Açık Oturum (201): TCMB’nin faizi Türkiye’nin ekonomisi – Erkin Şahinöz, Haluk Levent ve İbrahim Turhan

Yayına hazırlayan: Tania Taşcıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope’un 201. açık oturumunda karşınızdayız. Stüdyomuzda üç konuğumuz var. Hemen sağımda Prof. Dr. Haluk Levent bizimle birlikte. Hoş geldiniz.

Prof. Dr. Haluk Levent: Merhaba, hoş bulduk.

Pişirici: Merkez Bankası’nın eski başkan yardımcısı ve Borsa İstanbul’un eski başkanı Doç. Dr. İbrahim Turhan bizimle birlikte. Hoş geldiniz. 

Doç. Dr. İbrahim Turhan: Hoş bulduk.

Pişirici: Ve Erkin Şahinöz. Ekonomist Erkin Şahinöz’ü açık oturumlarımızdan ve diğer programlarımızdan da tanıyorsunuz. Hoş geldiniz. 

Erkin Şahinöz: Hoş bulduk. 

Pişirici: Merkez Bankası, yeni başkanının başkanlığında bugün Para Politikası Kurulu’nu topladı. Saat 14:00’te de beklenen politika faizi indirimi duyuruldu. Merkez Bankası’nın politika faizi %24’tü. 425 baz puanlık bir indirimle %19,75’e çekildi. Bunun ne anlama geldiğini, ekonomi üzerindeki etkilerinin ne olabileceğini konuşacağız. Ayrıca genel olarak Türkiye ekonomisini de değerlendirmeye çalışacağız. Türkiye İstatistik Kurumu iki endeks açıkladı. Bir tanesi tüketici güven endeksi, diğeri sektörel güven endeksi. O endekse bakıyoruz, güven yerlerde. O konuya da gireceğiz ve ne olup bittiğine bakacağız. 

Diğer iki konuğum izin verirse önce İbrahim Turhan’la başlayacağım. Bizi izleyen herkes uzman değil. Pek çok da meraklı izleyici var. O nedenle şu sorudan başlamak istiyorum. ‘’Politika faizi’’ dediğimiz şey nedir? Merkez Bankası’nın indirdiği şey nedir? Ne işe yarıyor bu indirdiği, indirmediği faiz?

Turhan: Merkez Bankası’nın temel fonksiyonu, bankaların bankası olmasıdır. Bankalar arası para piyasasını Merkez Bankası yönetir. Bu, gerçekten de işin çok uzmanı olmayan kişiler için anlaşılır bir şey değil. Mesela “gecelik faiz’’ diye bir şey var. “Bir gece için niye ben borç alayım? Bir gece için para bende dursa ne olur, sizde dursa ne olur?’’ diye düşünebilirsiniz. Ama öyle değil. Piyasa likiditesi dediğimiz bir şey var: Bankalar mevduat topluyorlar. Yurtdışından ya da yurtiçinden çeşitli kanallarla borçlanarak bir kaynak oluşturuyorlar. Kendi sermayeleri var. Topladıkları bu parayla da kredi veriyorlar. Kredi, uzun dönemli bir yatırım aslında. Verdiğiniz krediyi iki yıl, üç yıl, konut kredisi verdiyseniz 10 yıl, yatırım kredileri daha uzun olabiliyor. Veya bununla bir tahvil almışsınızdır ki onun da bir vadesi var. Erkin bey de bankacı olması hasebiyle bilecektir, Türkiye’de mevduatların ortalama vadesinin en yüksek olduğu dönem, benim Merkez Bankası’nda çalıştığım yıllarda 60 güne yaklaşmıştı. İki ay bile değil, 60 günün altındaydı. Ama genellikle 1,5 aydır. Şu anda ise 30 günlere düşmüş olduğunu tahmin ediyorum. Şöyle düşünün: Siz parayı vermişsiniz. Para orada üç yıl, beş yıl kalacak. Ama diğeri 30 günde bir dönecek. Bu ikisi her zaman birini tutmaz. Dolayısıyla sizin likiditeye ihtiyacınız olur. Ya da günlük yapacağınız işlemler için de likiditeye ihtiyacınız olur. Normal şartlarda bankalar bu likiditeyi birbirlerinden borç alır. Bankalar arası para piyasası dediğimiz şey, herhangi bir sebeple elinde fazla likiditesi olan banka, likiditesi az olana borç verir. Burada bir göstergeye ihtiyacımız var. Yani buradaki fiyat ne olacak? O fiyatı belirleyen, yani çok kısa vadeli para piyasası fiyatını belirleyen kurum Merkez Bankası. Nasıl belirliyor bunu? ‘’O kısa vadeli dediğiniz şeyin kökü bende. Ben istediğim kadar bundan yaratabilirim. Onun için de benden teminat karşılığı borç almak isteyene %24’ten parayı veririm. Elinde fazla parası olan da bana getirirse onu da %21’den alırım’’ diyor. Böyle olunca, demek ki bu piyasada faiz %21’in altına düşemez. Çünkü başka birine götüreceğime Merkez Bankası’na götürürüm. %24’ün de üstüne çıkamaz. Başka birinden alacağıma Merkez Bankası’ndan alırım. Peki, bu neyi belirliyor? Bu, bankaların fonlama maliyetini belirliyor. Genellikle bu likit fonlar kısa vadeli sermaye piyasası yatırımlarının, mesela tahvillerin, bonoların finansman maliyetine taban oluşturuyor. Mevduat biraz daha uzun vadeli ama onun için bir gösterge oluyor. Sonuç olarak bu, bir yerde gösterge niteliğinde bir şey. Aslına bakacak olursanız günlük hayatımızda sizin benim bu işlerle hiç işimiz olmaz. Bu bankaları ilgilendiren bir şey. Ama bankalar dolayısıyla tahvil fiyatlarını, bankalar dolayısıyla kredi ve mevduat faizlerini dolaylı olarak etkileyen bir şey. Merkez Bankası şunu biliyor: Piyasa dinamiklerinde uzun vadeli faizler arz ve talep tarafından belirlenir. Ama kısa vadeli faizleri Merkez Bankası belirler. Merkez Bankası orada kraldır ne derse olur. Kısa vadeli faizler de dolaylı olarak uzun vadeli faizleri etkilediği için Merkez Bankası’nın böyle bir rolü var.

Pişirici: Bu indirilen faiz, AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘’İndirin’’ dediği faiz değil mi?

Turhan: Evet.

Pişirici: Bu faizi indirmekle ne murat ediliyor bu işten? Bu faiz inince memlekette hayat pahalılığı mı duracak? Enflasyon mu düşecek? Daha zengin mi olacağız? Ne olacak bu faiz inince?

Turhan: Aslında orada bir düşünce hatası var. Tabii haksızlık da yapmayalım, bu, bütün dünyada üç aşağı beş yukarı böyle. Siyaset kurumu genellikle şöyle düşünüyor: ‘’Merkez Bankası’nın elinde çok büyük bir güç var. Onlar her şeye muktedirdir.’’ Dolayısıyla o faizi indirince, ekonomideki bütün faizler iner. Faizler inince tüketim artar. Kredi maliyeti düşer, yatırım artar. Hem tüketim artarsa, hem yatırım artarsa milli gelir artar. İnsanlar daha mutlu olur, daha çok iş, daha çok aş olur. Hepimiz el ele tutuşup bir sevgi yumağı oluşturabiliriz. Varsayım bu. Merkez Bankası indirdi diye faiz düşecek olsa ekonomi yönetimi diye bir şeye gerek kalmaz. Keşke o kadar kolay olsa. Ama iş öyle değil. Bazen öyle olur ki Merkez Bankası faizi yükseltir. ‘’Enflasyon dinamiklerinin canlandığını gördüm, ben buna izin vermeyeceğim’’ diye yükseltir. Yani ‘’Cebinizdeki paranın namusunu koruyacağım’’ der. Merkez Bankası kısa vadeli faizi yükseltince insanlar ‘’Demek ki bu ülkede bağımsız, gerçekten vazifesinin bilincinde, doğru hareket eden bir Merkez Bankası var’’ diye düşünür. Dolayıyla burada enflasyon olmaz. Bir ülkede uzun dönemde enflasyon olmayacaksa, kredi faizi gibi uzun dönemli faizler tam tersine aşağı düşebilir. Ya da tersine, Merkez Bankası faizi anlamsız bir biçimde olması gerekenin altına düşürdü diyelim. Bu ne demek? ‘’Ben bankalara çok ucuz para vereceğim.’’ Bankalar ucuz parayı bulunca dağıtacak. Tüketim artacak. Oysa ekonominin kısa vadede üretimi o kadar artırmasına imkân yok. Ya da bu kadar çok açığa çıkan para ekonomide aşırı bir ısınmaya sebep olacak. Dolayısıyla maliyetler artacak, dolayısıyla fiyatlar artacak, dolayısıyla enflasyon artacak. Böyle olacaksa da, uzun vadeli faizler bırakın düşmeyi, tam tersine yükselebilir de. Dolayısıyla burada her zaman bire bir ilişki yok. Onun için yapılması gereken ki bu da insanlık tarihi, deneye yanıla, birikimiyle bulduğu şey, diyor ki: ‘’Merkez Bankası gerekli bir kurum. Ama bunun çok da yönlendirici bir etki yapmaması lazım. Ekonomide gereksiz yere bir dalgalanma olacaksa bunu önlesin.’’ Lüzumsuz yere çıkacak bir şeyin o kadar çıkmasını önlesin. Ya da lüzumsuz yere düşecek bir şeyin o kadar düşmesini önlesin. Ama Merkez Bankası kanalıyla para üzerinden kalıcı bir etki yaratmak mümkün olmaz. 

Pişirici: Erkin Şahinöz’le devam edelim. Bu 425 baz puan beklenen bir şey miydi? Gerekli miydi ya da yeterli miydi? ‘’Arkası gelebilir’’ deniyor. Gelir mi? Piyasa buna ne tepki verdi? Anlayabileceğimiz bir şekilde tane tane anlatsanız. 

