Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Edward Snowden’ın hatıralarından seçmeler: “Bizler – ben, siz, hepimiz – fazla saftık”

Amerikalı oyunbozan (whistleblower) Edward Snowden’ın hatırlarından hareketle Le Monde gazetesinde 13 Eylül’de yayınlanan “Edward Snowden publie ses Mémoires : « Nous – moi, vous, nous tous – étions trop naïfs »” başlıklı yazıyı Barış Can Kaştaş’ın çevirisiyle sunuyoruz:

Edward Snowden

Geçmişte NSA için çalışan “taşeron ajan” Snowden, Fransa’da 19 Eylül’de yayınlanacak otobiyografi kitabı “Permanent Record”da (Fr. « Mémoires vives », Le Seuil, Türkiye’de Epsilon Yayınevi tarafından yayınlanacak) bir oyunbozan olarak hayatını anlatacak.

Geçmişte Amerikan istihbaratı için çalışan “taşeron ajan”, 2013’te ABD ve dünya genelinde kurulu olan gözetleme sistemini ortaya çıkarmıştı. Fransa’da 19 Eylül’de yayınlanacak otobiyografisi “Mémoires vives”, Snowden’ın bir oyunbozan olarak hayatını anlatıyor. Kitaptan dikkat çeken alıntıları size sunuyoruz:

Kesit. Küresel iletişim altyapısının Amerikan karakteri düşünüldüğünde, hükûmetin toplu gözetime girişeceği tahmin edilebilirdi. Bu benim için gün gibi bariz olmalıydı. Ancak olmadı. Amerikan yetkilileri böyle girişimleri gerek basında, gerek mahkemelerde o kadar net bir kesinlikle, o kadar sertçe reddediyorlardı ki, onları yalan söylemekle suçlayan şüpheciler komplocu müptezel muamelesi görüyorlardı.

Bizler – ben, siz, hepimiz – fazla saftık. Bu benim için özellikle acı bir durum. En son aynı hataya düştüğümde orduya katılmadan önce Irak’ın işgalini haklı bulmuştum. İstihbarat alanında çalışmaya başladığımda, bir daha kandırılamayacağımdan emindim. Artık elimde çok gizli belge yetkisi vardı, bu da hatırı sayılır bir şeydi. Neticede yetkililer sırları koruyanlardan sır saklayacak değildi ya? Bütün bunları anlatmamın sebebi, aslında bariz olan durumu tasavvur bile edemediğimi göstermek. Bunun değişmesi için 2009 yılını ve Amerikalı elektronik istihbarat servisi NSA’in Japonya’daki bir bürosuna tayinimi beklemek gerekti.

Bu iş benim için mükemmeldi, sayesinde dünyadaki en başarılı istihbarat servisine katılacaktım. Resmi olarak taşeron statüsünde olacak olsam da, bana verilecek sorumluluk ve yaşayacağım şehir (Tokyo) beni ikna etmeye yetmişti. İşin ironisi, ülkemi yönetenlerin ne yaptıklarını anlamamın yolunun özel sektörde çalışmaktan geçmesiydi. Eskiden CIA’de olduğu gibi, bu [özel sektörde çalışma] sadece bir kılıftı, işin aslı bütün çalışmalarımı NSA ofislerinden yapıyordum. Hayatımda ilk defa, bulunduğum yerde sistemin nasıl çalıştığını bilmenin yanında diğer sistemlerle nasıl etkileşime girdiğini bilen tek kişiydim. Bu iş, bu durumun verdiği gücü kavradığım ilk yer oldu. (…)

Ananas tarlasının altında bir fabrika

Hawaii takımadasında, Oahu Adası’ndaki Kunia’da bir ananas tarlasının altına gizlenmiş, Pearl Harbor zamanından kalma devasa bir havacılık fabrikası, NSA üssüne ev sahipliği yapıyordu. Betonarme tesis ve bir tepeye komşu bir kilometre uzunluğundaki tüneli, sunucular ve büroların olduğu üç adet geniş erişim denetimli bölgeye çıkıyordu. Burası Kunia bölgesinin Güvenlik Operasyonları Merkezi’ydi (Security Operations Center, SOC). Halen ismen Dell için çalışsam da, 2012’de bir kez daha NSA için göreve seçilmiştim. O yaz güzel bir gün – doğum günümde – güvenlik kontrollerinden geçerken aniden geleceğimin karşımda durduğunu fark ettim.

