Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sakin olan kazanıyor

31 Mart yerel seçimleri, hırçın, saldırgan seçim kampanyası yerine sakin bir şekilde herkese hitap etmeye çalışan adayların şansının daha yüksek olduğunu gösterdi. Sakinlik 31 Mart sonrası için de anahtar bir kavram olacağa benziyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. 31 Mart seçimlerini geride bırakmamız mümkün olmadı; çünkü başta İstanbul olmak üzere, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin itirazları var. Bir telaş hali var, bir panik hali var açıkçası. Ankara’da diyorlar, Iğdır’da diyorlar ama esas olarak İstanbul için bastırıyorlar ve bugün İstanbul’da yine teşekkür afişleri asıldı. Bir geri çevirme, İstanbul’u geri kazanma çabası var ve tabii Türkiye’nin gündemini de bu belirliyor, bir müddet daha böyle süreceğe benziyor.

Şimdi buna nasıl bakmak gerekir? Bir kere, sakince bakmak gerekir. Türkiye’de geçmişte bu tür olaylar çok oldu. Aslında 25 yıl önce Refah Partili belediyelerin kazandığı andan itibaren seçimlere hile, şu bu, çöplüklerde bulunan oylar gibi meseleler hep oldu; ama sonuçta çok büyük değişiklikler olmadı, bir iki yerde seçimin tekrarlandığı oldu. Ama genellikle, son seçimde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi: “Atı alan Üsküdar’ı geçti”. Şimdi burada atı alan Ekrem İmamoğlu olduğu için onun Üsküdar’ı geçmesine izin vermemek isteyen bir siyasî iktidar var. Aslında baktığımız zaman, siyasî iktidarın tüm aktörleri bunun içerisinde var mı? O da belirsiz; çünkü AK Parti sözcüsü Ömer Çelik dün geceyarısı yaptığı açıklamada, itiraz hakkını kullanacaklarını, ama ortalığı çok da fazla yangın yerine çevirmemek gerektiği anlamına gelebilecek bir açıklama yaptı. Halbuki kendi destekçileri, AK Parti destekçileri –özellikle sosyal medyada– tam bir alarm halinde, çok agresif bir üslûpla, bir hileden –işte, değişik kavramlar kullanıyorlar–, ama sonuçta kazananın aslında Binali Yıldırım olduğunda ısrar ettiler. Yani anladığım kadarıyla iktidar partisinin kendi içerisinde farklı farklı eğilimler var ve önümüzdeki günlerde bu farklılıkların daha da fazla ortaya çıkacağını düşünüyorum, hızlı bir şekilde ortaya çıkacağını düşünüyorum ve burada da bunları bol bol konuşacağımızı düşünüyorum. Özellikle buradaki aktörlerin, farklı aktörlerin çoğunu uzun bir süredir tanıyan birisi olarak kimin hangi pozisyonu neden aldığını, neden almadığını değerlendirebileceğimi düşünüyorum — tabii olabildiğince birinci elden kaynaklara, yani bizzat kendilerine başvurarak. Tabii burada şöyle bir husus oluyor: Açıkça yazılıp söylenenlerin dışında, bir de isim vermemek kaydıyla söylenenler var. Ama iktidar partisinin içerisinde, çevresinde tam bir telaş var, bir belirsizlik var. Aslında bu bize şunu gösteriyor: Kendilerini o kadar iktidara kaptırmışlar ki, bunun bir yerde sona ereceğini görememişler. Bu anlamda analitik olarak –ki çok iddialılar bu konularda– her şeye hâkim, her şeyi bilen kişiler oldukları iddiasındalar; devletin bütün istihbarat kaynakları ellerinde, devletin bütün imkânları ellerinde –paraysa para, elemansa eleman– ama şu yaşanan ve kendileri için çok büyük bir deprem olan olayı görmemişler, ya da görmek istememişler. Bir de bu olayı yaşandıktan sonra ne yapacaklarını bilemiyorlar, bunu telaşını görüyoruz. Yani seçim öncesi ve seçim sonrası kriz yönetimi konusunda iktidarda bir berraklık yok — ki bu beni hiç şaşırtmıyor; çünkü bu kriz çok köklü bir kriz ve zaten kaybettiği belli olan bir siyasî hareketin kaybının 7 Haziran seçiminden sonra, ama ondan daha ciddi bir şekilde görünürleştiği bir süreci yaşıyoruz.

