Merhaba sevgili izleyiciler. Bu yayında dünyaca ünlü bir yazarımızı, Elif Şafak’ı ağırlıyoruz. Son romanı “On dakika 38 saniye” mayıs ayında Doğan Kitap’tan çıktı. Bu vesile ile kendisiyle edebiyattan siyasete söyleşmek istedik.
Yayına Hazırlayan: Zeynep Duru Güzelil
Hoşgeldiniz. Ben kitabı okudum nedenini biliyorum ama sizden öğrensin isterim izleycilerimiz; kitabın adı neden “10 dakika 38 saniye” ve kısaca konusuna değinir misiniz?
Çok ilginç bilimsel araştırmalar var. Kalp durduktan sonra, ölüm anından sonra beynin çalışmaya devam ettiğine dair ilginç bilimsel araştırmalar var. Bu araştırmalar gösteriyor ki beynimiz kalp durduktan sonra birkaç dakika daha çalışmaya devam ediyor. Hatta Kanada’da doktorlar on dakika kadar bu beyindeki faaliyetin devam ettiğini gözlemliyorlar. Ben de kendi 38 saniyemi ona eklemek istedim. Ve galiba irdelemek istediğim soru şuydu: Beyinde neler oluyor o kadar kısıtlı zaman içinde? Eğer hatırlıyorsak geçmişi, ne hatırlıyoruz? İyi şeyleri mi kötü şeyleri mi? Bir romancı için çok ilginç bir konu bu, ve aynı zamanda romanın yapısını da veriyor. Çünkü 10 dakika 38 saniye içinde bir karakterin bir sürü yolculuğunu ve hayat hikayesini anlatmak benim için önemliydi. Ve her saniye önemliydi her saniye değerliydi yazarken.
10 Dakika 38 saniyelik o süre, “ölmeden önce bir film şeridi gibi geçti hayatım gözlerimin önünden” deyişini hatırlatıyor. Çünkü Tekila Leyla adlı baş karakterinizin1947’den 1990’a kadar uzanan hayat hikayesini izliyoruz onun anımsamalarıyla. Van’dan İstanbul’a bir yolculuk. Olay örgüsü, başına gelenler ve çevresindeki insanlar üzerine bir roman. Peki ben şunu sormak istiyorum şimdi: Kitabı “İstanbullu kadınlara ve ezelden beri dişi bir şehir olan İstanbul’a” adamışsınız, ithafınız böyle. İstanbullu kadınlar ve dişi şehir İstanbul için neler söylemek istersiniz?
Ben bunu çok önemli buluyorum. Bugün İstanbul’da sokaklarda yürüdüğümüz zaman, özellikle akşam saatlerinde şehrin meydanlarında yürüdüğümüz zaman, kahvehanelere baktığımız zaman hep erkek egemen bir kamusal alanımız var. Ama şunu hatırlamak önemli: Bu şehirde biz de varız, biz kadınlar. Kamusal alanda ben kadınların görünür bir şekilde yer almasını, eşit bir şekilde yer almasını çok önemsiyorum. Cinsiyet eşitliğini çok önemsiyorum. Keza azınlıkların da kamusal alanda çok özgürce, iç içe yer alabilmelerini önemsiyorum. Bakarsak, hatırlarsak, ta Osmanlı’ya kadar, aslında Osmanlı öncesi Bizans döneminde de hep İstanbul “dişi” şekilde tasvir edilmiş. Ya bir kadın olarak düşünülmüş ya da tanrıçalarla özdeşleştirilmiş. Daha dişi unsurlarla özdeşleştirilmiş. Biraz o geleneği de hatırlatmak istedim. Yani edebiyatı takip edersek aslında hatırlarız ki İstanbul’un özü, ruhu, cevheri dişi. Biz kadınlar da bence o kamusal alanda eşit bir şekilde yer almalıyız. Yaşadığımız süreçte hep özel alana, eve tekrar geri gönderiliyoruz. Bize en önemli rolümüzün annelik olduğu hatırlatılıyor. Kariyerimizin annelik olduğu hatırlatılıyor. Ben cinsel eşitliğe inanan bir insanım ve kamusal alanda kadınların eşit bir şekilde yer alması benim için çok önemli. Onun dışında zannediyorum ne zaman İstanbul’dan ayrıldıysam, hep dişi bir şehir olarak tahayyül ettim ben bu özel şehri. Hep de benimle birlikte geldi İstanbul. Çok da bağlı hissediyorum kendimi. Galiba bütün bunların da izdüşümleri var romanda.
