Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan filmi başa sarabilir mi?

AKP’den ayrılıp parti kurmaya kalkanlar genellikle iktidarı ilk yıllarını överek, bir nevi filmi başa sarmayı vadediyorlar. Peki Erdoğan bunu yapabilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Öncelikle biz İstanbulluların yüreğini ağzına getiren depremle ilgili herkese geçmiş olsun diyorum ve tabii ki bugün yaşadığımız o iki ayrı –ama ilki daha güçlüydü– sarsıntıya hiçbir hazırlığımız olmadığı gerçeği de ânında önümüze çıktı. Yani İstanbul beklenen o büyük depremi yaşarsa, herhalde çok büyük bir felaket bizi bekliyor — umarım olmaz, ama olacağı kesin diyorlar. Ne zaman olacağı belli değil, ama şu haliyle bugünkü küçük olay –küçük değil aslında, ama yine de–, küçük sarsıntı bile bize ne kadar hazırlıksız olduğumuzu ve büyük Marmara depreminin ardından aradan geçen onca zamanda, var olanın ötesine çok fazla gidilmediğini gösterdi. O kadar vergiler toplandı edildi, ama şu âna kadar çoğumuz bir vatandaş olarak neyi nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Yani bir anlamda işimiz sanki Allah’a kalmış durumda. Bugün bu yaşanan sarsıntının ardından iletişim hatlarında yaşanan sorunlar da ne kadar hazırlıksız olduğumuzun bir başka göstergesiydi — bunu özellikle bir girizgâh olarak vurgulamak istiyorum. Bir de dünkü yaptığım yayınla ilgili bir düzeltme yapmak istiyorum: Yavuz Ağıralioğlu’ndan bahsettim, İYİ Parti’den ve onun Nizam-ı Âlem Ocakları’ndan önce gençliğinde bir Büyük Doğuculuk, İBDA’cılık geçmişi olduğunu söyledim. Bu bilgiyi aldığım kaynaklar bu çok konuda emindiler, güvendiğim kaynaklardı. Yayından önce ulaşma imkânım olamamıştı Yavuz Bey’e. Yayından sonra kendisiyle konuştuk ve bunun kesinlikle doğru olmadığını söyledi. Bunu düzeltip kendisinden de özür diliyorum. Bana bunu anlatan kişilerin adını da vermeyeceğim tabii, bu yaptıklarını bir kenara koymak istiyorum diyelim.

Evet, Erdoğan’dan bahsetmek istiyorum; çok bahsediyorum Erdoğan’dan, ama Türkiye’de siyaset, devlet, her şeyde ilk akla gelen isim Erdoğan ve bunu bir takıntı olarak görmemek lâzım. Şu anda da mesela ABD’ye gitti; orada yapıp söyledikleri, açıklamaları, Trump’la görüşememesi şu bu, bütün hepsi hâlâ Türkiye’yi bir derecede ilgilendiriyor. Kendisi en son arabada sigara içmeye müdahil oldu. Zaten Erdoğan’ın son dönemde en dikkat çeken davranışları, bu tür çıkışlar oluyor. Mesela “millet bahçesi” diye bir şey çıkarmıştı –ne olduğunu anlayamadığımız–; bunu sanki Türkiye’nin sorunlarının çözümünde bir alternatifmiş gibi söyledi. Halbuki Türkiye’nin çok ciddi sorunları var. Sigara meselesinde keza öyle; şahsen sigarayı yıllar önce bırakmış birisi olarak arabada sigara içilmesinin iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama orası herkesin kendi özel alanıdır. Kamu, toplu taşıma aracı olmadığı müddetçe, taksi olmadığı müddetçe, insanlar kendi araçlarında içebilir. Buna da müdahil olunduğunu ve Türkiye’nin böyle bir gündeme sahip olduğunu görüyoruz. Bunlara zamanında merhum Erbakan “yapay gündem” derdi — bir anlamda böyle. Çünkü Erdoğan’ın artık çok da fazla söyleyebilecek, siyaseten söyleyebilecek çok fazla bir şeyi kalmadı. Sorunlara yönelik tatminkâr, ufuk açıcı ve umut verici şeyler söyleyemiyor. Ekonomiyle ilgili söyledikleri yine –onu ABD’de de gördük– birtakım komple teorileriyle Türkiye ekonomisinin başına gelenleri aktarmaya çalışıyor. Halbuki yakından bilenler biliyor ki Türkiye ekonomisinin temel sorunlarından birisi kötü yönetim, yanlış yönetim — özellikle belli bir tarihten itibaren. Nitekim şu anda Ali Babacan’ın yeni bir parti kurma yolundaki en güçlü kozu kendi zamanındaki ekonomi yönetimi ve ekonomi konusundaki pozitif algısı.