Şahinöz: İbrahim başkan çok güzel anlattı. Ben yorumlara bakıyorum, toplantıdan önce, sahaya oyuncu dizer gibi formüller ortada dolaşıyor: 4+2+2 ya da 4+3+3 filan. Toplantı bitti, birkaç yoruma denk geldim. Başkan görevden alındı ya, yorumlardan bir tanesinde şöyle diyordu: ‘’Merkez Bankası kredibilitesine ikinci darbe.” Ben buna katılmadığımı belirttim. Birincisi, olmayan şeye darbe yapamazsınız. İkincisi, faiz indirimi için bir zemin vardı. Bunu hepimizin kabul etmesi lazım. Çünkü piyasa faizini iki şey belirliyor. Bir tanesi, gelecekteki enflasyon, artı, ekonomideki riskler. Şu an resmi rakamlara göre konuşuyoruz. Sokak enflasyonunun resmi enflasyondan çok daha yukarıda olduğunu herkes biliyor, bunu konuşmaya bile gerek yok. Ama %15 civarında olan enflasyonun baz etkisinden dolayı Eylül, Ekim ayı gibi yüksek tek hane veya düşük çift haneye düşme ihtimali var. Burada beş puanlık bir enflasyon düşüşü var. Bu kalıcı olmayacak, tekrar %13-15’e tırmanacak, o ayrı bir konu. Enflasyon faizin düşmesine izin veriyor. Çünkü faiz, enflasyonla riskin toplamı. Riskte düşüş var mı? Onu da yabancıların Türkiye’ye nasıl baktığını bize gösteren, CDS (Credit Default Swap-Kredi Temerrüt Takası) denilen göstergedir. Yabancılar Türkiye’yi riskli mi görüyor, risksiz mi görüyor, bir tür kasko primi. Halen çok yüksek olmakla birlikte orada bir miktar düşüş var. Bu S-400 konusunda negatif beklentiler bir miktar daha törpülendiği için birkaç hafta öncesine göre bir miktar düşüş oldu. Dolayısıyla faizin indirilebilmesi için bir ortam var. Ama İbrahim başkan demin çok güzel söyledi. Siz Merkez Bankası olarak, öyle zamanlar vardır ki faizi indirirsiniz, piyasa faizlerinin -bırakın yükselmesine- düşmesine neden olursunuz. Piyasa faizinden de kastım; benim bankaya gittiğimde aldığım taşıt kredisi veya konut kredisinin faizi. Formülün bu tarafındaki toplamın ima ettiğinden daha fazla indirim yaparsanız o zaman sıkıntı olur. 

Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal güçlü başladı. İsmiyle müsemma davrandı bu toplantıda. Güçlü başladı ama bu şöyle ters tepebilir: S-400 konusunu unutmamak lazım. Tamam, Trump bizden yana, ticari davranıyor, dostane davranıyor gözüküyor ama olaya Pentagon’un gözüyle bakalım. Pentagon’un dediği şu: ‘’Türkler S-400’leri aldılar. Şimdi Hindistan, Mısır ve Suudi Arabistan da kıpırdanıyor. S-400’leri alma konusunda niyetleri var.’’ NATO Genel Sekreteri ‘’Bu alım NATO ile uyumlu değil ama Türkiye’nin egemenlik hakkıdır’’ dedi. Dışarıdan okuyunca ‘’Bize hak verelerin sayısı artıyor’’ diyoruz. Diğer taraftan, Fransa Savunma Bakanı ABD’de bir konuşma yaptı ve ‘’NATO’nun askeri envanterinin %90’ı ABD’ye bağlı. Avrupa ABD’ye bu kadar bağımlı olamaz’’ dedi. Dikkat edin, NATO’nun içinde ve dışında S-400’e göz kırpanlar var. Pentagon ‘’Ben Türkiye’nin yaptığına kayıtsız kalırsam, bu çorap söküğü gibi gidecek. Ben bundan korkuyorum’’ düşüncesinde. Hepimiz şunu fiyatlıyoruz: F-35’i vermediler. Savunma sanayine yönelik teknik ambargo geldi. Bu zaten fiyattaydı. Ben buna ‘’Siyah Karga’’ diyorum Gerçekleşme ihtimali yüksek olan da o oldu. Ya gerçekleşme ihtimali çok düşük gibi gözüken ve şu an fiyatlarda olmayan ‘’Beyaz Karga’’ çıkarsa karşımıza? İşte bugünkü faiz indirimi aslında bir zar atmaktır. Yarın, öbür gün karşımıza bir ‘’Beyaz Karga’’ çıkarsa Türk Lirası’nı koruyacak olan o faiz kalkanını kaybettik demektir. Daha korumasız bir Türk Lirası var şimdi. 

Ben şunu beklerdim: ABD, ikinci Johnson mektubunu göndermiş; ‘’Soba sıcaktır’’ diye uyarmış. Bu ambargolarda iki kriter çok önemli: Birincisi, bu ambargoyu ihlal ederken ABD’nin çıkarlarına ne kadar zarar verdiniz? İkincisi, bunu bilerek ve isteyerek mi yaptınız? ABD ikinci Johnson mektubunu yollamış. Uyanıklar, ‘’Türkiye bilerek ve isteyerek yaptı’’ diyebilmek için. Son tarih olarak 31 Temmuz’u da vermişler. Yahu bekleyelim 31 Temmuz’u! Bir sonraki toplantı eylül ayında. Olağandışı bir toplantı yapabilirsiniz, ne olacak ki? Olağandışı toplantılarda faiz artırmadık mı? En azından daha rasyonel olabilirdi. Ben şundan endişelenirim. Umarız olmaz, hepimiz aynı gemideyiz, hepimiz faizlerin düşmesini istiyoruz. Bu ülkede %25’le borçlanan bir şirketin, %25 maliyetle borçlanıp, %35 getiri sağlayacak bir yatırımı yok. Bunların hepsi, borçlarına takla attırmak için bu krediyi çekiyorlar. Hepimiz biliyoruz, durum ortada.  Güven Endeksi geldi. Güveni en güzel şöyle görüyoruz: Vatandaş bankaya koyuyor parasını. Koyduğu paranın %55’ini dövizde tutuyor. Türk Lirası’na güvenmiyor. Türk Lirası’na böyle güvenmezken döviz tevdiat hesaplarına böyle bir yığılma varken, dört puan çok iddialı. Yarın, öbür gün, eylülde, bunu geri almak zorunda kalacağı bir adım atarsa, o zaman büsbütün itibar kaybı olur. Ben bundan dolayı endişeliyim.

Pişirici: Haluk hocam, üniversitelerde ‘’Merkez Bankası’na Giriş’’ ya da ‘’Merkez Bankacılığına Giriş’’ diye bir ders var mı?

Levent: Para politikası gibi dersler var. O derslerde Merkez Bankası’ndan bahsediliyor tabii. 

Pişirici: 6 Temmuz’da Murat Çetinkaya’nın görevden alınmasıyla başlayıp bugün faiz indirimiyle sonlanan bu süreci öğrencilerinize anlatmak gerekse, bunu nereye oturtursunuz? Teoride nereye oturur? Öğrencinin neye dikkat etmesi gerekir? Bu çok yaşanan bir şey midir?

Levent: Tabii ki çok yaşanan bir şey değil. İki değerli konuğumuzun bahsettiği meseleler var. Belki bu ikisini bir arada değerlendirerek bu soruyu yanıtlamakta fayda var. Ekonomide kurular çok önemlidir. Merkez Bankası da bu kurumların en önemlilerinden bir tanesi. İbrahim Bey’in de söylediği gibi, Merkez Bankası’ndan beklentimiz, esas itibariyle fiyat istikrarını korumak. Ekonomide kötü giden bir şeyi düzeltmek, uzun dönemde refahı artıracak birtakım işlemler yapmasını beklemek doğru değil. Sadece, fiyatlarda bir dalgalanma söz konusu olursa, -döviz kuru ikinci plandadır- bu dalgalanmanın boyutunu iktisadi karar birimlerinin karar verirken zorlanmayacağı bir seviyede tutmaktır. Sadece bununla sınırlı. Bunu nasıl yapabilir? Tabii ki attığı her adımın, gönderdiği her sinyalin, kurumda çalışan her insanın, yöneticilerin liyakatli ve konuyu bilen insanlar olduğunu, bağımsız karar verdiklerini… Çünkü hükümetlerin amacı tamamen farklı. Onlar refahı yükseltmek için gerekli tedbirleri almakla sorumlular. Bunun için çeşitli politikalar uygulamak zorundalar. Merkez Bankası bu istikrarla kendisini sınırladığı ölçüde uyumlu davranmak durumunda ama gerekirse, bu istikrarı korumak adına karşı çıkmak durumundadır. Dolayısıyla liyakatli ve bu anlamda bağımsız davranan bir yönetim olduğunu göstermesi gerekiyor. Siz, Merkez Bankası Başkanı’nın görev süresinin dolmasına bir yıldan az bir süre varken onu görevden alırsanız, zaten hükümet olarak yurtiçi ve yurtdışı bütün piyasalara ‘’Ben Merkez Bankasını bir daire başkanlığı seviyesine indirdim. Ben ne dersem onu yapacak’’ mesajını vermiş oluyorsunuz. Dolayısıyla burada diğer bütün her şeyin hiçbir anlamı kalmıyor. İstediği kadar bilgili, liyakati yüksek insanlar olsun, siz hükümet olarak bu mesajı verdiğiniz andan itibaren, onların almış olduğu doğru, yanlış bütün kararlar… Bir de tersten düşünmek lazım; hükümet de burada önemli bir risk almış oldu. Bundan sonra bir yanlış yapılırsa, bütünüyle her kararın iyi ya da kötü sonucu -ki ben de Erkin beye katılıyorum, kötü olma ihtimali yüksek olacak. Yakın bir zamanda faizi tekrar yükseltmek durumunda kalmaları büyük bir ihtimal- ve bunun siyasi sonuçları mutlak olarak hükümete kalmış olacak. Dolayısıyla bu bakımdan çok açıklanabilecek bir şey değil. Kurumların çalışmama meselesi zaten Türkiye’deki ekonominin en temel problemi. Sadece Merkez Bankası ile de sınırlamamak gerekiyor. Daha önceki programlarımızda da bahsettik, faizle ilgili edilen laf mesela, bir maliyet unsuru olarak görülmesi. Biz ekonomiye girişte bunu anlatıyoruz: Faiz bir faktörün geliridir, dolayısıyla bunu sıfır olması söz konusu değil. Niye o zaman o faktörün sahipleri faktörlerini elinde bulundursun? Bir getiri elde etmek zorundalar. Sonuçta bunun makul bir seviyede kalması için çeşitli önlemler alınabilir ama sıfır olmasını beklememek gerekir. Eğer siz onu maliyet olarak görüyorsanız, o zaman orada ideolojik bir durum vardır. Ve ilk defa bir kamu belgesinde yazılı olarak bu mevcut. Onu kimin yazdığına da baktık. Onu yazmayacak adamlar o raporun müellifi. Dolayısıyla onun arkasında gerçekleşen bir mesele, bir süreç var. Aslında bir deklarasyon bu. O planın başka da bir işlevi yok gördüğümüz kadarıyla. Bunu da düşünmemiz gerekiyor. Bütün bunlar da, hükümetin bir bütün olarak temel problemlere uzak kaldığını bir kez daha gösteren bir dönemde olduğumuzu anlatıyor. 

