Ali Babacan kime, nasıl sesleniyor?

Yeni parti kuruluşunu sürdüren Ali Babacan ilk kez kamera karşısına çıktı ve Habertürk’te Fatih Altaylı’nın sorularını cevapladı. Bu yayın Babacan ve yeni parti hakkında bize neler söylüyor?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Ali Babacan nihayet bir televizyon programına çıktı ve kurmakta oldukları yeni partiyi anlattı. Dün Habertürk‘te Fatih Altaylı’nın konuğu oldu. Onunla ilgili bir şeyler anlatmak istiyorum. Daha önce Ali Babacan’ın partisi ve Davutoğlu’nun partisi üzerine çok sayıda yayın yaptım. Bu konuyu en fazla izleyen, irdeleyen medya organlarından biriyiz herhalde Medyascope olarak. Ben de şahsen bu konuyu başından itibaren olabildiğince detaylı bir şekilde ve eleştirel bir şekilde yorumlamaya çalışıyorum. Dün yayını canlı izleyemedim, mâlum, Galatasaraylı’yım ve stattaydım; talihsiz bir maçı yine izlemek durumunda kaldım. Galatasaray olayını bir kenara bırakalım. Ali Babacan’a dönelim. Ali Babacan’ın konuşmasını önce sosyal medyadan öne çıkan başlıkları ile, sonra da üzerinden tekrar bant olarak izledim, okudum. Bayağı da bir transkripti, deşifresi de var. Açıkçası çok şaşırmadım. Çünkü kendisiyle bir süre önce baş başa bir sohbet etme imkânımız olmuştu. Orada konuştuğumuz şeylerin büyük bir kısmının Fatih Altaylı’ya dile getirilmiş olduğunu gördüm. Öncelikle şunu vurgulamama izin verin: Bir kere yeni bir partiyi eski bir medyada sunmak bence baştan bir yanlış. Biz kendisini davet etmiştik. Bize gelmesi de şart değil. Hatta hiçbir yere gitmesi de şart değil. Kendileri de YouTube üzerinden ya da Periscope üzerinden bir organizasyon yapabilirlerdi. Artık Türkiye’de miadı dolmuş birtakım yayın kuruluşları üzerinden, yeni ve özellikle de –Ali Babacan hep onu vurguluyor, yayında da onu vurgulamış– gençlere yönelik bir çıkış yapmak bence çok gerçekçi değil. Hele bu tür kurumlar ve kişiler, üzerine çok –nasıl söyleyeyim– hareket inşa edilebilecek yerler değil. Ânında kendi çıkarları vs. gereğince… çünkü esas olarak hedefleri gazetecilik olmayan, başka işleri de olan yapılar oldukları için çok da fazla bel bağlanacak yerler değil. Şunu Ali Babacan gibi birisinin görmüş olması gerekirdi: Türkiye’de artık anaakım medya diye bir şey yok. Habertürk son dönemde çizgisini birazcık daha iktidardan uzaklaştırmaya doğru meyletmiş olabilir, ama baktığımız zaman orada yine bir başka yerlerden para kazanan bir sermaye grubu var vs.. Yani bunun çok doğru bir tercih olduğu kanısında değilim. Bu da zaten bence Ali Babacan’ın ve o hareketin en önemli sorunlarından birisi. Yeni olma iddiası, ama eskiden bir türlü kopamama durumu. Yayın boyunca da o görülmüş –görüldü baktığımda, okuduğumda– ve de çok kişiyle konuştum. İzleyen kişilerle de konuştum. Farklı farklı, çok beğenenler de var. Tahmininin ötesinde iyi bulanlar da var. Ve çok sıkıcı bulanlar da var. Farklı farklı eğilimlerdeki kişilerden değişik değerlendirmeler aldım. Ama şu noktada hemen hemen herkeste aynı tepkiyi görmek mümkün: Burada heyecan yok. Heyecan çok az. Çok temkinli giden bir hareket ve bir siyasetçi var. Burada heyecan yok.