Bu yayına “Erdoğan filmi başa sarabilir mi?” başlığını seçtim; çünkü baktığımız zaman, gerek Davutoğlu gerek Ali Babacan, değişik dönemleriyle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk yıllarına –en azından Davutoğlu daha ileriye kadar getiriyor, kendi başbakanlığına da tabii ki toz kondurmuyor– ama özellikle Babacan’ın –tabii Davutoğlu da buna dahil– AKP’nin ilk kuruluşundaki faaliyetlere, programlara, tezlere, iddialara gönderme yaptıklarını görüyoruz. Baktığımız zaman da aslında Tayyip Erdoğan’ın kendi krizinden çıkabilmesinin yolunun Türkiye’yi normalleştirmesinden geçtiği aşikâr. Yani Tayyip Erdoğan ancak, belki bu krizinden çıkabilmesinin yegâne yolu filmi bir anlamda başa sarabilmek. Bu mümkün mü? Bence hiçbir şekilde mümkün değil. Bir kere zaten öncelikle kendisi böyle bir şey istemiyor — bunu öncelikle vurgulamak lâzım. İkincisi, istese dahi bunu elindeki kadrolarla yapabilmesi mümkün değil. Şu anda AKP’ye ve onun saraydaki çevresine baktığımız zaman, bunlar gerçekten AKP’nin ilk yıllarındaki performansın hayli uzağındaki kişiler — hepsi olmasa bile büyük bir çoğunluğu. Bu kadroyla tekrardan hedefi Batı olan, Avrupa Birliği olan, ekonomide büyümeyi hedefleyen, demokratikleşmeyi, ileri demokrasiyi hedefleyen, Kürt sorununun barışçıl çözümünü hedefleyen bir parti, bir iktidar çıkması mümkün değil. Eski isimleri katması da artık kesinlikle mümkün değil, çünkü artık yaşananlardan sonra kimseye oraya kolay kolay gelmez; şu anda ayrı parti kurma yoluna girenlerin büyük bir kısmı buna itibar etmeyeceklerdir. Peki yeni isimler katabilir mi? Yeni, sıfır kilometre, siyasete pek bulaşmamış isimlerle kendini yenileyebilir mi ve ilk başlardaki AKP’ye dönülebilir mi? Bunun olacağını da hiçbir şekilde sanmıyorum. Çünkü bu konuda bir adım atmak istese dahi bu kişileri ikna etmesinin çok zor olacağını düşünüyorum. Çünkü genellikle siyasete ilk kez katılmak isteyenler genellikle yükselen hareketlere dikkat ederler. Böyle kriz içerisinde sürekli gerileyen bir harekete yeni katılım yapılabilmesi için çok ciddi, çok çarpıcı etkili bir ikna kampanyası olması lâzım ve bunu Erdoğan’ın yapması lâzım; Erdoğan’ın artık değişmek istediğini söylemesi lâzım. Bunu yapacağını hiçbir şekilde sanmıyorum; tam tersine yeni isimler geldiği oluyor, ama bu isimlerin hiçbirisi kendi gücüyle, kendi ağırlığıyla buraya gelmiyor; var olan yapıyı kabullenmesi halinde kabul ediyorlar. 

İlginç bir şekilde şu anda AKP iktidarında Erdoğan’ın dışında az buçuk gücü olan isimlerin büyük bir çoğunluğunun aslında gemiye sonradan binmiş kişiler olduğunu biliyoruz ve bunların büyük bir kısmı da — kelimenin gerçek tanımı bu olsa gerek: Fırsatçı isimler. Yoksa buraya bir ideolojik-politik bağlanmayla girmiş insanlar değil; doğru dürüst insan bulmakta, kadro bulmakta zorlanan Erdoğan’a bir şekilde takviye oluyorlar. Bunların büyük bir kısmı başka yerlerden devşirme isimler oluyor. Sırada bekleyen tek tük isimler de var, ama bu isimlerin hiçbirisinin de Erdoğan’ın krizine çare olabileceğini sanmıyorum. Burada temel sorun bence şu: Erdoğan tek adam yönetiminden vazgeçmek istemiyor. Tek adam yönetiminden vazgeçmek istemesi halinde birçok şey, onun için de, belki Türkiye için de kolaylaşabilir. Ama bu saatten sonra böyle bir şey yapacağını açıkçası hiç sanmıyorum. Tek adamlığı kendisine bir nevi kader gibi de –yani tabii ki kendi tercihi, ama aynı zamanda bir kader gibi de– görüyor anladığım kadarıyla. Ve bundan sonra da bundan vazgeçmek isteyeceğini sanmıyorum. Sonuçta kaybını mutlak bir şekilde yaşadığı zaman da, tek adam yönetiminin kaybı olacak bu ve onu yenebilecek olan kişi ya da kurumlar da Erdoğan’ın yerine yeni bir tek adam önerenler değil; onun yerine bir kolektif bir yönetim önerenler olacak. Bu anlamda Millet İttifakı 31 Mart ve 23 Haziran’da çok ciddi ve başarılı bir performans sergiledi. Özellikle Ali Babacan’ın kuracağı parti bu ittifaka bir şekilde dahil olabilir ve o zaman onun da katılımıyla çok daha geniş bir ittifak, kolektivite ortaya çıkabilir. 

