Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın bitmek bilmeyen ikilemleri

Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyaseti hayatı boyunca bir dizi kritik tercih yapmak zorunda kaldı ve özellikle ilk yıllarda genellikle isabetli seçimler yaptı. Fakat son yıllarda işler tersine dönmüşe benziyor; Erdoğan iç ve dış politikada peşpeşe ciddi stratejik hatalar yapıyor.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasî hayatına hep ikilemler damga vurdu, gözlemlediğim kadarıyla. Özellikle 90’lı yılların başından itibaren iki seçenek arasında yaptığı tercihlerde genellikle başarılı oldu. Ama sonra, özellikle son 4-5 yılda durumun farklılaştığı kanısındayım. Olabildiğince kronolojik olarak, Erdoğan’ın siyasî kariyerine, siyasî hayatına bir göz atarsak bunları görebileceğimiz kanısındayım. Hızlı bir şekilde gitmeye çalışacağım. Özellikle ilk başta Refah Partisi İstanbul il başkanıyken Yenilikçi Hareket’in doğuşuna vesile oldu; tek başına yapmadı, bir ekipti, ama onun bir tür adı konmamış lideriydi. Bu bir ikilemdi, çünkü Necmettin Erbakan bu tür şeylere, otoritesinin sarsılmasına çok sıcak bakmayan birisiydi; ama buna rağmen bunu yaptı. Kimi zaman Erbakan’la arası sorunlu oldu, ama bu Yenilikçi Hareket sayesinde İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı seçildi ve daha sonra yaşanan süreçler… AKP’nin kuruluşu buna dahil. Dolayısıyla orada Erbakan’a rağmen öteki yolu seçti ve başarılı oldu. Ardından Saadet Partisi kurulduğu zaman, daha doğrusu Fazilet Partisi kapatıldığı zaman o Erbakan’ın çağrısına uymadı arkadaşlarıyla beraber Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu, orada da önemli bir tercih yaptı. Bugünden bakıldığında yaptığı tercih çok normal gelebilir; ama o günün koşullarında zordu, çünkü parti yeni kapatılmıştı ve Erdoğan liderliğinde bir grup partiden ayrılarak bir nevi “hain” damgasını yemeyi göze aldılar ve Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular ve başarılı oldular. Dolayısıyla tercihi de isabetliydi. 

Ardından kendi dilini, AKP’yi kurduğu andan itibaren partisinin dilini eski Milli Görüş İslamcılık yerine daha küreselci bir muhafazakârlık, kendi tabirleriyle muhafazakâr-demokratlık üzerine inşa etti. Batı’yla, Avrupa Birliği’yle, ABD’yle ve hatta İsrail’le iyi geçinme yolunu tercih etti; yani burada da İslamcı çizgiye bir anlamda o aşamada bir veda etti. Meşhur Millî Görüş gömleğini çıkarma sözü buna delâlet eder. Bunda da bayağı bir başarılı oldu, dışarıdan çok ciddi bir destek aldı ve hatta bu tutumu nedeniyle içeriden de, Milli Görüş kökenli olmayan ama siyasette bir arayış içerisinde olan seçmenler ve bazı kadrolar da Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yöneldi. Daha sonra iktidarının ilk yıllarında hemen derin devletin direnciyle karşılaştı; özellikle ordunun, orduyla beraber hareket eden bazı kurumların, yüksek yargının, medyanın ve bazı sivil iddialı kuruluşların direnişiyle karşılaştı. Burada da önünde seçenek vardı: Ya bu Türkiye’deki müesses nizama tâbi olacaktı, yani hükümet olup iktidar olmayacaktı, ya da bunlarla mücadele edecekti. Mücadeleyi tercih etti ve mücadeleyi tercih ederken de Fethullahçılarla, Fethullah Gülen’le bir ittifaka girdi, stratejik bir irtibata girdi. Fethullah Gülen’in o ittifakı uzun bir süre dayattığını ve Erdoğan’ın Gülen’e güvenmediği için buna girmediğini biliyorum. Ama belli bir aşamadan sonra artık kaçınılmaz olarak, çünkü derin devletten gelen baskılar da iyice bunaldığı bir anda, bir başka derin yapıyla, Fethullahçılarla ilişkiye girip onlara karşı mücadele etti. Ergenekon, Balyoz… sonuç itibariyle baktığımız zaman bu süreçlerden de başarılı çıktı ve artık iktidarı büyük ölçüde kontrol etti. Ama belli bir aşamadan sonra Fethullahçılar bunun karşılığında, bu ittifakın karşılığında çok büyük pay istediler, daha fazla pay istediler. Ya iktidarını geniş bir şekilde Fethullah Gülen’le paylaşmaya razı olacaktı, ya da onlarla mücadele edecekti; burada da mücadeleyi seçti. İlk olarak dershanelerin kapatılması operasyonuyla başladı, buna Fethullahçılar çok sert cevap verdiler, MİT krizi yaşandı vs. oradaki süreçleri biliyoruz. Orada da bir tercih yaptı, çok riskli bir tercihti, ama burada da sonuç itibariyle baktığımız zaman Fethullahçıların büyük ölçüde etkisizleştirilmiş olduğunu görüyoruz — özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra. O da stratejik bir tercihti, pekâlâ iktidarını paylaşmaya razı olabilirdi; ama muhtemelen iktidarı paylaşmaya, daha geniş ölçüde paylaşmaya razı olsaydı Fethullah Gülen bir şekilde Tayyip Erdoğan’ı tasfiye edecekti — ki daha sonra gördüğümüz 17-25 Aralık soruşturmaları, bunların hazırlıklarıydı anlaşılan. Bir de “Selam Tevhid” diye hiç başlayamayan bir başka soruşturma var; bununla beraber Erdoğan ve ailesini ve yakın çevresini tasfiye edeceklerdi muhtemelen. Dışlandıkları zaman da denediler, ama beceremediler. 