Şöyle bir olay var: Kötümserlik genellikle prim yapıyor; özellikle bizim ülkemizde kötümserlik çok prim yapıyor. 31 Mart öncesi şunu demek çok modaydı: “Hiçbir şey değişmeyecek; önemli olan oyların sandığa nasıl girdiği değil sandıktan nasıl çıktığıdır”. Bunu kimler söylüyordu? Muhalefet iddiasındaki, AKP-karşıtı, hatta diyelim ki Erdoğan düşmanları söylüyordu. Şimdi garip bir şekilde bakıyoruz ki, “Oyların sandığa nasıl girdiği değil; sandıktan nasıl çıktığı önemli” önermesini, siyasî iktidar yanlıları söyler oldu. Ama biz tekrar muhalefet kanadındaki kötümserliğe dönelim: Ne dediler? “Hiçbir şey değişmeyecek, oy kullanmanın da bir anlamı yok, AKP’nin seçmeni Erdoğan’ın seçmeni körü körüne ona bağlı, bunlar hiçbir şekilde rasyonel düşünemeyen insanlar. Aç da kalsalar susuz da kalsalar, şu da olsa bu da olsa oylarını vermeye devam edecekler” vs.. Şimdi 31 Mart’ta bunun tamamen yanlış olduğunu gördük. Şimdi ne deniyor? “Tamam, aldılar, ama bakalım verecekler mi? İmamoğlu bakalım koruyabilecek mi? Tamam korudu diyelim ama icraat yapabilecek mi? Önünü kesecekler, ablukaya alacaklar”. “Şu olacak, bu olacak”… hep bir kötümserlik üzerine giden bir şey var. Bu yayının başlığına burada dönmek istiyorum; evet, bunların hepsi var, birileri çok telaşlı olabilir; ama Türkiye’de benim gözlemlediğim kadarıyla –dün böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak– genellikle sakin olan kazanıyor. Sükûnetle hareket eden, pozitif bakabilen, kötümser koşulların birçok şeyi imkânsıza yakın bir şekilde zor kıldığını görmekle beraber yine de o zorlukların içerisinde bir şey yapmak isteyen, kendi bildiğini o zorluklara adapte etmeye çalışan insanlar başarılı oluyor ve genellikle bu insanlar sakin insanlar oluyorlar, her türlü provokasyona karşı sükûnetini koruyabilen insanlar oluyor. Bunun en çarpıcı örneği de son seçimde Ekrem İmamoğlu. Ben hatta o Ülke TV‘deki yayının ardından yaptığım değerlendirmenin başlığını biliyorsunuz –izleyenler biliyor– “Ekrem İmamoğlu sakinliği” olarak koymuştum. Gerçekten o programda ben dahil birçok kişinin o sükûneti, sakinliği koruyamayacağı kanısındayım — birçok siyasetçinin de. Bunu başardı ve bunu başararak da aslında seçimi kazandı, seçim kampanyasının tamamını böyle yaptı ve o seçimi kazandı.