Röportajlarınızda sık sık politikayla ilgili sorulara maruz kalıyorsunuz ve zaten siz de Türkiye gibi ya da Venezüela gibi “yaralı” olarak nitelediğiniz ülkelerde romancıların başka şansı olmadığını da söylüyorsunuz. İstanbul’dan bahsettiğiniz için, İstanbul’daki belediye seçimlerini tabii ki takip ettiniz herhalde. Ekrem İmamoğlu, benimle mülakatında kadın dostu bir şehir vaat etmişti. Gerçi ekibinde kadın olmayışı da epey eleştiriliyor. Ne düşünüyorsunuz bu seçimler ve seçim sonuçlarıyla ilgili?
Ben seçim sonuçlarıyla ilgili görüşlerimi hem İngilizce hem Türkçe hep paylaştım, paylaşıyorum. Aslında seçim sonuçlarını beklemeden de paylaştım. Çünkü biliyorsunuz Ekrem Bey zaten seçilmişti. Zaten çok büyük bir katılımla yerel seçimlerde Ankara, İzmir, İstanbul bütün hemen hemen büyükşehirlerde muhalefetin kazandığını gördük. Ekrem Bey zaten kazanmıştı İstanbul’da. Ben bu seçimlerin iptal edilmesini son derece haksız buluyorum. Hukuksuzca buluyorum adaletsizce buluyorum. Bunu anında dile getirdim.Yeniden yapıldı seçimler, bence son derece haksız bir şekilde. Yeniden kazandı tabii ki Ekrem Bey ve bu sefer çok daha büyük bir açık arayla kazandı. Benim için şu çok öenmli: Biz Türkiye’de liberal, solcu bir demokrasiye hasretiz. İnsanların, hiç kimsenin incinmediği, herkesin eşit bir şekilde söz alabildiği demokratik bir yapıya hasretiz. Ben çoğulculuğu çok önemsiyorum. İnanıyorum ki hayatta hiç kimse çok güçlü olmamalı. Hepimiz insanız. Muhakkak ki güçler ayrılığı olmalı, hukuk devleti olmalı, özgür bir basın olmalı. Türkiye’ye bütün dünyaya aslında bunu gösterdi ki basın ne zaman zarar görse, bu kadar büyük parçalanma yaşasa demokrasi olduğu gibi geriye gidiyor. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Benim için seçim sandığı çok önemli, elbette çok kıymetli ama seçim sandığının yanı sıra başka unsurlar da olmalı bir ülkede. Hukuk devleti, güçler ayrılığı, özgür medya, muhakkak ki özgür bir akademi, kadın hakları, azınlık hakları bütün bunlarda demokrasi yaşayabilir, varolabilir. Benim gönlümden geçen Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye kavuşması. Ekrem Bey’in seçim zaferini de çok önemli buluyorum. İnanıyorum umuyorum ki bu doğrultuda bir mihenk taşı olur. Çünkü biz geriye gittik maalesef.
Sanatçılar olarak konuşmak gerektiğini BBC’ye verdiğiniz mülakatta yinelemiştiniz. Ekrem imamoğlu’nun da bu yönde bir çağrısı olmuştu. Epey icabet eden de olmuştu. Sizin çıkışlarınız, sosyal medyada özellikle başka nedenlerle de olsa, bayağı tepkiyle karşılanabiliyor. Aslında taciz ediliyorsunuz, bildiğim kadarıyla. Zaten hakkınızda açılmış davalar var. Ne kadar etkileniyorsunuz, sizde otosansür duygusu yaratıyor mu? Türkiye’den uzakta olsanız bile?
Bir kere benim Türkiye’den ruhen kalben uzakta olmam mümkün değil. İnsan, fiziksel olarak uzak olsa bile sürekli düşündüğüm, sevdiğim ve kendimi bağlı hissettiğim memleketim benim. Bir de Türkiye’de maalesef şöyle bir algı var: Eğer hükümeti eleştiriyorsanız demek ki memleketinizi sevmiyorsunuz diye suçlanıyorsunuz. Ne münasebet? Niçin böyle olsun? Tam tersine eğer ilgileniyorsanız, canınız acıyorsa başkalarının da yaşadığı haksızlıkları gördüğünüzde tabii ki konuşmalısınız. Ben bu anlamda romancıların bilhassa, sanatçıların bilhassa sessiz kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Bir de öyle bir hale geldi ki mesela diyorlar ki “Sanat siyasete karışmasın”. İyi hoş da siyaset sanata karışıyor. Biraz da bunu konuşabilir miyiz? Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki dünyaca ünlü karikatür sanatçılarımız hapse atılabiliyorsa, tiyatro sanatçılarımız üzerinde bir baskı varsa, akademisyenlerimiz işlerini yitirebiliyorlarsa, romancılar soruşturmadan geçebiliyorsa ya da dava açılabiliyorsa siyaset esas sanata karışıyor. Biraz da bunu konuşmamız lazım. Velhasıl şunu söylemeye çalışıyorum: İnsan eğer seviyorsa, önemsiyorsa ve daha iyi olsun istiyorsa memleketi, o zaman eleştirel konuşur. Hükümeti eleştirmek memleketi sevmemek demek değildir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Son romanınızda da “Türkiye’nin yalnızlaştırdığı bir kadının hikayesi” ifadesini kullanmışsınız. Ben etkilendiğim için alıntılıyorum. Bir kadın olmanızın bu kadar çok eleştirilmenizde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Yani eleştiri konusunda da saldırganlık konusunda da kadınlarla erkekler arasında eşitsizlik var mı?