Erdoğan’ın bir başka ikilemi Kürt sorununda oldu. Burada da ya eski devletin ret/inkâr politikasını sürdürecekti, güvenlikçi bir çizgiyle yola devam edecekti ya da sorunu barışçıl yollarla çözmeyi tercih edecekti. Bu konuda ikinciyi tercih etti, riskli bir karardı; ama birtakım değişik uygulamalarla –önce Oslo süreci, sonra Habur süreci, ardından Barış Süreci– bunu bayağı bir götürdü, bir müzakere noktasına gelmeden bir diyalogla işin içerisine İmralı’nın ve Kandil’in de dahil olduğu, HDP’nin bir tür arabuluculuk yaptığı bir süreç oldu. Riskliydi, ama burada da bayağı bir yol kat edildi. Lâkin 28 Şubat 2015’te olayın artık diyalogdan müzakere aşamasına geçeceği anda da Erdoğan yine bir ikilemle karşı karşıya kaldı ve bu süreçlerin hepsini bitirdi. Tabii bitirmesinde PKK’nın da birtakım etkileri olmuştur, ama sonuç olarak burada esas tercihi Erdoğan yaptı, bir ikilem karşısında tekrar adım adım ret ve inkâr politikalarına yönelen bir eski devlet çizgisine doğru yöneldi. Orada da bir ikilemde kaldı ve tercihini eskiye dönüşte yaptı. 