Pişirici: Para Politikası Kurulu kararını üçünüzün de okuduğunu varsayıyorum. Her ne kadar daha sonra ayrıntılı bir metin açıklanacak olsa da, ilk açıklanan bu metinde ben neye dikkat etmeliyim? Burada benim ilgimi çeken neresidir? Neresi öne çıkıyor? Nasıl okunmalı böyle bir metin?

Levent: Çok standart bir metin olduğunu söyleyebiliriz ama mesela ‘’parasal sıkılaştırma’’ deniyor. Demek ki parasal sıkılaştırma uygulanıyormuş. Bunu çıkartıyoruz. E, şimdi bütçe açığı için öngörülen seviyeyi neredeyse tükettik. Parasal sıkılaştırma uygulanıyorsa, bu nasıl oluyor? İkincisi, içinde bulunduğumuz ortamda parasal sıkılaştırma uygulamak doğru mu? Çünkü sonuçta biz ezberden bildiğimiz son 10-15 krizde olduğu gibi bir durumla karşı karşıya değiliz ki. Sadece enflasyonla uğraşmak durumunda değiliz. Aynı zamanda bir durgunluk meselesi de var. Kredi kanallarının kapalı olması gibi bir mesele var. Bütün bu durgunluk da, kredi kanallarının açılması da, bir parasal tabanda, belli ölçülerde, kontrollü bir şekilde genişleme yaratmak gerekiyor. Fatih Özatay buna ‘’Disiplinli bir disiplinsizlik yapmak lazım’’ diyor. O zaman bu parasal sıkılaştırma meselesinde gördüğümüz böyle bir durum yok. Böyle bir durum varmış gibi sanki kafada vaaz etme durumu varsa, o zaman karşı karşıya olduğumuz meseleyi hiç anlamadıklarını deklare etmiş oluyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken mesele bu oldu. Tabii İbrahim bey daha teknik düzeyde konuyu değerlendirecektir. 

Pişirici: İbrahim bey, bu metinde sizin ilginizi çeken ne oldu?

Turhan: İlginç bir metin. Haluk hoca da Erkin bey de çok iyi bilir, yurtdışında büyük finansal kuruluşların hepsinde ‘’FED Watcher (Merkez Bankası izleyicileri)’’ diye tabir edilen bir ekip çalışır. Bütün ülkelerde, bizdeki Para Politikası Kurulu gibi komiteler var. Mesela ABD’de buna Federal Açık Piyasa Komitesi (Federal Open Market Committee (FOMC) deniyor. Avrupa Merkez Bankası’na ‘’Government Council’’ deniyor. Bizdeki de Para Politikası Kurulu. Para Politikası Kurulu’nun bir önceki toplantıda yapmış olduğu açıklamayı bir tarafa koyar, bir sonrakini de bu tarafa koyar. Bilgisayarlarda metin programlarında ‘’değişiklikleri izle’’ diye bir şey vardır. Tıpkı onun gibi, her açıklamayı ‘’değişiklikleri izle’’ moduna getirir ve der ki ‘’Daha evvel şu kelime varmış. Bu kelimeyi çıkarmış, yerine bu kelimeyi koymuş” ya da “Şu cümleyi tamamen çıkarmış’’, ‘’Şöyle bir değişiklik yapmış’’. Buradan, Merkez Bankası’nın para politikası duruşunun nasıl değişmiş olduğunu anlıyorsunuz. Ne yazık ki, bu elimizdeki metin, daha önceki metinlerden çok radikal bir kopuşu gösteriyor. Bu da anlaşılabilir bir şey. Çünkü Merkez Bankası’nın eylülden beri sürdürdüğü bir çizgi vardı. Şimdi burada radikal bir değişiklik yapıyor. Tamam, onu da anladık. Fakat burada birkaç şey benim dikkatimi çekti. Birincisi, iktisadi faaliyetle ilgili şöyle bir analiz yapıyor: ‘’Ekonomi yavaş yavaş toparlanıyor’’ diyor. Bu güzel bir şey. Çünkü sanayi endeksinde, güven endeksinde, Kredi genişlemesinde, büyüme rakamlarında gördüğümüz ve uzun süredir devam eden bir durgunluk vardı. Bu yavaş yavaş toparlanıyor. Nasıl toparlanacak bu? Ne oluyor da toparlanıyor? ‘‘Her ne kadar küresel büyüme yavaşlıyorsa da -çünkü daha birkaç gün evvel IMF küresel beklentiyi aşağıya çektiğine dair bir açıklama yapmış- bizim ihracatımız artıyor’’ diyor. Büyümeyi destekleyen, bu toparlanmayı oluşturan birinci şey ihracat. Peki. ‘’Bir de turizm gelirlerimiz artıyor’’ diyor. Tamam. Bu da güzel. ‘’Enflasyonda düşüş var. Bu da güveni olumlu etkileyecek. Dolayısıyla biz yavaş yavaş bir toparlanma göreceğiz’’ diyor.‘’Ama bir taraftan da ‘’Biz enflasyonun düşeceğini biliyoruz, ekonominin ılımlı bir şekilde toparlanacağını biliyoruz. Gelişmiş ülkelerin bankaları da ortalığa para saçıyorlar. Hepsini bir arada değerlendirince, yılın 2.yarısında, özellikle işlenmemiş gıda fiyatlarında ve enerji fiyatlarında bize yardımcı olacak bir şeyler olacak, onu da bekliyoruz. Dolayısıyla enflasyon Nisan ayında düşündüğümüzden daha hızlı bir şekilde aşağı gelecek. Mademki enflasyon düşüyor,  benim para politikasını bu kadar sıkı tutmama gerek yok’’ diyor. Haluk Hoca’nın dediği doğru; maliye politikasında aşırı genişlemeci bir durum var ama bizim para politikası… Erkin Bey de söylediği gibi, enflasyon yılsonunda %12-%14 olacaksa, 24 puan faiz hakikaten yüksek. Bir de iktisadi faaliyetin daralmakta olduğu bir dönemde olduğumuzu düşünürsek, hakikaten yüksek. Bunun aşağı gelmesi lazım. ‘’Ben de bunun için faizi düşürdüm’’ diyor. Sizin önünüzdeki kararı okursam daha iyi olacak. Bence en kritik cümle şu çünkü önümüzdeki döneme ilişkin bir şey söylüyor: ‘’Enflasyondaki düşüşün hedeflenen patika ile uyumlu şekilde gerçekleşmesi için para politikasındaki temkinli duruşun sürdürülmesi gerekmektedir.’’Yani ‘’Bu 425 puan indirime rağmen, duruşumuz hâlâ temkinlidir’’ diyor. ‘’Bu çerçevede, parasal sıkılığın düzeyi (yani önümüzdeki dönemde alacağımız kararlar) ana eğilime dair (enflasyonun ana eğilimi bu) göstergeler dikkate alınarak enflasyondaki düşüşün sürekliliğini sağlayacak şekilde belirlenecektir.’’Özetle, ‘’Enflasyon düşmeye devam ettiği müddetçe ben faizi indireceğim’’ diyor. Bize verdiği mesaj bu. Bu mesaj doğru bir mesaj mı? Baktığınız zaman belli ölçüde haklı. Erkin bey de çok güzel bir analiz yaptı. Hem enflasyon düşüyor, hem ülke risk primi iyileşiyor, dünyada para bollaşıyor. Dolayısıyla bu faizin düşmesi lazım. Burada hiç kimsenin bir tereddütü yoktu. Görevden alınan başkan kalsaydı, muhtemelen o da bu ay faizleri düşürecekti. ‘’Önce enflasyon düşsün, düştüğünü herkes görsün, sonra faizi düşürürüz’’ diye bekliyordu. ‘’Faizi bir ay geç düşürdük diye kıyamet kopmaz’’ gibi bir yaklaşımı vardı. 

Şahinöz: Bir de 23 Haziran seçimi vardı. 

Turhan: Tabii, doğru. Dolayısıyla burada bize söylediği ‘’Ben 425 puan düşürdüm ama bu çok değil, merak etmeyin. Enflasyon düşmeye devam edecek. Enflasyon düştükçe ben faizi daha da düşüreceğim.’’ İzin verirseniz, burada Haluk Hoca’nın işaret ettiği konuyu biraz açmak istiyorum. Önemli bir konu çünkü. Enflasyonla, faiz oranı arasındaki ilişkinin doğası. Bunlar birbirini nasıl etkiler? Haluk hocanın çok isabetle vurguladığı gibi, bizim kalkınma planı belgemize ‘’Yüksek faiz enflasyonun sebebidir’’ ifadesi girdi. Tabii ki bir finansman maliyeti diye bir şey var. Hatırlarsanız bunu geçen toplantıda konuşmuştuk, belki o toplantıyı izlemeyenler vardır. Sabrınıza sığınarak o örneği bir daha vereceğim. Diyelim ki faiz %30 olsun. Bir girişimci de buzdolabı üretiyor. Buzdolabının hammadde maliyeti var. Yatırım maliyeti var. İşçiye ödeyeceği ücret var. Bir de üreticinin kârı var. Bunların hepsinin toplamının 100 TL olduğunu düşünelim. Bunu da kredi kullanarak finanse ediyor diyelim. Normalde buzdolabı, kârı dâhil 100 TL’ye satılacaktı. Ama bunu krediyle finanse etti ve %30 da faizi var. Yani krediyi 130 TL olarak ödeyecek. Normalde 100 TL’ye satılacak buzdolabı 130 TL’ye satılıyor. İşte, enflasyon. Suçüstü yakaladık. Dolayısıyla bu faizi düşürsek, enflasyon düşecek. Bunun neden doğru olmadığını şu örnekle anlatalım: Enflasyon aydan aya ya da yıldan yıla, iki dönem arası fiyatların değişimidir, değil mi? Düşünün ki faizler yüksek, %30 diyelim. Önümüzdeki yıl da hiç değiştirmedik faizi. Diğer maliyetler de aynen devam etti. Önümüzdeki yıl da buzdolabını 130 TL’ye satacağız. Faiz değişmediyse, enflasyon sıfır. Faiz arttıysa ne olacak? Bazı buzdolabı üreticileri buzdolabı üretmekten vazgeçecek. Dolayısıyla o kadar işçi çalıştırmayacak, o kadar hammadde almayacak, o kadar enerji tüketmeyecek. Bunlara olan talep azaldığı için fiyatı düşecek. Yani o 100 TL biraz aşağı inecek. Tüketici, daha evvel kredi kullanıp ya da kendi parasıyla o buzdolabını alıyordu. Tüketici bakacak faiz yüksek olduğu için ya kredi kullanmayacak ya da kendi parasını bankaya koymayı tercih edecek. O anlamda talep de aşağı düşecek. Dolayısıyla buradaki mekanizma öyle değil.  Faiz artarsa, enflasyon artmaz. Faizle enflasyon arasında şöyle bir ilişki var, doğrudur; enflasyon beklentisi faizi artırır gerçekten. Ama faiz, enflasyon beklentisi dışındaki sebeplerle yani reel arttığı zaman -ki para politikasının temeli budur zaten- o zaman siz enflasyonu bir sonraki dönem aşağı çekersiniz. Biz önümüzdeki dönem enflasyonun düşeceğini biliyoruz değil mi? Baz etkisi var çünkü. Geçen yıl, aylık üç puan enflasyon görmüşüz. 