Sık söylediğim bir husustur. Siyaset söz konu olduğu zaman, genellikle Batı’da, bu özellikle Amerikan medyasında ve Amerikan siyasetçilerinde çok tanık olduğum bir husus, “kalpleri ve zihinleri kazanmak” klişesi kullanılır ve ikisini beraber yapabilenin başarı şansının yüksek olduğu söylenir. Burada Ali Babacan olayına baktığımız zaman, kalpten ziyade zihin var. Ali Babacan zihinlere hitap eden, teknokrat bir isim. Kendisi ekonomiden anlıyor, ama dünkü yayında nedense ekonomi çok fazla konuşulmadı. Halbuki en iddialı olduğu konu o. Ve ona umutla bakanların, yani onun kuracağı, lideri olacağı bir partiye umut bağlayanların ya da “Acaba bir şey olur mu?” diye düşünenlerin büyük bir kısmı da Ali Babacan’ın iktidarda olması durumunda ekonominin daha iyiye gidebileceğine inanıyorlar. Bu konuda çok fazla vurgu olmadığını tekrar söylemek lazım. Ali Babacan insanların beynine hitap ediyor. Onlara aklen bir şeyler söylüyor. Ve söylediği şeylerin çoğuna insanların katılmaması mümkün değil. Belki de hepsine. Her konuda mâkul şeyler söylüyor. Sivri olmayan şeyler söylüyor. Tane tane söylüyor, ikna edici bir şekilde söylüyor. Ama burada çok önemli bir realite var. Bu hareket, bu hareketi oluşturan –ki yayında da kendisi söyledi–, Sadullah Ergin, Nihat Ergün gibi isimler, Beşir Atalay gibi isimler, bunlar Türkiye’de AKP iktidarının önemli isimleri. Hele Abdullah Gül, partinin içerisinde yer almayacak, ama bir nevi hâmisi olacak. Bu kişiler AKP iktidarının önemli bir dönemine değişik şekillerde damga vurmuş isimler. Dolayısıyla bu isimlerin olduğu bir olaydan söz ediyoruz. Ve bu isimlerin de içinde yer aldığı sürecin sonunda Türkiye otoriter bir rejime ulaştı. Ali Babacan da zaten adını böyle koymasa da buna karşı artık bir şeyler yapmak gerektiği hissiyatı ile vebal altında kalmamak için bu parti işine giriştiklerini söylüyor. Ama adını koymuyor. Burada husus, temel husus şu: Bir otoriterliğe karşı, “Baştan demokratik bir çizgideydik, ama sonra iktidar otoriterleşti” tespitini adını koymadan yapmak –ki zaten bu adını koymama meselesi apayrı bir husus–, buna karşı bir şey söyleme, bunu değiştirme, tekrar Türkiye’yi demokratik bir rotaya çekme iddiasını sadece akılla yapamazsınız. Çünkü burada bir inanç lazım. Bir meydan okuyuş lazım.

