Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

23 Haziran İstanbul seçimleri: Devlet ile toplum karşı karşıya

Ruşen Çakır, YSK’nın açıkladığı gerekçeli kararı değerlendirdi. Başta Sadi Güven olmak üzere 4 üyenin karara itiraz ettiğini hatırlatan Çakır bu itirazların tarihi önemi bulunduğuna dikkat çekti. Çakır, 23 Haziran’da asıl oylanacak olanın mevcut devlet yapılanması olduğunu söyledi. 

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) beklenen gerekçeli kararı çıktı ve çok da şaşırmadık. Çünkü ortada bir gerekçe yoktu, bu da bize bunun bir hukukî karar değil aslında siyasî bir karar olduğunu, iktidar tarafından empoze edilmiş bir karar olduğunu gösterdi; bu anlamda şaşırmadık. Ancak şu hususu özellikle vurgulamak lazım: Burada 11 kişiden 4’ünün muhalif olması –içlerinden biri başkan– aslında Türkiye’de işlerin sanıldığı gibi gitmediğinin de bir göstergesi bence, bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Normal şartlarda böyle bir kararın 11’e 0 çıkması bile söz konusu olabilirdi. Dört üye… zaten hep onlara odaklandık, itiraz gerekçelerine baktık, muhalefet şerhlerine baktık. Bir de burada hatırlayalım istiyorum: Öncelikle Başkan Sadi Güven — ki Sadi Güven’in bu olaya itiraz edeceğini, buna razı olmadığını, AKP’nin itirazını haklı bulmadığını karardan önce birtakım kaynaklardan duymuştum; kendisi pek tanıdığım birisi değil, ancak kendisinin kararının böyle olacağını duymuştum ve bu anlamda onun karşı çıkmış olması beni çok şaşırtmadı. Bildiğim kadarıyla Milli Görüş geleneğinden gelen bir kişiymiş kendisi. Bence bu da işi daha ilginç kılıyor. Kaynağıma güvendiğim için bu bilginin doğru olduğu kanısındayım. Dolayısıyla Milli Görüş geleneğinden gelen birisinin böyle kritik bir olayda başkan kimliğiyle muhalif olması, şerh düşmesi çok önemli. Önce o şerhi görelim:

“Önemli olan sandık sonuç tutanağının sandık kurulu başkan ve üyeleri tarafından imzalanmasını müteakip ilçe ve il birleştirme tutanaklarına ve dolayısıyla SEÇSİS sistemine doğru aktarılmasıdır. İmzasız 101 sayım döküm cetvelinin tamamında başkan ve memur üye ile birlikte Ak Parti ve üç sandık hariç CHP tüm sandıklara üye vermiş olup, hatta Adalet ve Kalkınma Partisi 145, Cumhuriyet Halk Partisi 120 olmak üzere bazı sandıklarda 1’den fazla üye ile temsil edilmişlerdir. 

Ayrıca imzasız sayım döküm cetvelleri ile sandık sonuç tutanakları uyumlu olup seçim iptal nedeni olabilecek bir uyumsuzluk görülmemiştir. Sandık sonuç tutanağındaki geçersiz oyların geçersizlik nedenlerinin yazılı olmayışı da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimine yönelik 39 ilçede geçersiz oylar yeniden sayıldığından iptal nedeni olarak görülmemiştir.

Sandık kurullarının kuruluşuna ilişkin işlemlerin kesinleşmesinden sonra bu kuruluşa karşı yapılacak itirazlar seçimden sonra o seçimlerin iptali için tek başına bir itiraz sebebi olarak ileri sürülemez. 298 sayılı Kanunun 21 ve 23. maddeleri gereği 5 kişisi siyasî parti temsilcisi olup 7 kişiden oluşan sandık kurulunda siyasî partili üyelerle birlikte görev yapan usûlsüz atanmış sandık kurulu başkanının 31 Mart 2019 günü yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimine ilişkin maddi hatalar giderilip geçersiz oyların tamamının yeniden sayılması karşısında tek başına seçimin neticesine tesir ettiğine ilişkin seçimin iptalini gerektirir tespit olmadığından sayın çoğunluğun seçimin iptali ile yenilenmesine ilişkin kararına katılınamamıştır.”