Elbette olmaz olur mu! Türkiye çok ataerkil bir ülke. Türkiye cinsiyet ayrımcılığının maalesef çok derine işlediği bir ülke. Aynı zamanda çok homofobik bir ülke. Türkiye’de farklı olmak zor. Ve demokrasiyi yitirmek zaten bunu daha da perçinler. Demokrasiyi yitirmiş ülkelerde farklı olmak iyice zorlaşır. Herhangi bir sebepten dolayı farklı iseniz, bu sizin etek giymeniz olabilir, siyasi görüşünüz olabilir, duruşunuz olabilir, cinsel kimliğiniz olabilir. Herhangi bir şekilde “öteki” olarak adalndırıldığınız noktadan itibaren hayat daha zordur Türkiye’de. Onun için ben ötekilerin, ötekileştirilen insanların birbirlerini desteklemelerini ve dayanışma göstermelerini çok önemsiyorum. Kız kardeşliği de çok önemsiyorum. Ben iki kadın tarafından yetiştirildim. Dul ve çalışan bir anne tarafından büyütüldüm. Benim için feminizm her zaman önemli oldu, kadın erkek eşitliği her zaman önemli oldu. Ama ben cinsiyet eşitliğini çok daha geniş bir şekilde düşünen bir insanım. Ataerkilliği her zaman eleştirdim. Ataerkil zihniyetleri her zaman eleştirdim. İnanıyorum ki biz kadınlar bölündüğümüzde bundan esas ataerkillik karlı çıkıyor. Şimdi sorunuza tekrar gelecek olursam tabii ki kadın gazeteci erkek gazeteciden çok daha hoyratça eleştiriliyor. Tabii ki kadın edebiyatçı erkek edebiyatçıdan çok daha hoyrat bir dille eleştiriliyor. Hangi alanda olursak olalım kadın siyasetçiler de veya siyasetin farklı aşamasındaki kadınlar da dikkat ederseniz çok daha hoyratça eleştiriliyor. Velhasıl bizim toplumumuzda biz ancak kadına yaşlanınca saygı duyarız. Çünkü artık onu o noktada kadınsı algılamıyoruz. Ama o yaşlılık mertebesine gelene kadar kadına saygı duymayan bir yapımız var. Siyaset de bunu maalesef daha da hoyratlaştırdı. O yüzden ben bunu kişisel görmüyorum, ataerkil ülkelerde maalesef böyledir. Türkiye’de kadın romancıyla erkek romancıya farklı davranılır. Bakarsanız kadın romancı her zaman daha çok küçümsenir, hep tepeden bakılır ona. Erkek romancının hiç kimse cinsiyetini umursamaz, ona romancı olarak bakılır. Ama kadın romancı öncelikle kadındır toplumun gözünde, bilhassa siyasi ve kültürel elitin gözünde. O yüzden bizim işimiz kadınlar olarak daha zor. O yüzden birbirimize destek olmak zorundayız.
Bu romanınızda aslında tabii ki bir kadın dayanışması da var ama demin de söz ettiğiniz toplumun ötekileştirdiği kesimlerin kendi aralarında kurmuş olduğu dostluğa da değiniyor, dayanışmaya da değiniyor, çok sınırlı imkanları olmakla birlikte. Bunu da seyircilerimize hatırlatmak istedim. İki sorum daha olacak tekrar edebiyata dönmek istiyorum. İngilizce neden yazıyorsunuz diye sormayacağım bunu size çok soruyorlar, açıklıyorsunuz nedenini. Bu kitabı da İngilizce yazmışsınız ama şunu sormak istiyorum: İngilizce yazmakla Türkçe yazmak, iki dilin yapısı nedeniyle düşünce biçimlerinin farklı oluşu nedeniyle fark ettiriyor mu?