Şahinöz: Üç ayın toplamı 11,3 puan. O çıkacak.

Turhan: Bu yıl böyle bir şey olması mümkün değil. İsteseniz de başaramazsınız. Dolayısıyla enflasyon aşağı gelecek. Düşünün, bir sonraki ay ne olacak? Enflasyon aşağı geldi. Biz bu ay ne yapmıştık? Faizleri indirdik. ‘’Gördünüz mü? Faizleri düşürdük, enflasyon da düştü.’’ Bir sonraki ay biraz daha düşecek. “Bak! Ben bunu anlatmaya çalışıyorum işte: Faizi düşürünce, enflasyon da düşüyor.’’ Yani kendi kendini doğrulayan bir şey çıktı ortaya. Açıkçası bunu biraz tehlikeli buluyorum.

Pişirici: Erkin Bey, bu metin size ne söylüyor? Dikkatinizi ne çekti? O kadar önemli mi bu açıklama?

Şahinöz: Söylenmeyenler önemli. İletişimde aslolan söylenmeyenleri duymaktır ya. Az önce İbrahim başkan güzel anlattı. ABD’de FED’in üç-beş paragraflık bildirisi vardır. Toplantı bildirisi gelir, insanlar bir hafta ‘’Onu mu demek istediler? Bunu mu çıkarttı? Bunu çıkarttıysa ne olacak?’’ vs analiz ederler. Söylenmeyenler önemli. Birazdan o konuya geleceğim. Yaptığı hamlede şu da var. Bakın, 24’ten 20 ye indirmedi, 24’ten 19,75’e indirdi. Bu önemlidir. Fiyat etiketlemede 20 TL insanlara daha pahalı gelir. 19,99 ise daha ucuz!

Turhan: 19,00 diye okuyorlar değil mi?

Şahinöz: Evet. 20’nin de altına indi. 

Levent: Bankacılar yer mi bunu?

Turhan: Bankacılar için değil o muhtemelen. 

Şahinöz: Bankacılar için değil. Ama zaten 19,75, bundan sonraki toplantıda iki civarında geleceğinin işaretini piyasaya veriyor.  Ama şöyle söyleyeyim: FED’in faiz indirimini vs konuşuyoruz, dış ortam gayet uygun ama Türkiye’nin ABD ile olan ilişkileri bu faiz indiriminin bu şekilde devam etmesine kolay kolay müsaade etmeyebilir. Kaçırıyoruz. Libya, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, Suriye sınırında yaşadıklarımız, hepsi bir bütünlük içerisinde incelenmesi gereken konular. Mesele sadece S-400, F-35 değil. Türkiye, niçin Doğu Akdeniz’de ekonomik münhasır bölge ilan etmiyor? Niye gecikiyoruz? Orası bizim için çok önemli bir beka. Kıbrıs ilan etti. Biz kıta sahanlığıyla kilitlemeye çalışıyoruz. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi belgeleri verdi, deli gibi sismik sondaj çalışması yapıyor. ABD’li Exxon Mobil orada, İtalya’nın petrol ve doğalgaz şirketi ENI orada, Fransız Total orada, Güney Kore orada. Bizim “arkadaşımız” dediğimiz Katar, Kıbrıs konusunda karşı cephemizde. Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, ABD hep birlikte hareket ediyorlar. Bu mesele hakikatenS-400 meselesi bitti, 31 Temmuz’u atlattık’’ gibi değil. Türkiye’nin orada bir beka sorunu var. Belki de, bizim ekonomik münhasır bir bölge ilan edip olayı biraz daha kilitlememiz lazım. Avrupa da Güney Kıbrıs’ın arkasında. Bakın dikkat edin, çok önemli gelişmeler oluyor, bunları konuşmamız lazım. ABD, Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırdı. Bu çok önemli bir hadisedir. Avrupa Birliği Türkiye’ye Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinden dolayı bir sinyal veriyor. Tamam, belki kayda değer şeyler değil ama yaptırım getirdi. Biz de, Avrupa Birliği ile imzaladığımız Geri Kabul Anlaşması (GKA) çerçevesinde, yasadışı yollarla Türkiye üzerinden AB’ye üye ülke topraklarına giren kişilerin, en az üç yıl sonra Türkiye’ye iadesini öngören anlaşmayı askıya aldık.Yani önümüzdeki dönemde Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler parlak gözükmüyor. 

Konu dağılmasın, şuraya getirmeye çalışıyorum: Enflasyon, piyasa faizi formülünün içinde, beklenen enflasyon var. Ben beklenen enflasyon konusunda çok olumlu değilim. İbrahim Başkan’a katılıyorum; Ekim sonrasında da değilim. Riskler konusunda da değilim. Riskler sandığımızdan daha yüksek. Zaten enflasyonda hesaplama yöntemi ayrı bir dert. Hesaplamada ağırlıklandırma yöntemine geçtiler. Eskiden gıda ile ilgili fiyat hesaplanırken -ki gıda enflasyon içinde en büyük paya sahip- çeşitli kurumlardan fiyatı topluyor, ortalamasını alıyordu. Şimdi ağırlıklı ortalama var. Burada “discount’’ dediğimiz iskontolu satış yapan mağazaların ciroları diğerlerine göre daha fazla. Yani fiyatı düşük olan kurumların ağırlıkları fazla. Bunlar hep kuşku yaratıyor. Şimdi dışarı çıkıp “TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarına güveniyor musunuz’’ diye bir anket yapalım -bunu ben söylemiyorum sadece- çıkıp anket yapsak aynı sonucu alacağız. O yüzden beklenen enflasyon da çok gerçeği yansıtmıyor. Önümüzdeki dönemde, faizle ilgili olarak Merkez Bankası Başkanı Sayın Uysal kendi itibarı açısından sıkıntı yaşayabilir. 

Pişirici: Hemen bir soru daha sorayım: Bugün faiz indirimi açıklandıktan sonra dolar kuru 5,76 TL’ye doğru yükseldi, sonra tekrar 5,70’in altına indi. Niye öyle oldu?

Şahinöz: Şöyle izah edeyim: Altta 200 günlük hareketli ortalama var. Bu 200 günlük hareketli ortalama 10 yıldır kırılmamış, 5,57TL. Üst tarafta da kritik bir 5,76 TL direnci var. Zaten dolar kuru bu bant içerisinde epeydir dolanıp duruyor. Bu faiz indirimi ile beraber spekülatif bir hamle oldu. Dikkat ederseniz, gittiği yer de 5,80TL değildi. 5,77 TL- 5,76 TL bandındaydı, oradan tekrar geldi. Önümüzdeki dönemde bir süre daha bu bant içinde seyreder. Türkiye, kuru 5,57’nin altına indirecek radikal hamleler, yapısal reformlar yapmadı. 5,76 TL’nin üzerine götürebilecek hadise de, ABD ile olan gerilimde, beklemediğimiz yerden bir yumruk gelmesiydi. Sizi yıkan, sert yumruk değildir, beklemediğiniz anda, beklemediğiniz yerden gelen yumruktur. 

Turhan: Sedat bey, bu konu önemli ve eminim izleyicilerin de aklına takılıyordur. Hükümet, Merkez Bankası Başkanı’nı görevden aldı. Bu, kötü bir şey. Merkez Bankası’nın güvenini sarsacak bir şey. S-400’lerle ilgili sorun bitmiş değil. Şu anda CAATSA yaptırımlarının uygulanıp uygulanmayacağını bilmiyoruz belki ama Türkiye’nin F-35 programından çıkarıldığını biliyoruz. Bu önemli. Önümüzdeki dönem Türkiye’nin hava kuvvetlerinin temelini hangi uçak oluşturacak, bu konu şu anda bir bilinmezlik haline geldi. Belki de CAATSA’dan daha önemli, daha kalıcı bir şey bu. Maliye politikası kötü, bütçe arttı şu, bu ama kurda bir hareketlilik yok. Bunu bir konuşalım çünkü heyecan yaratacak bir konu. 

Pişirici: Haluk hocam da müsaade ederse buyurun. 

Levent: Tabii. 

Turhan: Benim gördüğüm kadarıyla en önemli belirleyici etken, küresel likidite şartlarının son altı ayda 180 derece değişmiş olması. Geçen yılın sonunda, o ağustos krizi ve ekim ayında kurdaki hareketlilik yaşanırken, biz “ABD Merkez Bankası 2019’da acaba üç faiz mi artırır, dört faiz mi artırır’’ bunu konuşuyorduk. Sadece faiz artırmak değil, bilançosunu küçültüyordu.  Ortalıktaki para miktarı azalıyordu. Bu yıl için 600 milyar dolar küçülecekti bilanço. Avrupa Merkez Bankası da bunun peşine takıldı ve ‘’Bizim de bilançomuz çok büyük, eylülden itibaren biz de bunu normalleştireceğiz’’ dedi. Üstelik ‘’Ekim ayında Merkez Bankası Başkanı değişecek. O gidinceye kadar olmaz ama yeni Merkez Bankası Başkanı geldikten sonra, küçük de olsa, negatif faizden sıfır faize gelebilir onlarda’’ gibi bir beklenti vardı. Oysa şu anda her tarafta bunun tam tersi. ABD Merkez Bankası ki ben yaptıkları analizin çok doğru olduğunu düşünmüyorum, önümüzdeki yıllın ilk yarısında bir düzeltme yaşayabileceğinden endişe ediyorum. O durumda bunun küresel etkisi çok yüksek olacaktır. Ama şu an hali hazırda inanılmaz bir genişlik var. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde bir siyasetçi. Ben kendisiyle G-20’de çalıştım. Birebir iletişimim olmadı ama onun sağ kolu Ramon Fernandez’le birlikte çalışıyordum. Çok iyi tanıyorum o ekibi. Kuşkusuz Christine Lagarde ekonomi yönetiminde deneyimli. IMF gibi bir kurumun başkanlığını yaptı. Ama Merkez Bankacılığı formasyonu olmayan bir insan. Hayatında Merkez Bankacılığı yapmamış. Merkez Bankacılığı tuhaf bir türdür. Onların yediği içtiği bile bizim ekmeğe suya benzemez. İşin latifesi bir tarafa, özel bir kültürü, özel bir retoriği vardır. Siyasal yönü ağırlıklı birisinin Avrupa Merkez Bankası Başkanı yapılması, ‘’Herkes rahat olsun, ne gerekiyorsa yapacağız’’ demek. Böyle bir ortamda şu oldu: Bizim finans literatüründe “çöp’’ diye tabir edilen, yani kredi notu çok düşük olan, geri ödenmeme riski bir hayli yüksek olan finansal enstrümanlar var. Bunları bir de devletler değil, şirketler ihraç etmiş. Tabii devletle şirket arasında da bir risk farkı var tabii. Bir de, gelişmiş ülkelerin şirketleri değil, gelişmekte olan ülkelerin şirketleri ihraç etmiş. Gelişmekte olan ülkelerdeki şirketlerin ihraç etmiş olduğu düşük notlu tahvillerden yaklaşık 426 milyar dolarlık kısmı, negatif getiri veriyor bugün. Yani para o kadar bol ki, her yere dağıtmışlar parayı. ‘’Yapacak bir şey yok bunu da alalım’’ demişler. Bunun etkisini, gücünü doğru anlamak lazım. İzleyicilerimiz için bunu tekrar edeyim: Burada piyasanın analiz hatası olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki yılın ilk yarısında da bir düzeltme olacağını düşünüyorum. Ama bu, şu anda diğer her şeyin üstünü örten bir örtü. Siz ne hata yaparsanız yapın, üstünüzde bir örtü var. Ne kadar yanlış iş yaparsanız yapın, üstünde örtü olduğu müddetçe görünmeyecek. 

