Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yoksa Türkiye normalleşiyor mu?

CHP’li belediye başkanlarının Erdoğan ile buluşmadan memnun ayrılmaları, Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri kararı, Cumhuriyet Gazetesi eski çalışanlarının tahliyesi… Bütün bunlar bir iyimserlik dalgasına ve Türkiye’nin yeniden normalleşmeye başladığı düşüncesine neden oldu. Öyle mi gerçekten?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Haftasonu merhum Erdal İnönü’nün eşi Sevinç İnönü İstanbul’da bir yemek verdi ve burada Ekrem İmamoğlu ve eşi, onunla birlikte ev sahipliği yaptılar. Çok sayıda siyasetçi –ki içlerinde Yunanistan’dan Papandreu da var–, gazeteci, aydın bir araya gelmiş. Oraya katılanlardan, davetlilerden birisi de gazeteci Kadri Gürsel. Kadri’ye sordum nasıl olduğunu, ortamı anlatmasını. Birçok şey söyledi; ama en önemli, dikkat çekici hususun, orada bulunan insanların hemen hemen hepsine hâkim olan iyimserlik duygusu, rahatlama duygusu olduğunu söyledi. Ahmet Türk tabii ki o gecenin en önemli konuklarından birisi, ama büyük bir çoğunluğu CHP’li ve CHP çizgisine yakın siyasetçiler olarak tarif edilebilir. Bunlar da Kadri’nin gözlemi –ki Kadri’nin gözlemleri çok isabetlidir–, hemen hemen herkeste çok ciddi bir iyimserlik havasının hâkim olduğunu söyledi. Bu iyi bir şey; özellikle 31 Mart ve 23 Haziran öncesi yaptığım yayınlarda çok dile getirdiğim bir husustu; muhalefetin özellikle iyimserlik ve kötümserlik, sakinlik ve sertlik arasında gidip geldiğini, halbuki kötümser olmayı gerektirecek pek bir durum olmadığını söylüyor ve bunu, “Yeter ki sakin bir şekilde hareket edilebilsin” diye tanımlıyordum. 23 Haziran sonrası Türkiyesi’nde, muhalefetin, özellikle de ana muhalefetin üzerinde bir rahatlamışlık hali var; bir kazancın getirdiği, seçim zaferinin getirdiği iyimserlik havası var. Ama bu ne kadar birebir gerçeklerle örtüşüyor?

Bu konuda eleştirel bakmakta yarar var; çünkü özellikle 31 Mart ve 23 Haziran’dan sonra Türkiye’de yepyeni bir Türkiye’nin zemini oluştu. Ancak bu zeminin doldurulması için olayları kendi akışına bırakmak tek başına yeterli değil. Türkiye kendi halinde gittiği zaman zaten bir şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi, daha doğrusu Erdoğan iktidarından uzaklaşıyor, onunla arasına mesafe koyuyor. Erdoğan iktidarının var olan krizi her geçen gün daha da derinleşiyor; ama bu krize bir şekilde müdahale edilmesi ve bu krizin sonucunda toplumdaki değişim beklentilerini karşılayan birtakım adımların atılabilmesi gerekiyor. Yani olayı sadece iktidarın kendi kendini tüketmesine bırakmakla olabilecek bir iş değil. Bir kere her şeyden çok, gereksiz bir zaman kaybına yol açar. Şu anda görüntülerini görüyorsunuz, Cumhuriyet gazetesinin eski çalışanları, meslektaşlarımız haksız yere fazladan hapis yattılar ve Yargıtay’ın kararıyla onlar da tahliye oldu. Bir diğer husus Barış Akademisyenleri; Barış Akademisyenleri de Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından teker teker beraat etmeye başladılar. Bütün bunlar da ayrı bir iyimserlik ve “Türkiye galiba nihayet normalleşiyor” duygusunu da beraberinde getirdi. Tabii ki bütün bunlar, Cumhuriyet gazetesi eski çalışanları ve Barış Akademisyenleri’nin birtakım mağduriyetlerinin devredışı kalması, Cumhuriyet eski çalışanlarının özgürlüğüne kavuşması, Barış Akademisyenleri’nin en azından davalarda artık ceza almayacaklarının belirginleşmesi tabii ki bir kazanım, iyi bir şey, ama bu ileriye doğru bir kazanım değil. Türkiye zaten bu noktaları çoktan geçmişti, düşünce ve ifade özgürlüğü noktasında Türkiye’nin zaten, basın özgürlüğü noktasında, bu noktalardan çok daha ileride olduğu zamanlar vardı. 