Fark ettiriyor elbette. Ben yaklaşık 15 senedir, 15 sene oldu neredeyse Araf ilk İngilizce yazdığım romandı. Ondan önceki romanları Türkçe kaleme aldım. Ama hatırlarsanız Türkçe yazarken de her zaman dilin sınırlarını sorgulayan bir insanım ben. Türkiye’de her konu olduğu gibi bu konu da maalesef politikleştirilir. Hatta şöyle bir algı vardır: Eğer liberalseniz, demokratsanız, ilerici düşünüyorsanız, solcuysanız, modernseniz daha yeni kelimeler kullanmanız beklenir. Daha muhafazakarsanız daha eski kelimeler kullanmanız beklenir. Ben bunu hiçbir zaman anlamadım. Ben romanlarımda Türkçe yazarken de her zamandile yönelik özen vardır. Ve ben eski kelimeleri de çok sahiplenen bir insanım. İnanıyorum ki dil organik olmalı. Ama galiba şunu söylemeye çalışıyorum, dil benim için araç değil. Yani kullanıp köşeye attığım bir şey değil. Ben dilin içinde nefes almayı seviyorum. Ve zamanla şunu fark ettim, İngilizceyle benim bağım belki daha zihinsel, Türkçeyle bağım çok daha duygusal, çok daha kalben. Çok eleştirildim İngilizce yazmaya başladığım zaman. Hatta şöyle garip yazılar çıktı: Artık ona Türk yazarı diyemeyiz diye iddialarda bulunanla oldu. Ne münasebet? Bence öyle bir çağda yaşıyoruz ki çok dille olabiliriz, birden fazla dilde rüya görebiliriz görüyoruz da zaten. O yüzden ben iki dilde yazmayı seviyorum ve bu kolay bir iş değil. Çünkü İngilizce yazıyorum, sonra profesyonel çevirmenler tarafında Türkçe’ye çevriliyor. Uzun yıllardır Omca Korugan ile birlikte çalışıyorum. Kendisine çok teşekkür borçluyum. Ama o bitirdikten sonra sağ olsun bana veriyor çevirisini ve ben çeviriyi yeniden şekillendiriyorum. Yani aslında İngilizcesi de Türkçesi de bir anlamda orijinal. Benim dilimden, benim kalemimden çıkmış, benim kelime dağarcığımla şekillenmiş oluyor. O yüzden galiba şöyle toparlayabilirim her zaman ben dili önemsedim. Özellikle Türkiye’nin romancılığında biraz dil ötelenir, şiirde daha çok önemsenir. Ama benim için her zaman önemli oldu. Belki şunu fark ediyorum zamanla: Eğer hüzün varsa yazılarımda, daha melankoli varsa hasret varsa bu tür duyguları Türkçe ifade etmek daha kolay geliyor. Ama mizah, özellikle ironi, daha kolay geliyor İngilizce ifade etmek. O da ilginç geliyor bana yani her iki dile de farklı şekillerde bağlı hissediyorum kendimi.
O zaman son soru olarak da şunu sorayım: Sanırım Pinhan’dan, ilk romanınızdan, bu yana edebiyattaki 25. yılınız, bir kere tebrik edelim çeyrek asır. Bravo diyelim, üretken bir yazarsınız. Bu süreçte bundan sonrasına ilişkin yeni bir çalışmanız var mı? Ve nasıl bir değişim yaşadınız?
Doğru, 25 sene oldu kitaplarım yayınlanmaya başlayalı. Ama tabii benim edebiyata olan ilgim, merakım ve ihtiyacım aslında çocukluğuma kadar gidiyor. Kitaplar benim her zaman en yakın dostum oldu. Ben çok yalnız bir çocukluk geçirdim, çok içe kapanıktım. Hala da öyleyimdir. Kitaba olan ihtiyacım, yazmaya olan aşkım ve tutkum o başka bir şey. Ben günün birinde hiç yayınlamamayı da tercih edebilirim ama zannetmiyorum ki yazmaktan veya okumaktan vazgeçeyim. Şuna çok inanıyorum: Yazarların öncelikle birer okur olmaları gerekiyor. Bizim devamlı okumamız lazım. Sadece roman okumak da değil, her konuda. Siyaset de okumalıyız, tarih de okumalıyız, felsefe de okumalıyız. Bazen mesela mimariyle ilgili bir şey yazdığınızda mimarlar diyorlar ki “Vay bizim alanımıza girdi” tarihçiler diyor ki “Vay bizim alanımıza girdi”. Hayatın konusu olan her şey romanın da konusudur.