Evet, Sadi Güven’in bu açıklamaları önemli. “Bunları biz zaten okuduk, gördük, bunları bir daha niye tekrarlıyorsun?” diyenler olabilir, bunların tekrar kayda geçmesi ve bunların hak ettiği ilgiyi ve takdiri görmesi gerekiyor ve kişisel olarak bunu kendime bir vazife telakki ediyorum, onu özellikle vurgulayayım. Çünkü böyle bir dönemde böyle bir muhalefet şerhi yazmak gerçekten –biraz sonra ele alacağım, aslında yayın başlığı olan– “Devlet ve toplum karşı karşıya” olgusunu açıklamada, irdelemede yardımcı olacak. Şunu unutmayalım: İptal kararı veren yedi kişinin gerekçelerinin hiçbirisinde oyların çalındığına dair doğrudan ya da dolaylı bir ibare yer almadı. Ama buna karşılık AKP içinden ve AKP’ye destek veren çevreler, bir numarayla diyelim aslında YSK’nın oyların çalındığını hükmettiğini bize duyurmaya kalktılar. Bunu nasıl yaptılar? Bu gerekçeli kararın ilk bölümünde AKP’nin itiraz başvurusundan alıntılar var tabii ki, dolayısıyla olduğu gibi başvuru verilmiş. O başvurudan alınan resimlerle AKP’nin iddialarını sanki YSK’nın kararıymış gibi bize göstermeye çalıştılar. Bu aslında tam bir fake news haber örneği, post-truth denen hakikat-sonrası çağın bir örneği. Bunu adlarıyla, sanlarıyla insanlar yapıyorlar; kimileri milletvekilleri, kimisi köşe yazarı, kimisi parti yöneticisi. İnsanlara göstere göstere bir yanlışı doğruymuş gibi pazarlamaya çalışıyorlar ve bu bize bir kere daha aslında olayın ne kadar karmaşık ve ne kadar zor olduğunu gösteriyor. 

Şimdi bir diğer muhalefet şerhine geçmek istiyorum; bilmediğim bir kişiydi, bu sayede adını öğrendim, en açık ve net itirazlardan birisini dile getiren Kürşat Hamurcu’nun ihlâlle ilgili ortada hiçbir delil olmadığını belirten muhalefet şerhine bir bakalım:  

“Sandık kurulu başkanının kamu görevlisi olmaması seçmene yüklenecek bir kusur değildir. Bu nedenle, bu sandıklarda oy kullanan seçmenin oyunu geçersiz kabul ederek iradesinin yok sayılması, Anayasa, Uluslararası Sözleşmeler ve seçim mevzuatı ile güvence altına alınan en temel yurttaşlık haklarından olan seçme hakkının özüne müdahale anlamı taşır. 

Bu sandıklarda kamu görevlisi olmayan sandık kurulu başkanının, seçmenin oyunu yönlendirdiği, değiştirdiği veya etkilediği yönünde aynı sandık kurulunda görevli olan beş siyasî partili sandık kurulu üyesinin herhangi bir şikâyeti veya itirazı olmamıştır. 

Sandık kurulu başkanının kamu görevlisi olmadığı sandıklarda, oy kullanan seçmenin oyunun, hangi neden ve gerekçeyle geçersiz sayılması gerektiğine ilişkin itiraz eden tarafından hiçbir somut kanıt ve belge sunulmamıştır. Seçim hukukuna egemen olan serbest, genel oy, eşit, tek dereceli, gizli oy, açık sayım ve döküm ilkelerinin hangisinin kamu görevlisi olmayan sandık kurulu başkanı tarafından ihlâl edildiği, hiçbir şekilde ortaya konulmamıştır.” 