Erdoğan’ın temel sorunu –bence en büyük açmazı– artık iktidarını hiçbir şekilde paylaşmak istememesi. İlk yıllarında, AKP iktidarı filminin ilk sahnelerinde diyelim, bir iktidar paylaşımı vardı. Tabii ki büyük pay Tayyip Erdoğan’daydı, lider oydu; ama herkesin iyi kötü bir gücü vardı, bir ağırlığı vardı. Ve biz gazeteciler mesela sadece Erdoğan’a değil, diğer isimlere de bakardık ve AKP içerisinden bilgiler alırdık, haberler alırdık. Örneğin 1 Mart Tezkeresi olayıyla daha ilk yıllarda –Erdoğan o sırada henüz milletvekili değildi, Abdullah Gül başbakandı–, Erdoğan’ın iradesine karşı AKP içerisinde çok ciddi bir karşı duruş oldu ve tezkere geçmedi. Bu Erdoğan’ın yaşadığı ilk büyük şoktur ve belki de tek adam yönetimine geçme ihtiyacını ettiren olay budur. Orada ABD’yle kendi yapmayı düşündüğü işbirliğinin, Amerikan askerlerini Türkiye’de konuşlandırma planlarının çökmesi, onda çok büyük bir şok yaratmıştı. Daha sonra başka olaylar da yaşandı; ama bütün bu süreçte gördük ki AKP iktidarı sadece Erdoğan’dan ibaret değil. Herkesin bir gücü, ağırlığı vardı; bazı konularda farklı sesler, eleştirel sesler çıkıyordu, kendi içlerinde tartışmalar oluyordu. Ama tabii ki birçok konuda son sözü Erdoğan söylüyordu. Ama son sözü söylüyor olmak Erdoğan’a yetmedi; özellikle Gezi’yle başlayan süreçle birlikte, Fethullahçılar’la yaşanan savaşla birlikte Erdoğan kendi bekasını, kendi ve yakın çevresinin bekasını her şeyin önüne koyunca, artık iktidar paylaşan bir lider/siyasetçi olmaktan çıktı, iktidar dağıtan bir lidere dönüştü. Şöyle oldu: Birilerini birtakım görevlere getirdi –o kişiler bunu hak etmiş ya da hak etmemiş olabilir, bunun çok fazla önem yoktu–, Erdoğan onu o göreve atadı; sonra da bir baktınız o kişiyi o görevden aldı, yerine başka kişiyi getirdi vs.. Bunları pek rahat yapabiliyor, istediği kişiyi istediği yere atayabiliyor. Mesela Egemen Bağış’ın Prag Büyükelçisi olabilmesi bugün mümkündür; ama dünkü AKP’de böyle bir şey kesinlikle mümkün olamazdı. Çok büyük bir dirençle karşılaşırdı ve parti çok ciddi bir şekilde karışırdı. Egemen Bağış’ın yaptığını hepimiz biliyoruz ve şunu da hepimiz biliyoruz ki, diyelim ki ben, onun yaptığının onda birini yapmış olsaydım herhalde Türkiye bana zindan olmuştu. Ama kendisi şu anda Türkiye’nin Prag’daki temsilcisi olarak görevlendirildi. Egemen Bağış olayı başlı başına eskiden bugüne değişimin nasıl köklü bir değişim olduğunu bize gösteriyor. Erdoğan bir şekilde Egemen Bağış’ı oradan alabilir, yerine başkasını atayabilir. En çarpıcı örnek de Ahmet Davutoğlu olayıdır, herkes biliyor. Normalde yerini Abdullah Gül’ün alması beklenirken, kendisi cumhurbaşkanı olduktan sonra Ahmet Davutoğlu’yu atadı. Ahmet Davutoğlu da bunu bir atamadan ziyade hak edilmiş bir başkanlık ve başbakanlık olarak gördü. Ama daha sonra basit bir bildiriyle, Erdoğan onu Pelikan Bildirisi’yle oradan aynen aldı. Erdoğan atadı, Erdoğan görevden aldı. Şu anda baktığımız zaman hiç kimseye bir güç atfedemiyoruz. Birtakım sözcüler var, birtakım isimler var, bakanlar var; bir şeyler söylüyorlar vs. yapıyorlar, ama bunların hiçbirisinin yarını garanti değil. Her an hepsi görevini, işini vs. yetkilerini kaybedebilir. Bunu sadece siyasette değil, iktidarın uzantısı olan yerlerde de görüyoruz; mesela iktidar yanlısı medyada da böyle şeyler var. Birileri bir bakıyorlar ki birden kapının önüne konuvermişler; o kadar emek verdikten, o kadar kendilerini oraya adamışken, birdenbire tam da nedenini anlamadıkları şekilde ya da en ufak bir hatalarında –hata derken iktidara göre hata tabii– durumlarını, pozisyonlarını kaybettiklerini görüyoruz. Buradan çıkması halinde, yani Erdoğan tekrar insanlara görev ve yetki dağıtmak yerine insanların bu iktidarda hak ettikleri görev ve yetkileri alabilmeleri, Erdoğan’ın onayıyla alabilmeleri halinde belki bir şeyler değişebilir. 