Bu noktada, bu bağlamda aklımıza tabii ki o meşhur “Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirip sonra buldururmuş” lâfı geliyor. Burada da yaşanan, aslında iktidarın aldığını bir şekilde yargının belli kurumlarının –bir şekilde, ama tamamını değil– geri vermesi söz konusu. Dolayısıyla burada tabii ki bir memnuniyet var, ama bu aslında Türkiye’nin henüz olması gereken nokta değil, hâlâ bunun çok çok uzağındayız. Örneğin Barış Akademisyenleri davasında beraat etmeye başladılar, evet, ama görevlerine iadeler başlamadı, bunların da olması gerekiyor. Çok sayıda KHK’lı –sadece akademisyen değil–, işlerine geri dönmesi gereken KHK’lılar var ve bu konuda hâlâ devlet işi sürüncemede bırakıyor, yargı yeterince cesur davranmıyor. 

Anayasa Mahkemesi’nin ya da Yargıtay’ın değişik konularda olumlu kararlar alıyor olması Türkiye’de bağımsız ve tarafsız yargının yeniden tesis edildiği anlamına gelmiyor. Aslında Türkiye’de bağımsız ve tarafsız yargı gerçek anlamıyla, kâmil anlamda hiçbir zaman olmamıştı; ama bu kadar da bağımlı ve bu kadar da taraflı bir yargı olmamıştı. Şimdi yargının bazı kurumları daha korunaklı alanlarda siyasî iktidara rağmen birtakım kararlar alabiliyorlar. Ama hâlâ çözülmemiş bir yığın sorun var, özellikle basın özgürlüğü anlamında baktığımızda, Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Mümtazer Türköne gibi isimler hâlâ cezaevinde tutuluyorlar. Birçoğuna uygulanan, kendileriyle benzer durumda olan insanlara sağlanan imkânlar –tahliye mesela–, özgürlüklerine kavuşma birçok gazeteciden esirgeniyor, bu örnekleri çoğaltmak mümkün. İyi birtakım şeyler oluyor; ama bunu normalleşme olarak görmek çok aldatıcı olur bence. Normalleşmeye doğru bir adım olarak görülebilir; çünkü AKP iktidarı artık otoriterliğin sonuna geldi. Bunun daha ötesine gidebilir mi? Tabii ki gidebilir teorik olarak; ama bence pratikte artık çok da fazla zorlayabilecek bir güçte değil. Hele ekonominin bu kadar kötüye gittiği bir ortamda bu otoriterliği tek başına daha da uç noktalara taşıyabilecek durumda olduklarını sanmıyorum. 