Evet Kürşat Hamurcu’nun şerhinin ilk başında dile getirdiği en temel yurttaşlık haklarından olan seçme hakkının özüne müdahale meselesi tam da bu yayınımızı ilgilendiriyor. Devlet ve toplum karşı karşıya: 31 Mart’ta böyleydi, 23 Haziran daha net bir şekilde böyle; bir tarafta devlet, bir tarafta toplum var. Tabii ki devlet adına hareket edenlerin arkasında da geniş bir toplum desteği var, ama zaten 31 Mart kampanyasını beka üzerine kurmuş olan iktidar ortakları, tercihlerini açıkçası devletten yana yapmışlardı. “Devletin bekası” derken de aslında iktidarlarının bekasını kastediyorlardı ve toplumun beklentilerini, kaygılarını, itirazlarını bu beka adına erteleyebileceklerini, öteyebileceklerini sandılar ve yanıldılar. 31 Mart’ta CHP’nin adaylarının büyükşehirlerde bu kadar başarılı olması; Ankara’da, İstanbul’da, Adana’da, Antalya’da, Mersin’de AKP’den ve MHP’den belediye başkanlıklarını almış olmasını, bir anlamda CHP’nin ve adaylarının başarısı olmasının dışında bir yerden sonra ülkenin en gelişmiş bölgelerinde toplumun artık varolan sisteme, AKP’nin ve Erdoğan’ın yeniden şekillendirdiği sisteme bir toplumsal itiraz, bir meydan okuma olarak görmek lâzım. Binali Yıldırım halkın arasında iftarlara gidiyor, sahurlara gidiyor, ama 31 Mart öncesinde bu tür fotoğrafları, videoları pek yapmadı — halkını, toplumu uzaktan sevdi diyelim. Çünkü devletin imkânlarını, devletin güçlerini ve de devletin siyasî iktidarın denetlediği imkânlarının ona bu seçimi –ki 25 yıldır zaten aynı anlayış tarafından yönetilen bir şey söz konusu– getirebileceği düşüncesine sahipti herhalde ve bir devlet adamı olarak insanlardan, seçmenden oy istemedi bile, nasıl olsa oyların geleceğini varsaydı. Öte yandan Ekrem İmamoğlu tam tersine doğrudan halka gitti, insanlara dokundu, temas etti, her türlü eleştiriye karşı güldü, gülümsedi, hep alttan aldı, sakin oldu, az sayıda medya imkânına sahip oldu, onun yerine sosyal medyayı öne çıkardı ve bâriz bir başarı elde ederek seçimi kazandı. Burada tekrar gördük ki devlet buna müdahale etti, siyasî iktidar buna müdahale etti, buna izin vermedi, bu seçim başarısının tescillenmesine izin vermedi ve YSK başvurusu üzerinden devlet toplumun –ya da sağ terminolojiyle söyleyecek olursak: Millî iradenin– tecellisinin önüne geçmek istedi. Bu anlamda YSK’daki yedi üyenin tercihinin devletten, dört üyenin tercihinin millî iradeden –ya da benim tabirimle toplumdan– yana olduğunu söyleyebilirim, buna inanıyorum. Dolayısıyla bu gerilim 23 Haziran’da da olacak ve bence dört oyun itiraz olarak çıkması aslında bu toplumsal hareketin Türkiye’de bir şeyleri değiştirmekte olduğu, toplumun arayışlarının artık var olan sisteme daha fazla tahammül etmediği ve sistemi değiştirmek, iktidarı değiştirmeye doğru evrildiğini bu kişilerin de gördüğü anlamına geliyor. Sadece üyeler için geçerli değil bu; medyada da uç vermeye başladı, iş çevrelerinde de uç vermeye başladı, hepinizin yanında, çevresinde bu tür insanlar görmeye başlamışsınızdır, ben çok görüyorum; “Ya, bugüne kadar iyiydi, ama belli bir yerden sonra iktidar ya da Reis ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan yanlış yapmaya başladı” şeklinde itirazların geldiğini görüyoruz.