Nasıl kazandı bu seçimi? Şimdi dün akşam itibariyle sosyal medyada baktığımda, troll denemeyecek, gerçek kimlikleriyle yazan ama AK Partili olan, AK Parti destekçisi oldukları belli olan birçok kişinin çok saldırgan bir üslûpla Ekrem İmamoğlu’nu oy hırsızlığı vs.’yle suçladıklarını görüyoruz. Böyle bir şey olmadığını aslında kendileri de biliyor. Dün nasıl muhalefette olan, AKP’ye karşı yenilen kesimden birtakım insanların bu tür çıkışlarının doğru olmadığını kendilerinin de bildiği gibi –doğruluk payı olanlar muhakkak vardır–, ama büyük ölçüde aslında şöyle oluyor: Birileri çalışıyor, hak ediyor ve kazanıyor. Bunu şundan söylüyorum; bu “Çalıştı, hak etti, kazandı” sözünü, yıllar önce, 25 yıl önce Refah Partisi belediyeleri kazandığı zaman, o zaman Şahin Alpay benimle bir röportaj yapmıştı –Şahin Abi’nin de kulaklarını çınlatmış olalım– ve Cumhuriyet Kitap’ta koymuştu bunu ve onun başlığına benim bu sözümü koymuştu: “Refah Partisi çalıştı, hak etti, kazandı”. Öyleydi; birçok insan Refah’ın seçim başarısına bir mazeret bulmaya çalışıyordu, ama bu malzemelerin hepsinin, bütün suçlamaların vs. hepsi anlamsızdı. Sonuçta çalıştılar kazandılar. Bugün de Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Tunç Soyer ve diğerleri çalıştılar, hak ettiler, kazandılar ve bugün de onların karşısında, birileri… az çalışan, “Nasıl olsa kazanırız” diye düşünen, “Cepte” diye düşünen, “Devlet bizde, herşey bizde, medya bizde bunlar kim oluyor ki? Nasıl alacaklar 25 yıllık iktidarı?” diye –mesela Ankara’da, İstanbul’da– düşünenler; o kişilerin önünü kesmek için değişik tertiplere başvuranlar şu anda kabullenmiyorlar, kabullenmek istemiyorlar. Söyleyecekleri aslında çok basit: “Bizden daha iyi çalıştılar, biz yeterince çalışmadık, kaybettik. Önümüzdeki seçime bakalım” diyebilecek iken, diyemiyorlar ve bir agresif bir tutuma giriyorlar. Dolayısıyla roller değişiyor artık; Türkiye’de 31 Mart seçiminin ilk çarpıcı sonuçlarından birisi, rollerin değişmekte olduğu. Kızan, öfkelenen taraf değişiyor; kabul etmeyen taraf, sandığı kutsallaştıran, sandığa verilen önemi ihmal etmek isteyen taraf değişiyor, böyle bir olayla karşı karşıyayız. Bu anlamda Ömer Çelik’in dün geceki açıklamasına haksızlık etmeyelim; o herkesin sandığa riayet etmesi gerektiğini söyledi. Ama yine anlıyoruz ki kendi tabanlarında, tabanın da ötesinde aslında iktidarın önemli yerlerinde olan bazı kişilerin, bu sonuçları iptal ettirmeye yönelik birtakım çabaları tam olarak engelleyemediklerini görüyoruz.

Ne demiştim? Birileri, “Hiçbir şey olmaz, bunlar boş, bu seçimleri boşuna yapıyoruz, kendimizi kandırıyoruz” diyenler, “Seçimlerden sonra da yine bir şey olmaz” diyenlerin önemli bir kesimi aslında şunu söylüyor: “Türkiye bitti gitti, Türkiye’den bir şey olmaz”. Hatta bunların bir kısmı yurtdışına gitti; ama yurtdışından bu tür ahkâmlara devam ediyorlar; en rahatsız edici olanlar da bunlar, özellikle sosyal medyada çok karşıma çıkıyor. Dünyanın bir köşesinde, burada yaşayan insanlara akıl veren, onlara yön gösteren –ama bu akıl ve yönlerin pozitiflikle hiçbir alâkası olmadan–, işte, “İşler kötü, daha da kötü olacak, daha da kötü olacak” çağrısı yapan insanlar var. Bugün sevgili dostum Haldun Bayrı, çok güzel bir söyleşi çevirdi. Söyleşi