Bu da zaten bir anlamda Erdoğan’ın artık yanlış tercihler yapmaya başladığının önemli bir göstergesiydi. Onun öncesinde tabii Gezi olayları sırasında, toplumsal muhalefetle uzlaşma ya da onu bastırma yolunda bir ikilemle karşı karşıya kaldı — en büyük yanlış tercihlerinden birisi de oydu. Orada da ilk başlarda uzlaşacakmış gibi görünüp heyetler kabul etti vs. Ama daha sonra çok sert bir şekilde bastırma yoluna gitti ve bu anlamda da iktidarın Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi önemli aktörleriyle de yolunu çok ciddi bir şekilde ayırdı. Gezi, onların yolunun ayrılmasında –her ne kadar Bülent Arınç yıllar sonra tekrar dahil olduysa da–, o aşamada etkili olmuştur. Gezi, ardından Çözüm Süreci’nin diyalogdan müzakereye dönüşünü reddetme. Ve 7 Haziran seçimleri… oradan koalisyon çıktı, koalisyon yerine seçimleri tekrarlatmayı tercih etti. Başarılı oldu gibi gözüktü, ama bu aslında Erdoğan’ın bir kere daha krizini çözme şansını teptiğini bize gösterdi. Çünkü yıllar sonra, özellikle 31 Mart seçimlerinden sonra Erdoğan’ın ilk günden telaffuz ettiği “Türkiye ittifakı” o seçimin ardından pekâlâ hayata geçirilebilirdi ve Davutoğlu CHP’yle bir koalisyona gidebilirdi –ki kendisi buna niyetliydi–; Erdoğan’ın tercihi burada buna izin vermemek oldu. Ülke o kaotik dönemden sonra seçime girdi ve AKP tekrar iktidarı kazandı. Dolayısıyla Erdoğan’ın bu tercihi kendisi açısından doğruymuş gibi gözüküyor, ama orta ve uzun vadede doğurduğu sonuçlar itibariyle yanlış olduğu anlaşılıyor. Tabii bundan önce bir başka tercih vardı, o da kendisi cumhurbaşkanı seçildikten sonra yerini kime bırakacağı meselesiydi. Orada tabii ki ilk akla gelen Abdullah Gül’dü, ama Erdoğan buna yanaşmadı, bunun yerine Ahmet Davutoğlu’nu atadı, tercihini Gül yerine Davutoğlu’ndan yana yaptı — ardından bir süre sonra da Davutoğlu’nu tasfiye etti, o da ayrı bir husus. Ama Gül’ü tercih etmemesinin evveliyatı var, çünkü yine 2007’de, seçimlerin ardından –ki erken seçim yapılmasının nedeni Gül’ün cumhurbaşkanlığının asker tarafından kabul edilmemesiydi– erken seçimden daha büyük başarıyla çıkan AKP’nin yeniden Abdullah Gül’ü aday göstermesini Erdoğan aslında istemedi. Bunu engellemek için bayağı bir çaba sarf etti, kavgalı olduğu büyük medyayı da devreye soktu, ama Gül’ü kararından vazgeçirememişti. Sonra Gül yerine Davutoğlu’nu tercih ederek tek adam yönetimini güçlendirme yolunda çok ciddi bir adım attı. Eğer yerine Gül gelmiş gelmiş olsaydı işler biraz daha değişik olabilirdi, Davutoğlu Erdoğan’ın tek adam yönetimini kolaylaştırıcı bir figür oldu. Şimdi Davutoğlu bu yönetimi tek adam uygulamaları nedeniyle eleştiriyor, onu da kaderin garip bir cilvesi olarak not etmek lâzım.

Erdoğan’ın bir başka ikiklemi eski sistemle başkanlık sistemi arasındaydı. Başkanlık sistemini tercih etti ve kazandı. Ama baktık ki bu sistemle beraber getirdiği ittifak uygulaması zamanla kendi aleyhine çalıştı. Bu başkanlık sisteminin de kendi aleyhine çalışma ihtimali çok kuvvetle muhtemel. Çünkü bu sistemle yüzde 50+1 oy alan her şeyi alıyor, Erdoğan şu anda buna sahip. Ama yarın öbür gün partisi birinci parti olsa dahi başkanlık seçiminde yüzde 50+1 oy alamazsa hiçbir şeyi kontrol edemeyecek. Böylece aslında kendi kuyusunu bir anlamda kazmış olabilir. Sonuç olarak başkanlık sistemi tercihi ilk bakışta Erdoğan açısından daha akıl kârı gözükse bile, önümüzdeki süreçte bunun hiç de böyle olmayabileceğini göreceğiz. Bu süreçle birlikte kendine MHP’yi ve Devlet Bahçeli’yi müttefik olarak aldı ve dolayısıyla dilini de onlara uyarladı. Halbuki Türkiye’de İslamî hareketin, özellikle Millî Görüş Hareketi’nin milliyetçiliği muhafazakârlığının gerisinde kalan bir şeydir. Tabii ki bir milliyetçilik vardır, ama muhafazakârlık, yani İslamîlik çok daha ön planda olduğu için Kürtler kolaylıkla bu partilerin içerisinde, Millî Görüş partilerinin içerisinde yer alabilmişlerdi geçmişte. Ve birçok durumda Erbakan ve hatta ilk yıllarında AKP, MHP’nin dile getirdiği Türk milliyetçiliğine karşı çok açık ve net pozisyonlar alabilmişti — bunlar da bu partinin artısıydı. Ama MHP’yle kurulan bu ilişki, yani tercihin milliyetçilikten yana yapılması ve İslamîliğin ikinci plana itilmesi, Erdoğan’a ve partisine çok ciddi bir şekilde kaybettirdi ve kaybettirmeye de devam ediyor. Baktığımız zaman son seçimlerin hepsinde AKP’den kaçan oyların bir kısmının MHP’ye gittiğini görüyoruz, AKP zayıfladıkça MHP güçleniyor. Normal şartlarda MHP çok da istikbal vaat eden bir parti değildi. Ama MHP’nin dile getirdiği söylemlerin Kürt sorununda ve diğer konularda Erdoğan tarafından dillendirilmesiyle beraber MHP’nin önü çok ciddi bir şekilde açıldı. 