Bu itirazların bir kısmını insanlar bunu yaşadıkları ve buna inandıkları için dile getiriyorlar; ama esas olarak bir dalganın, toplumsal bir dalganın gelmekte olduğunu görüyorlar ve onun dışında kalmak istemiyorlar. Bu anlamda 23 Haziran seçimi gerçekten sistemin, yeni devlet yapılanmasının –isterseniz buna “derin” sıfatını ekleyebilirsiniz– daha ne kadar bu haliyle devam edip edemeyeceği konusunda ciddi bir kuşku olarak görebiliriz. Bunun sonucunda, Binali Yıldırım’ın bir şekilde kazanması söz konusu olabilir, böyle bir ihtimal muhakkak var, oranlar nedir? O ayrı bir tartışma konusu, herkes değişik tahminler yapabilir; ama Binali Yıldırım’ın kazanacak olması –diyelim ki kazandı– bu toplumsal dalganın, bu toplumsal arayışın, itirazın, değişim arzusunun bittiği, yok olduğu anlamına gelmeyecek, en azından belli bir süre için belki katkı sağlayabilecek. Ancak Binali Yıldırım 31 Mart öncesi yapmadığı her şeyi yapıyor; 31 Mart öncesinde biliyorsunuz kampanyayı Cumhurbaşkanı Erdoğan yürüttü. Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan geri planda duruyor, ne kadar dayanabilecek? Açıkçası çok emin değilim, bir yerde yine mitinglere başlayacaktır İstanbul’da; ama Binali Yıldırım’la nihayet bir yerel seçim kampanyası yapmaya başladı Adalet ve Kalkınma Partisi. Bu anlamda seçimin kaderini devletin değil; seçmenin, yani halkın, yani toplumun, yani millî iradenin belirleyeceğini kabul etmek zorunda kaldılar, bu da önemli bir gelişmedir. Burada tabii ki özellikle seçmenin; bir Ekrem İmamoğlu’na oy veren seçmenin, bir de AKP’ye Binali Yıldırım’a oy vermesi beklenirken diyelim ki sandığa gitmeyen ya da gidip geçersiz oy kullanan seçmenin duruşu tabii ki önemli oldu. Ama ben 31 Mart seçim sonuçlarından AKP’nin, Erdoğan’ın ve Binali Yıldırım’ın ve diğerlerinin ve onların müttefiklerinin gereken –yani kendileri için gereken ve bir anlamda Türkiye içinde gereken– dersleri çıkarttıklarından çok emin değilim. Çünkü bir yerde, baktığınız zaman, hâlâ özellikle o son dört-beş yıl hakim kalan, yukarıdan bakıcı, kibirli dilin, mesafeli dilin hâlâ çok ciddi bir şekilde egemen olduğunu görüyoruz — siyasî iktidara baktığımızda bunu görüyoruz. Öte yandan Ekrem İmamoğlu, önüne çıkartılan bütün engellere rağmen 31 Mart öncesi çizgisini pek değiştirmiyor gibi gözüküyor. 