Kararı o anda verdiğimi söylemiyorum. Zaten hayattaki büyük kararlar asla bu şekilde alınmazlar. Fark etmeden kararı alır, ancak sonradan, vicdanımızın bizim için çoktan bu yolu seçtiğini, artık bu yolu takip edeceğimizi kabul edebildiğimiz zaman bu kararı aldığınızı fark ederiz. 29. yaş günüm için kendime hediyem de bu oldu: Sonunda hayatımın tek (ne olduğu, doğruyu söyleyelim, halen belirsiz) bir şeyi yapmaktan ibaret olacağı bir yola kendimi zincirlediğimi fark etmek.

Hawaii, Amerikan muhaberatı için önemli bir yer haline gelmişti. Bu özellikle benim de çalıştığım Japonya ve 48 Amerikan anakıta eyaleti (ve Asya’daki diğer yerleşkeler) arasında istihbaratın el değiştirdiği durumlar için geçerliydi. NSA beni Sharepoint sisteminin yöneticiliğine atayarak, belge idaresinde bir numaralı pozisyona koymuştu. Pratikte gelen bütün mesajları kabul eden bendim.

Hikayeme devam etmeden önce, NSA’deki suiistimalleri araştırmamın dosyaları kopyalarak değil, sadece okuyarak başladığının altını çizmek istiyorum. İlk olarak 2009’da Tokyo’dayken başlayan şüphelerimi doğrulamak istiyordum. Bundan üç yıl sonra, ülkemin bir toplu gözetleme sistemi kurup kurmadığını, kurduysa bunun nasıl çalıştığını öğrenmekte kararlaydım. Araştırmamı nasıl yapacağımdan emin olmasam da bir şey kesindi: Tepki vermeden önce sistemin nasıl çalıştığını anlamam gerekiyordu.

“Rubik Küplü Genç”

NSA’in yarına çıkabilecek halde kalmasını sağlamak adına kendi kopyamı nasıl yapıp bu kopyayı nasıl şifrelediğimi kağıda dökme isteğimi zaptedeceğim. Ancak dosyaları kopyalamak için kullandığım depolama teknolojisini anlatabilirim. USB bellekleri aklınızdan çıkarın; düşük depolama kabiliyetlerinin yanında fazla yer tutuyorlar. Bunun yerine SD kartlardann faydalandım – kısaltma Güvemli Dijital (Secure Digital) anlamına geliyor. Daha açık olmam gerekirse, mini ve mikro-SD kartlardan faydalandım. Eğer bir dijital fotoğraf makinesi ya da kamera kullandıysanız ya da tabletinizde daha fazla hafızaya ihtiyacınız olduysa, SD kartların neye benzediğini biliyorsunuzdur. SD kartlar metal detektörlerini asla çalıştırmazlar. Dahası, kim böyle küçük bir şeyi üstümde unuttum diye bana laf edebilirdi ki?

Ne yazık ki SD kartların küçük boyunun bir bedeli var: Veri aktarımı fazlasıyla yavaş bir şekilde yapılıyor. Bu yüzden kopyalama barı dolup “%100, bütün dosyalar kopyalandı” bildiriminin rahatlığına ulaşana kadar ölüm terleri döktüm. Kopyalama sırasında her yerde gölgeler görüyor, her köşeden adım sesleri duyuyordum. Kart dolduğunda, günlük kaçış rutinimi oynamam gerekiyordu: Bu hayati önemi olan arşivi binadan çıkar, şefler ve üniformalı adamların önünden geç, merdivenlerden in, boş bir koridoru hızla geç, kartımı okut, silahlı güvenlik görevlilerinin önünden geç, kilitli güvenlik kontrolünden – birinin açılması için ilkinin kapatılması ve kartınızın okutulması gereken (ve kartınız okutulmaz ya da bir şeyler olması gerektiği gibi gitmezse güvenlik görevlisinin size silah tuttuğu, kapılarım kilitlendiği ve “Eh, bugün şansım yokmuş!” dediğiniz) iki kapılı bölgelerden – geç. Binadan her çıktığımda korkudan donakalıyordum. SD kartını düşünürsem normalden farklı davranırım diye korktuğumdan, kendimi kartı düşünmemeye zorlamam gerekiyordu. Bir keresinde kartı çoraplarımdan birine, paranoyanın zirvesinde olduğum bir başka zaman da gerektiğinde yutmak için ağzıma saklamıştım.