Diyelim ki ittifaklar var, bu ittifaklara ilaveten yeni birtakım ittifaklar söz konusu olabilir, onlara birtakım vaatlerde bulunabilir, bakanlık vaadinde bulunabilir, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı vaadinde bulunabilir ve bunları da yapabilir. Ama şu yapıda baktığınız zaman, Erdoğan’nın atadığı herhangi bir bakanın nasıl bir gücü var, neyi değiştirme gücü var? Yok. Yani birtakım bakanlara birtakım güçler atfedilmeye çalışılıyor, ama bunların çok karşılığı olduğu kanısında değilim. Belki Milli Savunma Bakanlığı için biraz; ama mesela Adalet Bakanı en önemli bakanlardan birisiydi, geçenlerde iktidarın en önemli yayın organı tarafından kendisinin nasıl çok ciddi bir şekilde yıpratıldığına tanık olduk. Dolayısıyla şu haliyle, Erdoğan’ın filmi başa sarabilmesi için Erdoğan’ın iktidarını paylaşmaya razı olması lâzım. Bir, partisinin içerisinde, iki, koalisyon ya da ittifak yaptığı gruplarla ve de tabii kendisine şu ya da bu şekilde destek veren odaklarla. O, bunların yerine kendine tâbi insanlar ve kurumlar ve odaklar tercih ediyor; pazarlık istemiyor, tartışma istemiyor. Pazarlık ve tartışma istemediği zaman, iktidar paylaşımına yanaşmadığı zaman da krizi giderek büyüyor. Dolayısıyla filmi başa sarması için Erdoğan’ın yeniden iktidarını paylaşmaya, hak edenlerle gücü oranında paylaşmaya razı olması lâzım; böyle bir şeyin olabileceğini açıkçası sanmıyorum. Birileri böyle bir yanılsama içerisinde olabilirler; Erdoğan’ın zor durumda olduğu malûm, krizde olduğu malûm, yeni desteklere ihtiyacı olduğu malûm. Bu nedenle birileri destek verirken karşılığında bir iktidar alanı alabileceklerini sanıyor olabilirler; ama onları herhalde çok büyük bir hayal kırıklığı bekliyordur. 

Sözlerimi bitirmeden önce Osman Kavala’ya buradan bir selam iletmek istiyorum. Dün doğum gününü kutladı. Durup dururken Türkiye’deki tek adam yönetiminin bir mağduru olarak cezaevinde boşu boşuna tutulan çok önemli bir insan, sivil toplum aktivisti. Türkiye’ye çok ciddi katkıları olmuş, Türkiye’yi dünyada da çok ciddi bir şekilde, iyi bir şekilde temsil etmiş bir insan Osman Kavala. Onun bir an önce aramıza, özgürlüğüne dönmesini temenni ediyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.