Hamit Bozarslan’la yapılmış bir söyleşi. Hamit, Fransa’da yaşayan, orada çok saygın bir yeri olan Türkiyeli Kürt bir araştırmacı; çok önemli bir isimdir ve onun çıkan bir kitabı ile ilgili Libération’da kendisiyle tarihsel bir perspektifte Ortadoğu üzerine yapılan, kaleme aldığı kitap üzerine yapılan bir söyleşi. O söyleşinin başlığını aktarmak istiyorum — tam bu yayını düşünürken Haldun çevirdi yolladı, sayfaya da koyduk, Medyascope’a. Diyor ki Hamit — Hamit diyorum, çünkü çok öteden beri tanıdığım ve birbirimizi dost gördüğümüz bir arkadaşımdır diyeyim: “Toplumlarımızın çöktüğüne inanmak, direnişten ve sorumluluktan kaçmaktır”. Olay aslında bu kadar basit; “Öldük, bittik, bizden bir şey olmaz, her şey nafile” demenin bir anlamı yok. Bu aslında korkaklığın dile gelmesidir. Bunun arkasına çok derin sosyolojik, psikolojik, politik, stratejik analizler yapmaya gerek yok; çünkü işler kötüye gidebilir, çok şey size dayatılabilir, ama bir sorumluluğunuz vardır; hiçbir şey yapamıyorsanız kötü gidişe karşı direnmektir yapılabilecek olan, her şeyin yapılması mümkün. Türkiye’de her zaman mümkündür, dün de mümkündü, en kötü koşullar altında, yönetimin en otoriteleştiği anda da mümkündü, bugün çok daha mümkün. Hele bu seçim sonuçlarından sonra çok daha mümkün — ki bu ayrı bir tartışma konusu. Bazıları Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde daha da sertleşeceğini, Erdoğan’ın daha da otoriterleşeceğini ve Türkiye’nin iyice yaşanmaz bir ülke haline geleceğini düşünüyor, savunuyor. Ben açıkçası buna çok emin değilim; bunu mümkünse yarın yapacağım bir değerlendirmede belki ele alırım, ama her halükârda, koşullar ne olursa olsun, şartlar ne olursa olsun yapacak bir şeyler var ve o şeyleri yapmakta ısrar etmek var. Bu anlamda kendimize bir pay çıkarmak istiyorum: Biz üç buçuk yıl önce bu Medyascope olayını bir grup arkadaş hayata geçirdiğimiz andan itibaren, bize söylenenlerin büyük bir kısmı negatifti, “Olmaz, olamaz; nasıl yapacaksınız? Başınıza bir şey gelir, para bulamazsınız” vs. vs’ydi; ama yaptık, oldu. Mesela seçim kampanyası döneminde arkadaşlarımızın çıkardığı işler ortada, seçim gecesi yaptığımız yayınlar ortada, orada ele aldığımız konuları ve olayları aktarış biçimimizdeki ve yorumlarımızdaki; konuklarımızın ve burada Medyascope’ta çalışan arkadaşlarımızın yaptığı değerlendirmelerin ne kadar isabetli olduğu çıktı ortaya. Bunu biz neye borçluyuz? Sakin olmaya borçluyuz, çok açık. Hiç telaşa gerek yok, heyecana gerek yok, provokasyonlara gelmeye gerek yok, polemiklere girmeye gerek yok. Bırakın Pelikanlar kanat çırpsın, bırakın troller şunu yapsın, bunu yapsın; herkesin bildiğini –normal olarak– alanında en iyi şekilde yapmaya bir toplumsal sorumluluk duygusu içerisinde devam etmesi gerekir — şartlar ne olursa olsun. 31 Mart seçim sonuçları bence içeriden ve dışarıdan her türlü kötümserliğe ve kötülüğe rağmen işlerini sakin bir şekilde yapan insanların bir başarısının sonucudur –bana göre– ve Türkiye’yi kesinlikle ileriye taşımıştır. Bu gelinen noktada Türkiye’nin daha ileri, daha iyi, daha normal, daha demokratik, daha özgür, daha adil bir ülke olabilmesinin yolu da –bana göre yine– sakinliğini koruyarak herkesin kendi işini en iyi bir şekilde yapmasıdır.