Pişirici: Sizin söylediklerinizi dinleyenler, sabah kalkar kalkmaz ya bankaya ya döviz bürosuna gidecek ve dolar alacaklar. 

Turhan: Bu da doğru bir davranış olmaz. Bu aşırı likidite şartları ve piyasalardaki fiyatlama hatası daha bir süre devam edecek. Bu öyle bir etki yaratıyor ki bir an için şunu düşünelim: Geçen ağustosta rahip Brunson krizi vardı. Bizim iki bakanımız için ‘’Bunların ABD’deki mal varlıklarını donduruyoruz -ki malvarlıkları yoktu zaten- ve seyahatlerine yasak getiririz’’ dediler. Şimdi Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması hiç mukayese edilecek bir şey değil. Çok daha sert bir şey.

Pişirici: Ama dolar 7,5 TL olmuyor. 

Turhan: O dönemde Merkez Bankası’nın faizi 17,75’ti. Daha sonra biz bunu telafi edebilmek için, doları 7,20’den aşağı çekebilmek için faizi yükseltmiştik. Bugün 18,75’e geldi. Yine bir şey olmadı. Arada Merkez Bankası Başkanı görevden alındı. ‘’Merkez Bankası rezervleri o kadar mıdır, bu kadar mıdır’’ diye kamuoyu aylarca, haftalarca anlamsız bir tartışmayla meşgul edildi. Aslına bakarsanız, geçen yıl bundan çok daha hafif sebeplerle yaşadığımız kur şokunu bu yıl yaşamıyorsak, bunun sebebi bizde değil. Geçen programımızda ‘’Kimin kimi yiyeceği suların seviyesi belirler’’ demiştim ya, hakikaten öyle. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu likidite şartlarında en küçük bir değişiklik olursa -bence bu yıl olmaz ama olursa- ya da sizin bu ekonomik görünüme ilişkin şimdilik idare eden o faiz düzeniniz biraz daha aşağı gelirse -ki ben ondan endişe ediyorum- o zaman bunun böyle ilânihaye devam edeceğini düşünmek de biraz aşırı iyimser olabilir. 

Şahinöz: İzninizle kısa bir şey söyleyebilir miyim? Bundan birkaç yıl önce, Merkez Bankası’nın karar alacağı günlerde, insanlar sosyal medyada paylaşım yapar, karikatür gönderirlerdi. O karikatürlerde genelde birileri dolar almaya koşar, oradan birileri ellerinde sopayla gelince ‘’Dağılın, kaçın, Merkez’in adamları geliyor’’ diye…

Turhan: ‘’Piyasalara müdahale ediyorlar’’ demek istiyorlar.

Şahinöz: Evet. Bu bir itibar. Merkez Bankası’nın yeri geldiğinde güçlü hamleler yapabileceğini hatta siyasi otoritenin ima ettiğinden de farklı davranabileceğinin bir göstergesiydi. Bugün bakıyorum sosyal medyaya, tuhaf tuhaf videolar var; Bir videoda orkestranın davulcusu tokmakla davula vuruyor. Tokmağı yanlış vurunca tokmak sekiyor ve kemancının kafasına geliyor, kemancı devriliyor filan. İş bu hale geldi. Merkez Bankası gibi Türkiye’nin çok önemli bir kurumunun algısı bu hale geldi. Bu zaten sözün bittiği yer. 

Pişirici: Yine bu faiz indiriminin ışığında tartışmayı başka bir yere doğru götürelim ve Haluk hocamla başlayalım. ‘’Türkiye İstatistik Kurumu, güven endekslerini açıkladı’’ dedik. Temmuz ayında Tüketici güven endeksi 56,5 oldu. Haziran’da 57,6 idi. %2 oranında azalmış. Tüketici güven endeksinin 100’den büyük olması iyimser durumu, 100’den küçük olması kötümser durumu gösteriyor. Yani tüketicimiz kötümser. Bir de sektörel güven endeksi var. İnşaat sektörü hariç, hizmet sektörü ve perakende ticaret sektöründe endeks düşmüş. İnşaat sektöründe her ne kadar güven endeksi yükselmiş gibi görünse de, 52,4’te. Hizmet sektörü 83,5’te. Perakende ticaret sektöründe 90,4’te. Hepsi de 100’ün altında. Hem bu güvensizlik durumu ortadayken, hem Merkez Bankası, iktidarın başı istedi diye faizi indirmişken, Türkiye ekonomisinin nereye gittiğine dair ne söylenebilir?

Levent: ‘’Döviz niye bu seviyede’’ diye bakacak olursak, İbrahim beyin söyleyeceklerini tamamlayacak ikinci bir faktör, içeride gelişmeler de etkili. Türkiye’de yerleşik iktisadi karar birimlerinin döviz talebi çok düşmüş durumda. Yani mevduatın %55’i zaten döviz mevduatı. Günlük işlemleri düşünecek olursak bunun %75 olması herhalde çok mümkün değil. Dolayısıyla buradan kaynaklanacak bir ekstra döviz talebi olmayacaktır büyük ihtimalle. İkincisi, sanayi üretim endeksinden takip ediyoruz, büyüme negatifte. Artık işten çıkarılmalar kritik bir evreye gelmiş durumda. İlk başta, kolayca tekrar bulunabilecek işgücü işten çıkarıldı. Şimdiyse, uzun süre çalışmış olan, firma kültürüne adapte olmuş, oradaki yeterliliklere sahip insanlar işten çıkartılsın mı, çıkartılmasın mı aşamasına geldik. Yavaş yavaş burada bir hareketlenme başladı. Bu, sanayide küçülmenin bir süre daha devam edeceğini gösteriyor. Sanayide küçülme varsa, oradan gelen ve döviz fiyatı üzerinde etkili olan talebin de olmadığını gösteriyor. Yani içeride de bir talep eksikliği var. Hem dışarıda döviz bol, hem de içeride talep eksik. Dolayısıyla dövizin bu seviyede olmasını bu şekilde açıklamak mümkün. 

Güven endeksi, vatandaşın geleceği nasıl gördüğünü gösterir. Vatandaş nasıl düşünür? Bir, işi var mı? İki, cebinde parası var mı? Üç, cebindeki para ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli mi? Temelde bunlara bakar. Ama burada herhalde biraz şirketler kesimine de soruluyordur diye düşünüyorum. Tüketici Güven Endeksi olduğu için, bu, hane halkların soruluyordur. Bakıyoruz işsizliğe, geçen yıldan bu yıla, nisan ayı itibariyle -nisan ayı diye geçer ama bunlar hep üç aylık ortalamadır- istihdam 1 milyon azalmış. İşsizlik oranından bahsetmiyorum, istihdamda azalma var. İşsiz sayısı 5 milyonu geçmiş. Olağanüstü bir kitleden bahsediyoruz. Hep oranlardan konuşunca sanki çok değişmiyormuş gibi geliyor ama bazen de, bu gibi durumlarda seviyeye de bakmakta fayda var. 5 milyon insan evine ekmek götürebilecek gelirden yoksun. Bunu elde etmek için de çaba harcıyor. Böyle bir insanın iyimser olabilmesi mümkün olabilir mi? Yakın çevrenizde böyle bir insan varsa ve siz onunla temas ediyorsanız, biraz da vicdan sahibiyseniz, ona yardım etmek için çaba harcıyorsanız, onun derdi sizin de derdiniz oluyor. Dolayısıyla iyimser olmak mümkün mü? Yarın, öbür gün kendi başınıza gelmeyeceğine dair bir garanti var mı? Artı, rakama hiç yansımayan bir şey de, istihdamın kalitesinde büyük bir düşüş var. Hem çalışma süresi, hem iş güvencesi bakımından ciddi düşüşler var. Aslında bu küresel bir eğilim. Türkiye de bunun bir parçası haline gelmiş durumda. Böyle bir gelecek fotoğrafı varken, yani,  işi olan insan da işini kaybetme riskiyle karşı karşıyayken, tabii ki güvenin yüksek olmasını beklememek gerekiyor. İstihdam kalitesiyle beraber, gelirler de düşmüş durumda. Vatandaşınki bu.

Şirketler kesimine baktığımızda, böylesine zor bir karar, kalıcı ve geri dönüşü çok zaman alacak. Öte yandan, kredi kanalı halen kapalı. Bunun için de dünya para gerekiyor. Dün Kamil Yılmaz konuğumuzdu, onun yaptığı bir hesap vardı, hepimiz de mutabıktık; aşağı yukarı 40 milyar dolar gibi bir rakam gerekiyor. Bu rakamı normal yollardan, önceden alışık olduğumuz yollardan alabilmemiz mümkün gözükmüyor. Çünkü dış politikada başka bir raya girdik; Batı blokundan kopup kopmamanın bile tartışılabileceği bir noktadayız. Dolayısıyla o standart kurumlardan böyle bir para gelmeyecekse, bu para nereden gelecek? Acaba para mı basılacak?

Pişirici: “Standart kurumlardan para gelmeyecek” cümlesinden kastın, istesek IMF 40 milyar dolar vermez mi?

Levent: Eğer Batı blokundan kopma gibi bir görüntü veriyorsanız, o kapıdan içeri girmek biraz zor olur tabii. 