Dış politikada bir ABD-Rusya ikilemi var. Bunu kendi kendine yaratmış durumda Erdoğan; S-400’lerle beraber oldu bu. Bu kriz biteceğe benzemiyor, sürdükçe sürüyor ve işte şimdi “Patriot da alabiliriz”e kadar gitti, ama bu arada F-35’lerin gelmeyeceği netleşti. Burada çok ciddi bir ikilemle karşı karşıya. İkisini birlikte idare edebilme imkânı pek olmayabilir. Şu âna kadar çok vahim anlamda bu yaşanan krizin sonuçlarıyla karşılaşmadık, ama sürdürülebilir bir ilişki olduğu kanısında değilim. İkisinden birisini tercih etmek noktasına gelebilir; ama bu noktada ABD’yi tercih etmesi, hani bir geleneği sürdürmek anlamında anlaşılabilir bir şey olabilir. Ama ABD yerine Rusya’yı tercih etmesi halinde Türkiye’nin yapısının büyük ölçüde, özellikle savunma sanayiinin strateji perspektifinin büyük ölçüde değişmesi gerekecek. Çok ciddi bir ikilem olarak karşımızda duruyor. Bir başka husus; ABD’yle ilişkiler, Türk-Amerikan ilişkileri Erdoğan-Trump ilişkilerine dönüştü. Fakat burada Amerika’da çok ciddi ve çok güçlü bir müesses nizam var, bunu biliyoruz. Örneğin en son Pentagon’un yaptığı, Suriye’de SDG’ye silah temininin sürdüğü açıklaması bunun da bir örneği. Trump her şey değil, tabii ki Trump’ın da bir önemi var. Erdoğan’ın ABD’nin bu müesses nizamıyla mekanizmalarının çok azaldığı, iyice aşındığı gözüküyor. Bu da kendisine ve dolayısıyla Türkiye’ye çok ciddi sorunlar getirebilir. 

Şu anda yeni partiler söz konusu: Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın kuracağı partiler. Erdoğan’ın önünde çok ciddi bir ikilem var; bu partilerle açıktan mı savaş etmeli ya da sessiz mi kalmalı, olabildiğine sessiz mi kalmalı? Çünkü açıktan savaşırsa bir anlamda bu partilerin reklamını da yapmış olacak — böyle bir ikilemle karşı karşıya. Şu âna kadar tam bir stratejisi yokmuş gibi gözüküyor. İlginç bir şekilde onun müttefikleri onun yerine çok daha agresif bir tutum takınıyorlar: Devlet Bahçeli, hatta Doğu Perinçek. Erdoğan’ın o haşinlikle karşı çıktığını görmedik. Birtakım sızdırılan haberler var; işte, “Ümmeti bölmeyin” falan gibi, ama tam kamuoyunun karşısına çok sert bir şekilde henüz çıkmadı, pekâlâ çıkabilir. Ama burada da çok ciddi bir ikilemle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. 