Tünelin öteki ucunda etrafı kolaçan eden FBI ajanları olduğunu hayal etmeden duramıyordum. Genelde güvenlik görevlileriyle şakalaşmaya çalışıyordum, Rubik Küpüm tam da burada çok işime yaradı. Tüneldeki diğer herkes gibi, güvenlik görevlileri beni “Rubik Küplü Genç” olarak tanıyorlardı. Rubik Küpü totemim, hem iş arkadaşlarımın hem de benim dikkatimizi dağıtmak için bir araç olmuştu. Oradakilerin çoğu muhtemelen küple gezinmemin çevreme bir intiba bırakmak için, o da olmadı geek muhabbetine bir davetiye sunmak için olduğunu düşünüyorlardı. Bu yanlış değildi, ama küp her şeyden önce kaygımı kontrol etmek için bir yöntemdi. Rubik Küpü beni sakinleştiriyordu.

Ancak evime döndüğümde rahatlamaya başlıyordum. Evimin dinlendiği fikrinden her zaman endişe duymuştum – bu, FBI bir ajanının sadakatinden şüphe duyduğunda kullandığı sevimli yöntemlerden biriydi. Bilgisayarın başına kanapenin üstünde, çocuk gibi bir yorganın altına girip geçiyordum, pamuk kameraları engelleyebilecek kadar kalın diye. Aniden tutuklanma riski ortadan bir süreliğine ortadan kalktığında, dosyaları taşınabilir bilgisayarımdan bir harici sabit diske aktarıp hepsini farklı uygulama yöntemleri ve birden fazla algoritmayla şifrelemekle (böylece şifreleme metotlarımdan biri başarısız olsa bile diğerleri dosyayı saklamaya devam edebilirdi) ilgilenebiliyordum.

Sonuçta seçtiğim belgeler, bir süre evde çalışma masamın üzerinde bıraktığım bir harici diskin içinde kaldı. Verilerin şu halde işyerinde oldukları kadar güvende olduklarını biliyordum. Doğrusu, kullandığım farklı şifreleme metodları ve farklı şifre seviyeleriyle, işyerinde olacaklarından daha da güvendeydiler. Kriptoloji sanatının benzersiz güzelliği de burada yatıyor. Birazcık matematikle tüfekler ve dikenli tellerin başaramadığı o şeyi başarabiliyoruz: Sır tutmayı.

Havaalanında kırk gün

Şeremetyevo’ya [Moskova Havaalanı] 23 Haziran [2013] günü, normalde 24 saatlik bir aktarma için indik. Bu aktarma süresi yakında neredeyse altı yıl olacak. Sürgün, bitmeyen bir aktarma aslında. İstihbaratçılar arasında, özellikle CIA’de, gümrükte çıkabilecek sorunlardan kaçınmayı öğrenirsiniz. Amacınız sıradaki en sıkıcı, en unutulası yüze sahip kişi olmaktır. Ancak pasaportta yazan adınız bütün gazetelerin manşetlerine basıldığında bu hiç de kolay değildir.

Küçük mavi kitapçığımı pasaport kontrol kabinindeki sakalı adama verdim, adam pasaportu taradıktan sonra her sayfayı tek tek inceledi. Sarah [Harrison, gazeteci ve WikiLeaks’te editör] arkamda metin bir şekilde duruyordu. Sırada bizden önce gümrükten geçenlerin ne kadar sürede geçtiklerine dikkat etmiştim ve bizim pasaport kontrolümüz buna göre fazla uzamıştı. Adam telefonunu çıkarıp Rusça bir-iki kelime homurdandı ve neredeyse aniden – fazla hızlı bir şekilde – üniformalı iki güvenlik görevlisi bize yaklaştılar. Biri kabindeki adamdan küçük mavi kitapçığımı alıp bana yaklaştı: “Pasaportunuzda bir sorun var. Lütfen bizimle gelin.”

İki güvenlik ajanı bizi çabuk adımlarla detaylı kontrollerin yapıldığını tahmin ettiğim bir odaya götürdüler. Ancak bunun yerine Şeremetyevo Havaalanı’nda şatafatlı bir toplantı odasına çıktık. Sarah ve ben içi gri takım elbiseli adamlarla dolu bu toplantı odasına girdik. Sayıları yaklaşık yarım düzineydi, hepsinin saçları asker tıraşıydı. Adamlardan biri diğerlerinden ayrı bir yerde elinde bir kalemle oturmuştu. Not almakla meşguldü, bir tür sekreterdi, en azından öyle olduğunu düşündüm. Yanında bir yığın kağıtla beraber bir dosya önündeydi. Dosyanın kapağında tek renk bir nişan vardı. Nişanın anlamını bilmek için Rusça bilmeme gerek yoktu: Kılıç ve kalkan, Rusya’nın ana istihbarat servisi Federal Güvenlik Servisi’nin (FSB) arması.

