir dizi teşvike ya da bunun sağlamış olduğu teşvike rağmen hiçbir iş kapısı olamıyor. Zaten sanayiyi çok ciddi şekilde ihmal ettikleri için rekabet gücü ayrıca çökmüş durumda. Öte yandan, hane halkının borçları ayrı bir problem olarak duruyor. Yatırımcılar gelmiyor. Ama en önemlisi yabancılar gelmiyor. Yabancının ne yatırımcısı, ne portföy yatırımcısı, ne kredi vereni, Türkiye’yi son derece riskli buldukları için gelmiyorlar. Gelecek için de bir şey vaat edilmiyor. Çünkü politik olarak sakat bir yerde duruyor Türkiye. Bunu Nisan’dan sonra değiştirirler mi bilmiyorum. 

IMF’yi yanlarına alma meselesine gelince. ABD’nin onayı olmadan bu işler hiç kolay değil. ABD, kendisiyle uyumsuzluk içine girmiş bir Türkiye görürse, IMF’ye yardımcı olma konusunda, beraber fotoğraf çektirme konusunda bile kırmızı kart gösterebilir, ‘’O fotoğrafa girme’’ diyebilir IMF’ye. Türkiye böyle bir yalnızlıkla baş başa kalabilir. 

Bütün bunların yanı sıra, esas 31 Mart’ın arkasından ne çıkacak, onu bir görelim. Eğer AK Parti ciddi bir oy kaybına uğrarsa politik gerilim daha da artacak. Çünkü AK Parti’nin içten yarılması söz konusu, muhalefetin biraz daha üstüne gitme hali söz konusu, yerelden de olsa iktidarın paylaşımı söz konusu. Öyle ya da böyle, AK Parti’nin işinin hiç kolay olmadığını düşünüyorum. AK Parti bundan önce çok dört ayak üstüne düştü; parasal bolluğun olduğu, 2008-2009 dünya krizinin bile nimetlerinden faydalanmayı bildi. Hep dört ayak üstüne düştü. Bülent Arınç’ın “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor” sözü vardı. O Allah şimdi aldıkça alıyor, aldıkça alıyor, daha da alacak. 

Pişirici: Hande Hanımla programı sonlandıralım. Az önce yanlış anlamadıysam şöyle bir şey söylediniz: ‘’Eğer Türkiye ABD ile F-35 anlaşmasını sonlandırırsa, 1 milyar dolarını geri alacak.” Bunu mu söylediniz?

Akmehmet: Evet.NATO üyesi ülkeler tarafından yapılan anlaşma gereği, bu F-35’lerin her parçası farklı ülkelerde üretiliyor. Aslında bir işbirliği protokolü bu. İşbirliği protokolünü bozmanın getirdiği bazı yaptırımlar var. Bu madde de o protokolde yazıyor. Türkiye’nin ödediği toplam para 1 milyar dolara yakın bir rakam. Eğer protokol bozulursa, o ülkeye bu rakamın ödenmesi gerekiyor. Bu protokolün üzerine gelebilecek başka hukuksal bir yükümlülük var mıdır onu bilemiyorum. Ama bu protokole özel olarak durum böyle.

Pişirici: Belli ki bu iktidarın acilen paraya ihtiyacı var. Siz de ilk konuşmanızda ‘’Net hata noksan kaleminden memlekete giden bir para var da, nereden, nasıl geliyor?’’ demiştiniz. Hatırlarsanız, Ağustos ayında dolar 7,15TL’yi görünce Katar Emiri apar topar gelip ‘’15 milyar vereceğim’’ demişti. Ben şahsen o günden beri takip ediyorum, gelen giden bir para görmedim. O görüşmenin ardından Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın bir basın toplantısı yapmıştı, orada da sormuşlardı kendisine. ‘’Al sana şu kadar para denmeyecek de, bir yatırım yapılacak, onları konuşacağız’’ gibisinden bir şey söylemişti. Önceki gün, bir büyük gazetenin bir köşe yazarı, biraz da dikkatli bir şekilde şöyle bir şey yazmış: Katar’ın vaat ettiği 15 milyar doların 3 milyarı gelmiş de 12 milyar doları da yatırım için yer arıyormuş’’. Aslında bir nevi ‘’Sakin olun, para var, para geliyor’’ demeye çalışmış. Gelir mi böyle bir para? Para mevzuyu çözer mi?

Akmehmet: Şöyle bakmak lazım. Para gelebilir. Çünkü bundan iki-üç sene önce buralara geleceğimizi tahmin edebilir miydik? Böyle bozulmalar ülkenin makro kimlik göstergelerinde varken, informal ekonomi ile -ben informal ekonomiyi geniş bir terminoloji olarak kullanmak istiyorum- ülkenin kalkınmasını, ayakta durmasını sağlayabileceksiniz deseler, inanmazdım. Ama gördük ki, bu informal yollardan ülkeye para da geliyor, aynı zamanda sermaye yeterlilik rasyosunun içerisindeki yasal değişikliği yaptığınızda sermaye yeterlilik rasyosu da daha yüksek çıkabiliyor. Kredi Garanti Fonu diye bir şey de icat edebiliyorsunuz. Konkordatolar ilan edilebiliyor, iflas diye bir şey ortadan kalkabiliyor. Dolayısıyla, biz Batı yaklaşımının ya da ekonominin bilimsel yaklaşımının dışarıda örneğini çok da fazla görmediği bir ekonomik düzendeyiz şu anda. Durum böyle olunca o para gelebilir. Ama bunu nasıl bir yatırımla bir ülkeden başka bir ülkenin içine yatırabilirler orası biraz muamma hakikaten. O para gelirse,  ülkeyi rahatlatır mı, rahatlatır. Çünkü cari açık belli bir kalem ve bunun çok yüksek bir bölümü yine tanımlanmayan bir sermaye ile karşılanmış olacak. Geri kalanı, belki biraz Merkez Bankası’nın rezervinden gidecek. Ama çözüm olur mu? Bence değil. Bu soruyu soranlar hep şunu söylüyorum: Bizim bu kriz içerisinden ne zaman çıkacağımız, daha doğrusu, adını doğru koyduğumuz zaman bunun içinden çıkmaya doğru yönümüzü çevirmiş olacağız. Bunun adını bizlerin koymasından bahsetmiyorum. Biz zaten adını koymuşuz, burada anlatıyoruz. Bu işin adını, hükümetin ekonomi yönetiminin koyması gerekiyor. ‘’O oldu, şu oldu, bu oldu ve ben bu durumdayım’’ diye anlattığı hikâyeler, maalesef bu durumu kurtarmaya yetmiyor. Çünkü şöyle bakıyorlar: Evet, her yerden para geliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir başkanlık sistemi var. Peki, yeni başkanlık sistemine neden geçtiniz? Daha iyi olsun diye geçtiniz, ama durumunuz neden daha kötü? Buna verilebilecek hiçbir cevap yok. Katar’dan gelecek milyar dolarlar da bunu açıklamaya yetmiyor. Çünkü birçok farklı sistematik problemler de var. Benim görüşüm böyle. 

Pişirici: Hande Akmehmet çok teşekkür ederim. Efendim, 181. açık oturumda ekonomiyi konuşmaya çalıştık. Prof. Erinç Yeldan, ekonomist Mustafa Sönmez, ekonomist Hande Akmehmet çok teşekkür ederim katıldığınız için. Umarım anlattıklarınız izleyicilerimiz için de zihin açıcı ve yararlı olmuştur. İyi akşamlar efendim. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.