Şahinöz: CAATSA dediğimiz “Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası”ndaki 12 maddeden bir tanesi de bu. Bu maddede diyor ki: ‘’Amerika, IMF üzerinden kaynak verilmemesi yönünde telkinde bulunabilir.’’

Turhan: ‘’Yönetiminde olduğu uluslararası kuruluşların kredi vermesini engellemek’’ diyor. IMF’de kararlar %85 nitelikli çoğunlukla alınır. ABD’nin kotası, en son düştükten sonra bile %17. Yani bu, ABD’nin ‘’Evet’’ demediği hiçbir şey IMF’den çıkmaz’’ demek. Tabii bir de konunun öncesi var; IMF’ye müracaat edilir mi?

Pişirici: Sonra?

Levent: Bu kredi kanalı nasıl açılacak? %8 gibi batık kredi olduğu düşünülse bile bu rakam ortaya çıkıyor. Fon kurulacakmış gibi bazı şeyler duyuyoruz. Ama sonuçta bir yerden o kaynağı yaratmamız gerekecek. Buna ilişki herhangi bir plan yok ortada.

Pişirici: Bir sonraki soru “Çare nedir”de konuşacağımız konu olacak bu. Buradan devam edelim tekrar. Önümüzdeki dönem için ne söylenebilir? Türkiye ekonomisinde ne tür gelişmeler bekleyebiliriz İbrahim bey?

Turhan: Bir kısa dönemli görünüm var, bir de uzun dönemli bir görünüm var. Demin de konuştuk, kısa dönemli olarak ağustos, eylül, ekim aylarında, başka hiçbir şey olmasa bile, endeksten geçen yılki yüksek rakamların çıkması sebebiyle, yıllık enflasyonun düştüğünü göreceğiz. Tek haneye düşeceğini zannetmiyorum açıkçası. %11-%12 gibi bir yerde kalır gibi geliyor bana. Bu da faiz indirimlerinin devam edeceği ve kamu maliyesindeki görünüm sebebiyle ya vergi toplamak gerekeceğini gösterir -ki bu yine enflasyonu arttırır- ya da onu yapmazlarsa, açık, bir şekilde büyürse, açığın finansmanı için ortaya çıkacak para da talebi oluşturacak. Benim tahmine göre bu yıl büyüme yıl genelinde negatif olacaktır. İyimser senaryo şu olabilir: Şimdiye kadar çok iyi bir işaret vermiyor ama para politikasındaki gevşemenin ölçüsü kaçırılmazsa, diyelim ki daha makul bir strateji izlendi ve küresel şartlar da çok yardım etmeye devam etti, benim düşündüğüm gibi bir düzeltme olmadı önümüzdeki yıl. Ya da Erkin beyin düşündüğü gibi, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde daha büyük sorunlar olmadı ve bu sebeple risk primleri yükselmedi, hem parasal genişleme, hem maliye politikasının genişlemesi, hem küresel şartların izin vermesiyle, Türkiye’de gayrimenkul fiyatları, konut fiyatları, yavaş yavaş bulundukları en dip seviyeden artmaya başladı. İş hacimleri arttığı için daha evvel bu kredileri almış olanlar, kısmen de olsa ödemeye başladılar. Dolayısıyla kredi mekanizmasındaki o katılık çözüldü. Biraz yüksek bir enflasyonla, kesinlikle düşük potansiyelin altında bir büyüme hızıyla, uzun vadeye yayılmış -Batı dillerinde stagnation denilen- yavaş yavaş, sürünerek toparlanma olabilir. Bu, senaryolardan bir tanesi. 

Bir diğer senaryo, çok daha radikal bir iyileşme olabilir. Bankacılık sektörünün yeniden kredi verir hale gelmesi lazım. Biz olabilecek bütün yolları denedik, böyle olmuyor. Demek ki bizim bu problemi gerçekten ciddi bir şekilde çözmemiz lazım. Fon mu kuracağız, dışarıdan para mı getireceğiz, Çin’den mi bulacağız, Katar’dan mı sağlayacağız, o müthiş rezervlerimizi nakde mi çevireceğiz, IMF’ye mi gideceğiz? Yani bir şekilde bir para gelecek. Ve biraz daha rasyonel politikalar izlenmeye başlayacak. Bu, rüya senaryosu tabii. Hızlı bir toparlanma. 

Kötü senaryo ise şu olabilir: Bu olumsuzluk devam eder. Arada sırada kısmi düzelmelerle yaşanan kısa süreli oluşan olumluluk bir süre sonra söner. Bunun birkaç kere tekrarlanması, yatırımcı güvenini kalıcı olarak bozmaya başlar. Varlık fiyatları artmaz. Satışlar artmaz. Dolayısıyla o kredilerin geri ödenmesinde de sıkıntı giderek büyür. Yeniden yapılandırmalarla siz bunu kâğıt üzerinde canlıymış gibi gösterseniz de, para ödenmediği için bankaların likidite sıkışıklığı giderek artabilir. Bildiğim kadarıyla, en son açıklanan veride, özel bankalarda kredi hacminde düşüş devam ediyordu. Böyle bir durumda da Haluk Hoca’nın gündeme getirdiği senaryolar konuşulmaya başlanabilir. Dış finansmanla desteklenmemiş bir şekilde bu sorunu çözmeye çalışmak, çok daha büyük, farklı sorunlara yol açabilir. Benim gördüğüm üç senaryo, olumlu, nötr ve olumsuz senaryolardır.

Pişirici: Aynı soruyu Erkin beye sorayım. Siz firma olarak danışmanlık hizmeti veriyorsunuz. Daha önce de bir açık oturumda sormuştum; bu soruya cevap verirken o soruyu da cevaplayın lütfen. Sizden danışmanlık alan müşterileriniz, önümzdeki döneme ilişkin en çok neyi merak ediyorlar?

Şahinöz: “Dolara buradan girilir mi hocam’’ diye soruyorlar. 

Levent: Bilsem zaten danışmanlık vermeme gerek kalmaz diyeceksin. 

Şahinöz: Bir de en çok merak edilen, ‘’O imkânsız krediyi nasıl sağlarız? Krediyi içeriden alamıyoruz, yurtdışından getirebilir miyiz?’’ Her şey öyle başlıyor. ‘’Nasıl düzelir?’’ sorusunun cevabına gelirsem, Ben PMI Endeksini takip ediyorum, o çok güzel bir gösterge. 50’nin üstündeyseniz büyüyorsunuz, altındaysanız, küçülüyorsunuz. Çok basit. Şimdi 1 Ağustos’ta temmuz verisi açıklanacak, geçtim bunu, temmuz ayında açıklanan haziran verisi var; Türkiye, haziran itibariyle bile küçülüyor. Endeks, 50’nin altında. Ekonomi küçülüyor. Bu ekonominin en az %4,5 büyümesi lazım ki işsizlik artmasın. %4,5’un altındaki büyümelerde, İbrahim başkanın söylediği gibi, sürünerek toparlanma oluyor. “Haziranı geçtik, temmuz, ağustos, eylül PMI ne olur? Türkiye büyüme patikasına geçer mi’’ sorunun cevabı, “Bankalar kredi verir mi’’ sorusunda gizli. Bankaların açtığı krediler, geçen yıla göre enflasyonun altında değil. Özel bankalar da ekside. Bankaların geçen yıla göre açtığı krediler toplam, yüzde sıfır civarında. Yani büyümüyor. Bunların, en az bu ülkedeki enflasyon düzeyi kadar artması lazım. ‘’Ya ödeyemezse’’ diye bankalar açmıyor, açamıyor. Zaten tahsil edemediklerinden dolayı rasyoları altüst olmuş durumda. Bankalar kredi açamıyorsa reel sektör ne yapacak? ‘’Dolarsa dolar, dolmazsa dolmaz’’ derken şu hesabı unuttuk; reel sektörün 200 milyar dolar borcu var, şu ana kadar 3,70-5,70 dolar farkının kambiyo zararı 400 milyar TL. ‘’Hocam, hepsini ödemeyecekler’’ diyorlar. Fark etmez. Bu ülkede Türk Lirası ile yapılıyor. Dolayısıyla çok ciddi bir zarar var. 

Bugün o torba yasada zikredilen rakamlar 400 milyar TL. O zaman niye 400 milyar TL? Problemi üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Bu firmalar 207’de, 2018’de 50 milyar TL dönem net kârı yapmışlar. bir yıl değil, sekiz yılın kârı kambiyonun zararında. Bunlar kaynak bulmasan ne yatırımı yapacaklar? Üstelik önce bir de dönebilmeleri lazım. Onu da bankadan alamıyor. Hane halkı zaten pazarda haşat oldu. Bir de işsiz kaldılar şimdi. Zaten gelirleri de enflasyon kadar artmadı. O zaman biz bunu kendi içimizdeki kaynaklarla yapamayacağız, dışarıya gitmemiz lazım. Birkaç seçenek var. Ya IMF’ye gidiyorsunuz, kuralı koyuyor, parayı veriyor. Londra ‘’Bu ülkeye kural geldi, şeffaflık da başladı. Biz de gelelim’’ diyor. Onlar da geliyor, hisse senedimizi, tahvilimizi alıyorlar. Kuru düşürüyoruz. Kur düşünce enflasyon düşüyor. Enflasyon düşünce Merkez Bankası faiz indirmeye başlıyor. Tekrar canlanıyoruz. Klasik Türkiye döngüsü. Ya bu, ya da biz IMF’ye gitmeyeceğiz ama IMF dışı kaynak getirebilir miyiz? Getirebiliriz. Türkiye ucuz. Varlıkları borsada 17 bin dolar. 50 bin doları görmüş. Borsadaki ve borsa dışındaki şirketler ucuz. Demek ki ucuzsa para gelebilir. Ama hikâye yok. Tam hikâye koyacağız gibi oluyor, seçimler bitiyor, devrilen sandığı ayağa kaldırıyoruz. Tam bitiyor, arkadan Merkez Bankası Başkanı’nı görevden alıyoruz. Yahut da başka şeyler çıkarıyoruz. Bakın, kendiliğinden bir hikâye oluşmaya başladı. Bu seçim çok önemli. Bu seçim, herhangi bir seçim değil. Londra yatırımcısı Türkiye’ye şöyle bakıyor: ‘’Farkında değilsiniz ama bu ülkede kuvvetler ayrılığı oluşmaya başladı. Gayrisafi yurtiçi hâsılanın %65’ini üreten belediyeler ana muhalefette. Parti içinde de bir miktar zayıflama var. Yeni parti oluşumları konuşuyor. Demek ki bir kuvvetler ayrılığı var’’ diyor. Londra kuvvetler ayrılığını şu yüzden önemsiyor: ‘’Kuvvetler ayrılığı varsa o zaman aşırılıklar, radikal hamleler olmaz’’ diyor.  Öyle bakmak istiyor. Bunu görürse gelecekler. Çok açık ve net söyleyeyim: Türkiye hem kendi geçmişine göre hem de benzerlerine göre çok ucuz. Bugün Türkiye’nin varlıkları aynı ligde olduğu ekonomilerden %40 daha ucuz. E, kimi tercih edecek fonlar? Nerede daha çok ihtimal var? Burada var. Bir hikâyeye bakar. 