Buna mukabil iktidarın doğrudan ya da dolaylı ortakları, mesela MHP, bir anlamda Vatan Partisi, bu konuda daha tavizsiz olunması gerektiği noktasında AKP iktidarına bir baskı yapıyorlar, bunu görüyoruz. İlginç olan, bu partilerin ve bu şahsiyetlerin, partilerin liderlerinin AKP’den kopuşlar konusunda, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu konusunda AKP’lilerden daha fazla AKP’li olduklarını görüyoruz. Daha saldırgan, agresif tutumlar takılıyorlar –gerek Babacan’a gerek Davutoğlu’na karşı–, bu da bir ilginçlik olarak önümüzde duruyor. Peki Türkiye normalleşmiyorsa ne oluyor? Türkiye aslında normalleşmek zorunda ve Erdoğan iktidarı bunu sürekli geciktirmeye çalışıyor. Ama yargının içerisinden belli kesimler belli noktalarda buna karşı direnç göstermeye başladılar –şu ya da bu nedenle– ve bunların bazıları iktidarın dolaylı ya da doğrudan desteğiyle de oluyor olabilir, yani Cumhuriyet eski çalışanlarının bırakılması, Barış Akademisyenleri beraatinin kapısının sonuna kadar açılması, iktidarın çok da fazla itiraz etmeyeceği şeyler olabilir. Ama birçok durumda yargının gitmek istediği, gidebileceği, gitmesi gereken yerlere iktidardan çekindiği için ve özellikle de Erdoğan’dan çekindiği için gitmediğini biliyoruz. 

Peki bu normalleşme nasıl olacak? Türkiye’nin normalleşmesi bırakılamayacak kadar değerli bir şey. Dolayısıyla burada iktidar dışı unsurların, muhalefetin ve sivil toplumun çok ciddi bir şekilde devreye girebilmesi gerekiyor. Bu noktada tutuk bir muhalefet var, kendinden çok emin olmayan bir muhalefet var ve başta da dediğim gibi işi sadece oluruna bırakmış, nasıl olsa bunun ister istemez AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının sonuna mecbur kıldığını düşünen bir muhalefet var. Yani çok da aktif olmayan, seçimden seçime ortaya çıkan bir muhalefet var. Ama normal şartlarda uzun bir süre erken seçim olmayacak –ki bu konuda rivayet muhtelif–, seçime gitmeyecek olan bir Türkiye var. Bu noktada baktığımız zaman Türkiye’nin normalleşmesi, kaçınılmaz olan normalleşmesi Erdoğan’ın insafına terk edilmiş oluyor — ki bu kabul edilebilir bir durum değil. Erdoğan’ın insafıyla Türkiye’nin gidebileceği çok fazla bir yer yok; çünkü Erdoğan birçok noktada kendisini bağlamış durumda ve özellikle kurduğu ittifaklar onun istese de yeniden normalleşmeye çok fazla yönelemeyeceğini bize gösteriyor. Tabii ki normalleşme meselesinde en kritik nokta HDP meselesi, Kürt meselesi. Bu normalleşmenin bir örneği olarak gösterilen, mâlûm, sarayda yapılan büyükşehir belediye başkanları toplantısı var. Oraya katılan CHP’li büyükşehir belediye başkanları genellikle pozitif konuştular, olumlu konuştular ve oradaki diyalog ortamının çok olumlu olduğunu, bir şeylerin sanki değişiyor olduğunu söylediler, memnun ayrıldılar. Lâkin orada çok ciddi bir mesele vardı: HDP’nin kazanmış olduğu üç büyükşehir belediyesi valiler tarafından temsil ediliyor artık. Dolayısıyla HDP dışında CHP’li büyükşehir belediye başkanlarıyla normal bir ilişki –ki onun ne kadar olacağını da zaman içinde göreceğiz– kuruyor olmak, tek başına Türkiye’nin normalleşmesi anlamına gelmeyecek. Kayyum atamalarından geri dönülmediği müddetçe –ki kolay kolay dönmeyecekleri anlaşılıyor– Türkiye’de bir normalleşmenin, sahici bir normalleşmenin olduğu asla söylenemez. 