Şimdi Ekrem İmamoğlu Ankara’ya giderken bu iddialarla ilgili, seçimle ilgili, Anadolu Ajansı’yla ilgili bir yığın şey söylemiş basına. Oradan bir bölümü aktarmak istiyorum, çok kızmış, belli ki Binali Yıldırım’a da kızmış, ülkeyi yönetenlere de, bu yenilgiyi kabul etmemelerine kızmış; ama olabildiğince de sakin bir şekilde belirtmiş kızgınlığını; fakat seçim öncesi sakinliğinin birazcık gerisinde kaldığı da muhakkak; yine de en sonunda şunu söylüyor: “Bu milleti barıştıracağım ben. Görecekler. Siyasî düşünceler aklın önüne geçemeyecek”. Bu, gerçekten çok önemli bir perspektif. Şimdi birileri buna şey diyebilir: “ ‘Siyasî düşünceler aklın önüne geçemeyecektir’ diyerek Ekrem İmamoğlu ne yapmak istemektedir? İşte, Türkiye’nin bir gerçeği vardır: ilerici güçler, gerici güçler…” vs. diyebilir. Bütün bunların hepsi kutuplaşmayı veri almanın üzerinden kurulan tiradlardır. Halbuki kutuplaşmayı bir dayatma olarak almak; önemli olanın kutuplaşmayı aşmak, kutuplaşmayı ortadan kaldırmak olduğunu görmek ve herkese seslenebilmektir. Bunu yapabildiği ölçüde, hangi siyasî partiden olursa olsun, hangi görüşten olursa olsun bir siyasetçi –bizim alanımızda da gazeteci– bence başarılı olur. Ama siz kutuplaşmayı bir veri olarak alıp kendi kutbunuz içerisinde konuşup, davranmaya devam ederseniz, yapacağınız en fazla kendi mahalleniz içerisinde birkaç kişinin gönlünü kazanmak, ondan çok daha fazla kişinin de nefretini üzerinize çekmek olur. Biliyoruz, muhalefet cenahında bütün bu AKP’nin hâkim olduğu süreçte çok büyük iç kavgalar vardı — değişik, değişik. Kimse kimseyi beğenmez, birbiriyle sürekli kavgalıdır ve bu kavga edenler –aslında bundan zevk alanlar da var, biliyorum– karşı tarafı buna karşılık yekpâre bir yapı olarak görürlerdi. Ama işte, ilk seçim yenilgisinin ardından gördük ki iktidar cephesi de hiç öyle yekpâre değil, orada da çok ciddi kavgalar var ve bu kavgalar giderek şiddetlenecek, çok daha sert olacak. Ve bu kavgalar süresince iktidarı kontrol eden kesimin içerisindeki kavganın sonucunda, güçlü olmak isteyenler karşı tarafa birtakım bilgiler vs. sızdırmaya başlayacak, gerçekten çok ilginç bir döneme girmekte olduğumuzu söyleyebilirim.

Keşke medyamız daha özgür olsaydı, o kadar çok yapacak şey var ki, ele alınacak konu konuşturulacak kişi var ki. Ama bu haliyle de kimi zaman sosyal medya üzerinden, başka yollarla bunlar artık konuşulur oluyor, bunu görüyoruz. Gerçekten çok hareketli bir döneme giriyoruz. Türkiye bence normalleşmeye doğru gidiyor, yarın bunu daha kapsamlı ele almayı düşünüyorum. İşlerin daha iyi olması, daha da normal olması için bence öncelikle dikkat edilmesi gereken konu: Sakinliği muhafaza etmek. Sakin olan dün kazandı, Refah Partisi’ydi sonra AKP’ydi, bugün kazandı: Ekrem İmamoğlu’ydu Mansur Yavaş’tı, Tunç Soyer’di. Yarın da kim sakinliğini muhafâza ederse onun başarı şansı yüksek. Kim hırçınlaşır, agresif bir tutuma girerse ya da bu tutumda ısrar ederse, bunların da kaybetmesi mukadder. Şu anda da görüyoruz, zaten şu andaki bütün o büyük öfkeli çıkışlar aslında kaybedenler kulübüne üye olmanın verdiği o büyük rahatsızlığın sonucu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.