ABD’de FBI gibi, FSB soruşturma ve casusluk yapmakla yetinmiyor. Bunun yanında tutuklama yapma yetkileri de var. Masanın merkezinde diğerlerine göre daha yaşlı bir adam, diğerlerine göre daha zarif bir takım elbiseyle oturuyordu. Saçlarına düşen aklar otoritesini kanıtlayan bir hale gibi parlıyordu. Önüne oturmamız için bize iltimat dolu, gülümser ve deneyimli olduğunu gösterir bir işarette bulundu.

Boğazını temizledikten sonra, yaşlı adam düzgün bir İngilizceyle CIA’in “cold pitch” (soğuk pazarlama teklifi) dediği, kısaca yabancı bir istihbarat teşkilatının “Gelin bizimle çalışın” diyerek mutabakat sunduğu bir teklifte bulundu. İşbirliği karşılığında, bu teklifin yapıldığı kişiler tomarlarca paradan tutun dolandırıcılıktan cinayete neredeyse her suç için geçerli “Kodesten ücretsiz çık” kartına kadar türlü lütuflarla cezbedilir. İşin püf noktası elbette karşı taraftan buna karşılık aynı değerde veya daha büyük bir hizmet beklenmesidir. Zaten bu tür antlaşmalar asla net ve muğlaklıktan temiz bir şekilde yapılmaz. Düşününce buna “cold pitch” demek biraz komik, çünkü teklifi yapan sözüne her zaman sıcak, hafif ve niyetli bir tonla, ağzında büyük bir gülümsemeyle başlar.

Bu konuşmayı olabildiğince kısa kesmem gerektiğini biliyordum. Eğer bu müzakereyi derhal sonlandırmazsanız, karşı taraf sırf teklifi değerlendirdiğiniz bir kaydı sızdırarak bile itibarınızı yok edebilir. Bu yüzden adam rahatsızlıktan dolayı özür dilerken, ben etrafta gizli kameralar olduğunu düşünerek kelimelerimi dikkatle seçtim: “Dinleyin, kim olduğunuzu ve şu anda ne yaptığınızı anlıyorum. Kim olursa olsun, hiçbir istihbarat örgütüyle işbirliği yapma niyetim olmadığını açıkça belirtmeme izin verin. Saygısız görünmek istemem, ancak böyle bir işbirliği konuşmamızda hiçbir şekilde yer bulamayacak. Eğer çantamı aramak istiyorsanız, yanımda duruyor.”

Bunun üzerine adam bana sordu:

“Yani Rusya’ya, burada kalmak için gelmediniz?

— Hayır.

— Bu durumda nereye gitmeyi planladığınızı sorabilir miyim? Son istikametiniz neresi?

—Caracas ve Havana’dan geçerek Quito, Ekvador.” diye cevap verdim, bunu çoktan bildiğini bilerek.

Ancak konuşma aniden yön değiştirdi.

Bana “Bilmiyor musunuz?” diye sordu. Ayağa kalkıp birazdan ailemden birisinin vefatını bildirecekmiş gibi baktı. “Ne yazık pasaportunuzun artık geçerli olmadığını size üzülerek bildirmek durumundayım.”

Şaşkınlıktan sadece kekeleyerek cevap verebildim. “Pardon ama s… size inanmıyorum.”

Söylediklerini hazmedemiyordum: Kendi hükûmetim beni Rusya’ya hapsetmişti. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya’ya böyle bir propaganda zaferi sunarak kendi kendine büyük bir darbe vurmuştu. Bundan sonra havaalanında 40 uzun gün ve 40 uzun gece geçirdik. Bu sürede toplam 27 ülkeye siyasi iltica talebinde bulundum. Bir tanesi bile ABD’nin öfkesini üzerine çekmeyi göze alamadı. 1 Ağustos günü, [Rus hükûmeti] bana geçici iltica hakkı verdi.

Edward Snowden, oyunbozan

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.