Ne yapıyor siyasî iktidar? Kendi tıkandığı yerlerde kendi eliyle birtakım sivil hareketleri devreye sokarak denge sağlamaya çalışıyor. Diyarbakır HDP önündeki annelerin eylemi bunun çok çarpıcı bir örneği. Oraya gidenler, bakanlar dâhil gidenleri, sanatçılar vs. iktidar yanlısı gazetecilerin akın akın oraya gidiyor olmasını ve böyle bir denge sağlamaya çalışıyor olduklarını gördük, böyle bir normalizasyon yaratmaya çalıştıklarını gördük. Ama buna mukabil İstanbul’da askerî lise öğrencilerinin aileleri AKP önünde çok kısa bir süre kalabildiler, Ankara’da da bir KHK mağduru yine aynı şekilde birkaç dakikadan fazla AKP binası önünde kalamadı. Dolayısıyla HDP’ye karşı ya da PKK’ya karşı –esas olarak PKK’ya karşı, ama burada yapılan, HDP önüne götürülerek– HDP’yi PKK’yla ve terörle eşleştirme çabası, devlet eliyle yapılan, en azından devlet teşvikiyle gösterilen bir çaba. Buna karşılık başka mağduriyetlerin kendini sokakta dile getirmesinin önüne tekrar devlet tarafından çıkartılan engeller var. Şu haliyle baktığımız zaman, Türkiye normalleşmenin çok ötesinde; ama bu çok taşınabilecek, sürdürülebilecek bir şey değil. Hele AKP’den ayrılanların partilerini ilan etmesiyle beraber –ki özellikle Davutoğlu hareketine artık insanlar istifa ederek teker teker katılmaya başladılar, il yönetim kurulu üyeleri eski milletvekilleri her gün bir tek tek de olsa haberler çıkıyor–,  Türkiye siyaseti gerçekten yeniden şekilleniyor olacak, saflar iyice netleşiyor olacak. Ve o zaman AKP ve Erdoğan bir tercih ile karşı karşıya kalacak. 

Bütün bu kopuşlarla beraber, bütün bu karşısındaki muhalefetin giderek daha güçleniyor olmasına karşı nasıl bir cevap verecek? Erdoğan’ın burada tekrar bir normalleşmeyi iktidar eliyle yapmaya razı olup, kayıplarını telafi etmek yolunda adımlar atmasını bekleyenler var. Böyle bir ihtimal yüzde sıfır değil, ama bence çok düşük bir ihtimal. Erdoğan o treni çoktan kaçırmışa benziyor. Eğer o treni kaçırmamış olsaydı, örneğin Davutoğlu kopup gitmezdi diye düşünüyorum — Babacan ve Gül neyse de Davutoğlu gitmezdi diye düşünüyorum. Artık bu kopup gidenlerden sonra, Erdoğan geri kalanlarla istese de bir normalleşmeyi gerçekleştirebilecek durumda değil. Bu arada tabii bir not da düşmek lâzım: Havuz medyasında peş peşe yaşanan ilginçlikler var. Bunlar genellikle polemik üzerinden, dedikodu üzerinden yürüyor. Bunlara çok böyle isimlerini vererek değinmek istemiyorum, çok anlamlı değil; ancak orada yaşanan kopuşlar da bize şunu gösteriyor: Artık birileri birtakım imtiyazlarından vazgeçerek bir tür, belki yıllar sonra ilk defa, cesur adımlarla iktidarla kopuş yaşıyorlar ve birtakım polemiklere de girmekte tereddüt etmiyorlar. Bu da zaten bize aslında geminin çok ciddi bir şekilde su aldığını gösteriyor. Erdoğan’ın bu gemiyi tekrar yüzdürebilmesinin yegâne yolu normalleşmeyi kabul etmesi, tekrar demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri, hukuk devletini ve Kürt sorununun barışçıl çözümünü kabul etmesiyle mümkün. Ama bunu kabul edebilecek bir durumda olduğu kanısında değilim. Dolayısıyla o gemi bir şekilde batacak ve Türkiye yeni bir gemiyle, normal bir yolculuğa devam edecek. Bunun ne zaman olacağı, nasıl olacağında da tabii o gemide olmayanlar, o geminin yolunun yanlış olduğunu söyleyenler ve o gemiden bir şekilde atlayıp yeni geminin kalkışını bekleyenler, bütün bunların hep beraber atacakları adımlarla belli olacak. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.