Pişirici: Son tura tekrar Erkin beyle başlayalım ve sırayla devam ederek bitirelim. ‘’Bir hikâye var’’ diyorsunuz ya, bu hikâyeyi kim yazacak? Bugünkü siyasi iktidar bu hikâyeyi yazabilir mi? Ne yapmalı ve yapılacak olan şeyi kim yapmalı? Sanki bütün bu hadise aslında dev bir güven krizi. Bu güven krizini nasıl aşarız? Buyurun Erkin bey.

Şahinöz: Faiz artırımıyla yapamadık. Geçen sene sosyal medyada hep şunu söylüyorduk: Mesele faiz artışı değil, güven. Güveni arttırırsan, faizi artırmana gerek kalmayacak. Güvenin arttığı ortamda risk primi düşmeye başlıyor. Bütün göstergeler de düzeliyor. Toplumsal uzlaşı, liyakat, adalet sisteminin güçlendirilmesi, iktidarın diline ve bakış açısına uygun olmayan şeyleri ifade eden gazetecilerin içeriye atılmadığı bir Türkiye oluşturmaya başlarsak, o demokratik değerlere yeniden yaklaşırsak, o zaman bazı şeyler olur. ‘’Hocam, bu ekonomi’’ diyorlar. Hayır. Ekonominin adı ‘’Ekopolitik.’’ Ekonominin içinden politikayı alma şansınız yok. Ne uluslararası siyaseti çıkarabilirsiniz ne de ulusal siyaseti. Bu, bir bütün. Zaten cari açık, enflasyon, işsizlik, bunların hepsi bir sonuç, bir bilanço. Eğitim sisteminin, yargı sisteminin, özgür olup olmayan medyanın sonucu. Ve o sonuca bakıyorsunuz, elinizde, iyi zamanlarında cari açıkla büyüyen bir ekonomi var. Türkiye’de kalkınan bir ekonomi hiç olmadı. İyi dönemlerimizde bile, 2008, 2009’a kadar olan süreçlerde Türkiye büyüdü. Ama kalkınmadı. Bu gerçeği bilelim. Kalkınmış olsaydık çok daha farklı bir yerde olurduk. Gayrisafi yurtiçi hasıla üzerinden bakalım; Türkiye büyüklük olarak 30 yıldır aynı yerde duruyor. Kişi başına gelir olarak bakalım; 65. Sıradan 71. sıraya düşmüşüz. Bunlar son 20 yıldır olan hadiseler. Biz bir Norveç gibi, Finlandiya gibi bir hikâye yazabildik mi? Bir Güney Kore örneği oluşturabildik mi? Bunları oluşturmamız lazım. Bu coğrafyanın insanları bunu hak ediyor. Bunu geçmişte çok yapmış, gene yapabilir. ‘’Coğrafya kaderdir’’ deyip kendi içimize kapanmamıza gerek yok. Ama en önemli şey, öncelikle ‘’Sen o taraftansın, sen de bu taraftansın’’ ayrımcılığını bırakıp, tek tip, tek ses olmayan ve iki tarafın da birbirini kucakladığı bir ülke lazım. Bana sorarsanız en büyük yapısal reform bu. 

Pişirici: İbrahim bey, ne yapmalı ve kim yapmalı?

Turhan: Çok varoluşsal bir soru oldu bu. Erkin bey güzel bir giriş yaptı. Aslında soruyu iki şekilde sorabiliriz: Birincisi, bunu başarmış olan ülkeler bunu nasıl başardı? İkincisi de, biz geçmişte nasıl başardık? Geçmişte başardık. Şöyle bir durum var ortada. 1991’de bizim kişi başına milli gelirimiz yaklaşık 3 bin dolar civarındaydı. 2001’de yine 3 bin dolar. Aradan 10 yıl geçmiş, bizim kişi başı milli gelir hep aynı yerde. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, üç yazla bir güz gittik, bir de döndük aynı yerdeyiz. Buna gülüyoruz ama hakikaten benim içim acıyor. Bu bizim gençlik dönemimizdi. Gençliğimizin 10 yılı gitti. O dönem Türkiye’yi yöneten insanların yakasına yapışıp hesap sorsak hakkımız. ‘’Ne yaptın hayatımın 10 yılına arkadaş? Sen idare ettin bu ülkeyi. 10 yılda ne yaptın?’’ E, şimdi bakıyorum duruma. Ondan sonra milli gelir arttı. 2013’te kişi başı milli gelir 14 bin dolar düzeyine geldi. Hükümet yaptı bunu. ‘’Faiz mi enflasyonu sever, enflasyon mu faizi sever?’’ tartışmasının yer aldığı metin, o dönemde, yani 10. plan döneminde, 25 tane vizyoner hedef koyuyordu. Mesela, ‘’Sermaye piyasalarını derinleştir’’ diyordu.  Erkin bey o zaman Türkiye’nin çok önemli, sermaye piyasasında etkin, başarılı, uluslararası bir kuruluşun yöneticiliğini yapıyordu. ‘’Bu ülkede bir şey olacak galiba’’ diye hepimiz heyecanlandık. ‘’İstanbul’u uluslararası finans merkezi yapalım’’ diyorlardı. İstanbul, uluslararası finans merkezi sıralamasında 71. sıradaydı. Ben yaptım diye söylemiyorum sakın yanlış anlamayın, hayatımda böyle bir şey yapmam ama benim de içinde bulunduğum bir grup insanın doğru yönde doğru adımlar atması sayesinde 42.’liğe çıktı Türkiye. Tamam, 42 de sıralamada çok büyük bir yer değil ama 71’den 42’ye yükselmişsin. 

Şahinöz: Ama yön önemli. 

Turhan: Bir bu kadar daha ilerlesek, demek ki 20. sıraya geleceğiz diye düşünebilirsiniz. Peki 2013’ten sonra ne oldu? Tabii dışsal faktörler de var kuşkusuz. Türkiye’nin yaşadığı, devletin de, kurumların da canına okuyan, FETÖ dediğimiz Fethullahçı terör hikâyesi var. Hepimiz bunun mağduru olduk bir şekilde. Tamam, bunları da kabul edelim. Evet, belki dışımızdaki birtakım gelişmeler de bu noktada dezavantajımıza oldu. Mesela ABD petrol ihraç eden bir ülke haline gelince, Ortadoğu’da bir sürü dengenin bozulacağı, bir sürü hesabın yeniden yapılacağı kaçınılmazdı. Ya da Çin ve ABD arasındaki gerilim artınca bunun bize yansımasının olacağı kaçınılmazdı. Bunları gözardı etmeyelim. Ama bizim de bir kabahatimiz var. Çuvaldızı başkasına batıralım da, kendimize de bir iğne batıralım. Nerede yanlış yaptık? Yanlış yaptığımız şeyler belli. Kurumsal yönetişim diye bir şey var. Bunun dört temel ilkesi var. Birincisi, adil olacaksın. Yani adalet. Mahkemelerde ‘’Adalet mülkün temelidir’’ diye yazar. Bir de benim çok sevdiğim, Hz. Ali’nin bir sözü var: ‘’Devletin dini adalettir’’ der. 19. yüzyılın ortasından beri bu coğrafyada din-siyaset ilişkisini tartışıyoruz. Herhalde hiçbirimiz Hz. Ali’den daha Müslüman değiliz. Hz. Ali demiş ki: Sen dindar mı oluyorsun, dinsiz mi oluyorsun o beni ilgilendirmez. Ama devletin dini adalettir.’’ Bir şey daha söylemiş: ‘’Devlet yönetimi sistemi inançsız olabilir. O zarar getirmez. Ama zalim olursa ayakta kalamaz.’’ Demek ki adalet bu kadar önemli bir şey. 

İkincisi, adaleti tamamlayacak olan ‘’şeffaflık’’. Şeffaflık, olup biteni herkesin görmesini sağlıyor. Bu da, mesela basın özgürlüğünün önemini gündeme getiriyor. Batı medeniyetini eleştiriyoruz. Hakikaten korkunç şeyler yapmışlar, hâlâ da yapıyorlar. Ama belki iyi olan bir tek tarafı var, şeffaf olunca görebiliyorsunuz. ‘’Burada yanlış bir şeyler yapılıyor’’ diye bir tepki oluşabiliyor.  Ama şeffaflık olmazsa bu da olmuyor.

Üçüncüsü, hesap verme yükümlülüğü. Kim hesap verecek? Kamu gücü kullanan herkes hesap verecek. Mademki bizim vergilerimizi harcıyor, mademki bizim kendilerine aktardığımız bir iktidar gücünü kullanıyor, hesap verecek. Başka? Siyaset hesap verecek. Mesela, ABD’de kampanya döneminde kimin, kime, ne kadar yardım yaptığı açıklanıyor. Dolayısıyla X senatörün arkasında silah firmaları varsa, o kişinin onların aleyhine bir şey yapmayacağını biliyoruz. Oyumuzu da ona göre kullanıyoruz. Bunu istemiyorsak o senatöre oy vermiyoruz. 

Aynı zamanda, sivil toplumun da hesap vermesi lazım ki FETÖ gibi başka belalar ortaya çıkmasın. Tabii sadece ondan ibaret değil. Bugün belediyelerin değişmesiyle beraber “o vakıf ne kadar para almış, bu vakfa ne kadar para verilmiş’’ gibi bir sürü şey tartışılmaya başlandı. Yani sivil toplum da hesap verecek.

Dördüncüsü, sorumluluk bilinciyle davranılacak. Kime karşı? Toplumun bütün bireylerine, özellikle de en çok desteğe ihtiyaç duyan kesimlerine karşı. Doğaya karşı. Canımızın istediği gibi her şeyi tahrip etme hakkımız yok. 