Bir diğer ikilemi 31 Mart seçim sonuçlarını kabul etmek veya etmemekti. Orada da yanlış bir seçim yaptı, çok yanlış bir seçim yaptı; İstanbul seçimlerini kabul etmeyerek, gerekçesiz bir şekilde, sudan gerekçelerle kabul etmeyerek yenilgisini çok daha katmerli bir hale getirdi, kendisi yaptı bunu. O da çok büyük bir stratejik yanlış tercih olarak kayıtlara geçti. Şu anda önünde kabineyi değiştirip değiştirmeme gibi bir ikilem var. Ne zamandır böyle bir beklenti yaratılıyor, ama Erdoğan bunu sürekli erteliyor. Çünkü bu noktada kabineyi değiştirirse dışarıdan baskılara boyun eğmiş, güçsüz lider imajı yaratmaktan çekiniyor; ama bu kabine de gerçekten pek bir anlam ifade etmiyor, bir ikilem var. Tabii burada kabineyle ilgili beklenti esas olarak damadı Berat Albayrak’ın durumu. Çünkü ekonomik kriz var, ekonomik kriz iyi yönetilmiyor ve AKP tabanı ve kadroları da dahil olmak üzere Berat Albayrak’ın değiştirilip oraya daha güven veren bir ismin, uzman bir ismin getirilmesi yolunda bir beklenti var. Ama burada da Erdoğan yine boyun eğmiş lider görüntüsü vermemek için bunu erteliyor ya da yapmıyor. Dile getirilen bir senaryo, Berat Albayrak’ın daha iyi bir makama terfi ettirilip yerine daha iyi birisinin getirileceği şeklinde — ki bunun da aslında olacağı belli değil, ama olsa da herhalde çok tatmin edici olmayacak. Dolayısıyla artık Erdoğan’ın ikilemlerinde, iki seçeneğin de aslında kötü olduğu durumlarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. İlkin, güncel olarak baktığımız zaman: Parti içi demokrasiyi çoktan rafa kaldırdı. Ama özellikle kopacak olan partilerden sonra AKP’yi dinamik bir halde tutabilmesi için tek adam yönetiminin gevşetilmesi gerekiyor. Bunu yapmak Erdoğan’ın çok yanaşacağı bir husus değil. Burada tercihini çoktan yapmışa benziyor, ama bu tercih kendi iktidarının ve AKP’nin her geçen gün daha da aşınmasına yol açacak.

Söylenecek başka çok şey var, ama en son şunu söylemek istiyorum: Medya. Erdoğan burada tercihini medyayı kendisine tâbi kılmaktan yana yaptı. Sonuçta Türkiye’de medya atmosferi büyük ölçüde çölleşti. Medyanın ezici bir çoğunluğunu kendisi kontrol ediyor. Ama bu medyadan kendisine hiçbir çıkar elde edemiyor. Geçmişte izleyenler hatırlayacaktır, NTV’de çalışırken Erdoğan her seçim öncesinde son yayınını NTV’de yapardı ve ben de orada çalıştığım dönemlerde o yayınların hemen hemen hepsine katıldım NTV’den ayrılana kadarki süreçte. Bu yayınlar gerçekten çok dinamik geçerdi, kimi durumda sert geçerdi. Ama olabildiğince özgür bir şekilde sorular sorabilirdik kendisine, Erdoğan da bunlara gerçekten cevaplar verirdi. Kimi zaman bu cevaplar çok eleştirilirdi, kimi zaman insanlar takdir ederdi vs. Şunu söylemek istiyorum; benim kendi deneyimlerimle tanıdığım Erdoğan her türlü soruya cevap verebilen bir siyasetçi. Ama artık kendisine soru sorulmasını bir anlamda engellediği için, buna imkân tanımadığı için, artık kendisine doğru dürüst kimse soru sormuyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın yaptığı yayınlar vs. kimsenin ilgisini çekmiyor, böyle bir duruma geldi, çok yanlış bir tercih yaptı. Bütün televizyon kanallarına çıkıyor; aynı anda beş-altı yerden yayınlanıyor, karşına çok sayıda gazeteci çıkıyor. Hatta öyle oluyor ki bazen kendisi bunlara, “Haydi arkadaşlar, sorun” diye onları birazcık teşvik etmeye çalışıyor; çünkü çok kuru geçiyor, herkes Erdoğan’a yaranma derdiyle, “Aman başımıza bir şey gelmesin” derdiyle olabildiğine kibar, rahatsız etmeyecek sorularla durumu geçiştiriyorlar. Bu da Erdoğan’ın kendi kendini medya eliyle çölleştirmesine yol açıyor. Medya çölleştiği ölçüde bunu kontrol eden Tayyip Erdoğan da dinamik bir lider yerine, büyük ölçüde hareket edemeyen, yeni şeyler söyleyemeyen bir lider pozisyonuna geldi. Buradan artık dönüş olur mu? Onu da sanmıyorum; tercihini yaptı, yanlış bir tercih yaptı ve bu tercihin sonucunda da krizi her geçen gün derinleşiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.