23 Haziran’da yapılacak İstanbul seçimlerine çok kısa bir süre var. Bu süre içerisinde AKP’nin ve Binali Yıldırım’ın devletten topluma tekrar transferi mümkün olabilecek mi? Bunu göreceğiz. Anlık bir geçişi gerçekleştirseler bile orada kalabileceklerini açıkçası çok sanmıyorum. Bu anlamda Bekir Ağırdır’ın buradaki yayınlarda birçok kez tekrarladığı gibi, AKP’yi AKP yapan örgütlenmenin ve belediyelerin artık eski güçlerinin olmadığı, AKP’nin fonksiyonsuz bir partiye, bir aile şirketine dönüşmüş olduğu gerçeği ortada. Zaten geçen yaptığımız, değindiğimiz, Star gazetesinde çıkan ve kaldırılan röportajda da teşkilat başkan yardımcısı Azmi Ekinci özel olarak bunu vurguluyordu; örgütle, tabanla parti yönetimi, belediye yönetimleri arasındaki mesafenin alabildiğine açıldığını, kayırmacılığın alabildiğine görünür hale geldiğini ve rahatsızlık yarattığını, yani sonuçta AKP iktidarının parçalarının, önde gelen kadrolarının yıllardır eleştiregeldikleri sistemin bir parçası ve yararlanıcısı oldukları ve bu yararlanmayı sürdürebilmek için de halkla aralarında bâriz bir şekilde mesafe koyduklarını ve bu yüzden kaybettiklerini söylüyordu. 

Buradan geriye dönüşün olabileceğini açıkçası çok fazla sanmıyorum, hele ki Ahmet Davutoğlu’na, Ali Babacan’a atfedilen yeni parti iddiaları muhtemelen 23 Haziran sonuçlarına göre iyice şekillenecektir, bu iddialar hayata geçerse zaten AKP’nin işi iyice zor olacaktır. Sonuçta devletle toplumun arasında geçen kabaca ama –tekrar söylüyorum– devleti temsil eden, sistemi, iktidarı koruma iddiasındaki Binali Yıldırım, Tayyip Erdoğan ve diğerlerinin arkasında belli bir toplum desteği olduğu gerçeğini hiçbir zaman reddetmemek lâzım. Ama o toplum artık geçmişte olduğu gibi değişimi değil statükoyu seçmiş, seçmek durumunda kalmış bir toplum ve bu yüzden de aslında kendi pozisyonundan rahatsız olan bir AKP tabanı görüyoruz. İleriye doğru değil; geriye doğru giden bir AKP görüyoruz. Bunu aşabileceklerini açıkçası çok fazla sanmıyorum. Ama şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Şu anda bahsettiğim toplumsal dinamik değişim arayışına Ekrem İmamoğlu’nun çok ciddi bir şekilde ayak uydurabildiğini görüyoruz ve bu anlamda prestiji ve desteği her geçen gün bence artıyor. Bunu sürdürebilmek o kadar kolay bir şey olmayacak, dolayısıyla Ekrem İmamoğlu 23 Haziran’da kazanırsa ya da kaybederse her halükârda 23 Haziran sonrası Türkiye’nin en önemli siyasî aktörlerinden birisi olacak kendisi, bunu herkesin kabul ettiği kanısındayım. Ondan sonra nasıl bir yol izleyeceği; ister İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak, ister belediye başkanlığı devlet eliyle kendisinden gaspedilmiş ama CHP’nin önde gelen bir figürü olarak nasıl bir yol izleyeceği, nasıl bir ekiple hareket edeceği, hangi stratejileri ve söylemi benimseyeceği çok önemli olacak. Yani şöyle söylemek mümkün değil: “Bir tarafta AKP var, Erdoğan var, onun karşısına Ekrem İmamoğlu çıktı İstanbul’da en azından, Ekrem İmamoğlu başarılı oldu, demek ki bundan sonra Ekrem İmamoğlu bu işi götürecek.” Bu kadar basit değil. 23 Haziran’dan sonra Türkiye’yi çok daha karmaşık bir sürecin beklediği kanısındayım ve burada Ekrem İmamoğlu’nun –tekrar söylüyorum– kazansa da elinden belediye başkanlığı alınsa da –kaybetse de bilmiyorum, o bir kere kazandı zaten– elinden belediye başkanlığı 23 Haziran’da alınmış olsa da önemli bir siyasî figür olarak Türkiye’nin gerçekten geleceğine damga vuracak önde gelen isimlerden birisi olacak. Ama dediğim gibi onun 23 Haziran sonrası performansı Türkiye’nin yakın tarihinde çok önemli olacak. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.