Bütün bu ilkeleri hayata geçirdiğiniz zaman, hukukun üstünlüğünü sağladığımız zaman, temel hak ve özgürlükleri sağladığınız zaman, evrensel hukuk normlarına göre etkin ve hızlı işleyen, mülkiyet haklarını güvence altına alan bir adalet sistemi oluşturduğunuz zaman işler değişmeye başlıyor. Ama hemen şu soru sorulabilir: ‘’Hocam sen iyi güzel söylüyorsun da, Rusya’ya bak. Rusya’da yolsuzluk Türkiye’dekinden daha mı az? Veya Çin’e bak. Çin Türkiye’den daha mı demokratik? Müslümanları toplama kamplarına götürüyorlar. Ne olup bittiğinden haberimiz yok. Ya da Mısır’a bak. Mısır çok mu demokratik bir ülke?’’ Bunun cevabı şu: Rusya gibi yolsuzluklara bulaşmış bir ülke olma hakkınız var. Ama bunun için, doğalgazınızın, kömürünüzün ve petrolünüzün olması lazım. Ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi bir ülke olabilirsiniz ama toprağı eştiğinizde altından para çıkıyor olması lazım. Veya Çin gibi bir ülke olabilirsiniz ama o zaman da yurtiçi tasarruflarınız, milli gelirin yarısını bulacak. Öyle ki dünyadaki toplam döviz rezervlerinin önemli bir kısmı sizin elinizde olacak. O zaman istediğinizi yapma özgürlüğünüz var. Mısır gibi olmak istiyorsanız da, o zaman ABD ne derse, onu yapmaya mahkûmsunuz. 

Ciddi bir devlet olacaksak… Ciddi devlet ne demektir? Bence, egemenliğini kendi bileğinin hakkıyla kazanmış devlettir. Türkiye ciddi bir devlettir. Biz egemenliğimizi gerçekten kendi bileğimizin hakkıyla kazandık. Onurlu bir toplumuz. Hatalarımız var kuşkusuz. Ama hiç olmazsa insan yüzüne bakamayacak bir vaziyette değiliz. Biz bu vaziyetimizle büyümek istiyorsak ve yurt içi tasarruflarımız da buna yetmiyorsa, o zaman bu bahsettiğim şeyleri uygulamak lazım. Peki, kim uygulayacak bunu? Önce biz uygulayacağız bunu. Orada da kısa bir dönem bir siyaset tecrübem oldu biliyorsunuz. Orada fark ettiğim şöyle bir şey var: Nasılsanız öyle idare ediliyorsunuz. Ben hep şunu düşünürdüm: ‘’Bu nasıl bir sistem ki hep içimizdeki en kötü insanları bulup yönetici yapıyoruz.’’ Meğerse öyle değilmiş. Toplumdan gelen talepler ‘’Ben, hakkım neyse onu alayım’’ şeklinde olursa, siyaset de bozulmaz. Ama toplum hak etmediği bir refah düzenini yaşamak istiyorsa  -hani 1991 seçimlerinde Demirel’in meşhur ‘’Kim ne veriyorsa ben 5 lira fazlasını vereceğim’’ sloganı vardı- bu davranış biçimi prim buluyorsa… Oğlumu, kızımı işe koy. Şunu yap, bunu yap’’ diye beni arayan seçmenlere şunu diyordum: ‘’Arkadaşlar, siyaset ortak sorunları çözmek için kurulmuş bir mekanizmadır. Okul ihtiyacınız varsa, altyapıya ilişkin bir sorununuz varsa, adalet mekanizmasıyla ilgili bir sorununuz varsa söyleyin. Ama devlet tek tek, sizin oğlunuza, kızınıza iş bulma kurumu haline dönüşürse’’… Devletin parası diye bir şey yok ki. Devletin parası bizim ödediğimiz vergiler. Bunu bu şekilde kullanma hakkımız yok. Dolayısıyla bu, aşağıdan başlayacak bir şey. O da ancak eğitimle olacak bir şey diye düşünüyorum. 

Pişirici: Son söz Haluk hocamda. Ne yapmalı, kim yapmalı?

Levent: Ben meseleye biraz daha kötümser yaklaşacağım. Katıldığım ve katılmadığım yönler var. Daha doğrusu, farklı açıdan baktığım bazı noktalar var. Bir kere, bizim sorunumuz, 30-35 yıllık bir kültür problemi. Dolayısıyla, bunu bazı durumlarda olduğu gibi, 10 yıllık, 17 yıllık periyotlarla değerlendirmenin bizi körelteceğini düşünüyorum. Öte yandan, 2002’deki durumla bir karşılaştırma yapmak lazım. 2002’de, her türlü hikâyenin en iyilerinden bir tanesini yazabilecek durumdaydık; AB umudu vardı, bütçe esnekliği kaybolmamıştı -çünkü bugün en önemli problemlerden bir tanesi o- ve iyi tasarlanmış, uygulaması da doğru yapılan bir program vardı. Bu çerçevede, kabaca 1 trilyon dolar para girdi. Peki, biz ne yaptık bu 1 trilyonla? Şimdi onu ödeyeceğiz esas itibarıyla. Benim İbrahim Turhan’la ayrıldığım nokta şurası: Tamam, siyasetin gerçekten değişmesi gerekiyor. Her şeyden önce, ilk olarak siyasi partiler kanununu değiştirerek başlamak gerekiyor. ‘’Seç beni, seçeyim seni’’ ilişkisini kırıp, siyasi partileri normal çalışabilecek, toplumdaki siyaset yapmak isteyen insanların, rasyonel bir temelde siyaset yapabileceği bir kurum haline dönüştürecek bir değişiklik yapılması gerekiyor.  Ama burada vaaz edilen, o 1 trilyonun da özellikle piyasa fiyatlarıyla rant dağıtan bir mekanizmanın oluşturulması da esas itibarıyla kullanıldı. Özellikle de inşaat sektörü üzerinden konut rantı, doğa talanına yol açan madenler vs. bunların hepsi, giderek aşırı merkezileşen bir kamu idaresinin elindeki bütün olanakları tamamen kendi sübjektif çıkarları doğrultusunda dağıttığı bir mekanizma haline getirdi. Ve bu, büyük ölçüde dışarıdan fonlanarak da yapıldı. Şimdi bunlar açığa çıkmışken tam zamanı aslında; artık bu imar rantını, doğrudan doğruya tamamını kamusallaştıracak bir imar vergisi getirmek gerekiyor. Yani öyle bir arazi bul, o arazinin üstüne 1 milyon dolar harca binalar yap, sonra 9 milyar dolar rantı cebe at, olmasın. Gerçi o büyüme de siyasetin işine geliyor. Çünkü kaynağı olmayan bir ülkede büyümeyi de kaydi olarak yüksek göstermiş oluyorsunuz.  

Turhan: Biliyorsunuz böyle bir yasa tasarısı çalışması yapıldı, sonra ne olduğunu biliyorsunuz. O yasa tasarısı çalışmasını yapan siyasetçinin başına ne geldiğini biliyorsunuz. 

Levent: Bu imar rantı, en çarpıcı örnek olduğu için bunu söyledim. Yoksa sadece bundan ibaret değil. Bu aşırı merkezileşmeyle beraber, tamamen bir rant kontrol mekanizması haline gelmiş bir siyaset kurumu var. Ve bu siyaset kurumunun etrafında siyasete ilgi duyanlar da bu rantı paylaşabilecek kapasitedeler. Onun dışındakiler zaten hayatta kalmaya çalışan insanlar. Onlarda büyük bir sıkıntı söz konusu değil. Dolayısıyla bunun çözülmesi gerekiyor. Ama bütçe esnekliğinin kaybolması, özellikle ihale sözleşmeleri, geleceğe dönük sürekli ödeme içeren, üstelik büyük bir kısmı dövize bağlı ve ne olduğunu da bilmediğimiz harcamaları -çünkü bütçe dışı bir takım harcamalar da söz konusu- nasıl halledebileceğimiz konusunda gerçekten bir fikrim yok. Ama bunu da en azından şeffaf olarak, uzlaşı yoluyla, bir şekilde bütçenin tekrar kullanılabilir hale getirilmesi gerekiyor. 

İçinde bulunduğumuz durumun küresel olarak da sıkıntıları var. Feodalizm tanımı bugüne o kadar güzel oturuyor ki. Şu anda adını hatırlayamadığım bir İngiliz yazar, -aktaran Yalçın Küçük’tü- feodalizmi ‘’Kamu iktidarının özel ellerde bulunması hali’’ olarak tanımlıyor. Dünyadaki bütün iktidar yapılarına baktığımızda, sanki bir tür, kapitalizmden tekrar feodalizme doğru bir dönüş var. ‘’Yeni feodalizm’’ tartışmaları da geniş bir külliyat oluşturmaya başlamış zaten. Bütün bu yapının beslendiği şey de aslında aşırı merkezileşmiş, rant dağıtan bir mekanizma olarak siyasetin ve devletin örgütlenmiş olması. Bu yapıyı kırmamız gerekiyor.

İkinci bir mesele teknolojideki gelişmelerin yarattığı etkiler. Ki burada da yapacak fazla bir şey yok ama bir şekilde uyum göstermemiz gerekiyor. ‘’Zaten o kadar teknolojik değiliz, bizi o kadar etkilemez’’ diye düşünmemek gerekiyor. Çünkü haziran başında OECD’nin bir raporu yayınlandı. OECD ülkeleri için hesaplamışlar. Türkiye’deki işlerin %63’ü orta vadede otomasyon riski altında. Türkiye OECD ülkeleri içinde üçüncü sırada. Bu çok ciddi, büyük bir şok aslında. Bunu besleyen kanallardan bir tanesi de şu: Bu otomasyon dolayısıyla, bizim gibi ülkelere doğrudan yabancı sermaye yatırımı olarak gelmiş olan sermayenin, artık metropol ülkelere dönmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bunun önemli bir eğilim haline dönüştüğünü iddia edenler var. Çok da haksız değiller. En azından dönüşme ihtimali olacaktır. Çünkü yabancı sermaye ucuz işgücü peşinde buraya gelmişti. Zaten otomasyonun ikame ettiği ilk kesim, ucuz işgücü. Onun dışında bir de yetişmiş elemana ihtiyaç var. Onu da metropol ülkelerde bulabilecek. Dolayısıyla geri göçün de yaratacağı bir şok olacaktır. Burada işsizlikle mücadele anlamındaki stratejileri tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Çünkü bunun yaratacağı geri dönüşe de etkisi önemli. Dolayısıyla, hem içeride, hem dışarıda, 2002’ye göre çok daha büyük dezavantajlarla karşı karşıyayız. Bütün bunları oturup planlayacak, bütün kesimlerin de katkı sunabileceği bir mekanizmayı yaratacak ve bu mekanizmanın sürekliliğini sağlayacak bir siyaset kurumunu oluşturacak tedbirler almak gerekiyor. 

Pişirici: Çok teşekkür ediyorum Prof. Dr. Haluk Levent, Doç. Dr. İbrahim Turhan, Erkin Şahinöz. Konuklarımızla, Merkez Bankası’nın bugünkü faiz indirimi ışığında, Türkiye ekonomisini değerlendirmeye çalıştık. Umarım izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.