Bir de tabii şu husus var — bu yayının başlığında onu özel olarak seçtim: Kime sesleniyor? Ali Babacan’ın kime seslenmesi lazım? Ali Babacan’ın esas hitap ettiği kitlenin kim olması lazım? Tabii ki o, “Bütün Türkiye’ye” diyor. Daha bir merkez sağ ya da merkez partisi profili çiziyor. Gençler diyor. Ama Türkiye’deki dengeleri değiştirebilmesi için, Türkiye’deki şikâyet ettiği düzeni değiştirebilmesi için öncelikle Babacan ve arkadaşlarından beklenen, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kadrolarından ve tabanından ve seçmeninden hatırı sayılır bir bölümü koparabilmeleri gerekiyor. Bunu yapmadıktan sonra zaten AKP karşıtı, Erdoğan karşıtı olan kesimlere “Ben daha iyiyim”i söylemenin tabii ki bir anlamı olabilir Türkiye’de, çünkü bir yandan da bir muhalefet sorunu var. Ama esas olarak Babacan ve partisine, Davutoğlu ve partisine ayrı ayrı yüklenen esas anlam bunların AKP’den neyi koparabilecekleri, AKP’den kimleri ikna edebilecekleri, yanlarına çekebilecekleri sorusu. Burada şu âna kadar ortaya atılan iddialar, gözlemler çok da fazla kopuşun yaşanmayacağı yolunda. Ben bunların gerçek gücünün, Babacan ve Davutoğlu’nun, özellikle Babacan’ın hareketinin gerçek toplumsal karşılığının biraz –nasıl söyleyeyim– azımsandığı kanısındayım. Daha etkili olduğunu düşünüyorum. Fakat burada çok önemli bir husus var. Erdoğan ile yollarını ayırmak isteyen, Erdoğan’la bu işin, Erdoğan’ın başkanlık sistemi ile, tek adam yönetimi ile, otoriterliği ile, demokrasi dışı uygulamaları ile, hukuk devletinden uzaklaşmakla vs. ile artık Türkiye’nin daha fazla yol alamayacağını düşünen, bir de ekonomiyi yakın çevresine emanet etmesiyle bu işin yürümeyeceğini düşünen çok kişi var. Ama bu kişilerin aynı zamanda da bir şekilde Erdoğan’la kalbî bir ilişkileri var. Yani Erdoğan düşmanı olamıyorlar. Erdoğan’la bu işin gidemeyeceğini görüyorlar belki; ama Erdoğan’a karşı, kalplerinde Erdoğan’ın yerini alacak bir başka insan yok. Şimdi burada Babacan sadece o kişilerin kafalarına, beyinlerine sesleniyor. Ve diyor ki: “Bakın bu işler olmuyor, şöyle şöyle olmuyor, böyle böyle olmuyor. Halbuki şunu yaparsak şöyle olur” vs.. Bunlar iyi güzel şeyler. Ama insanların Erdoğan’dan tam olarak kopabilmeleri için Erdoğan’ın yerini iyi kötü almaya aday bir kişi ya da kişiler topluluğunu görebilmesi lazım. Yani bir şeylere de inanması lazım. Kalben inanması lazım. İkna olabilir. İkna tek başına bence yetmiyor. Bu tür hareketlerde aynı zamanda inanması gerekiyor. Bunu Ali Babacan veremiyor. Zamanla verir mi bilmiyorum. Ekip çıktıktan sonra, kurucular ortaya çıktıktan sonra olur mu, onu bilmiyorum.

Bir başka husus da şu: Erdoğan’dan insanlar korkuyor. Hele kendi tabanı da korkuyor. Karşı tarafa yapılanları gördükçe bu korkusu daha da… Çekiniyor diyelim ya da, korkuyor, çekiniyor. Dolayısıyla Erdoğan’a karşı olmak, Erdoğan’ın partisinden ayrılmak, başka bir partiye geçmek, onlar için bir risk almak demek. O riski alabilmesi için de bir şeyleri daha açık ve net görmesi gerekiyor. Daha somut görmesi gerekiyor. Ve de peşinden gittikleri insanların gerçekten bir risk aldıklarını görmesi gerekiyor. Ama Babacan’ın üslûbuna baktığımız zaman… tamam üslûbu çok kibar, sakin. Bunlar çok iyi şeyler, pozitif şeyler. Ama hâlâ olmayan çok önemli bir husus var. Hâlâ Erdoğan’a karşı bir meydan okuyuş yok. Bunu birçok yayında söyledim. Davutoğlu’da da aynı şey. Başına o kadar iş gelmiş olmasına rağmen hâlâ öznesi olmayan birtakım fiilleri eleştiriyorlar. “İşler kötü gidiyor”. Kimin yüzünden, neden kötü gidiyor? Eh, bunu hepimiz biliyoruz ki işlerin kötü gitmesinin birinci derecede nedeni ülkeyi başkanlık sistemi ile tek adam yönetimine getiren çevre, kişi ve bunun başında da Erdoğan var. Dolayısıyla öznenin kendisini muhatap almadan yapılan çıkışlar ürkek çıkışlar oluyor. Bu ürkek çıkışlar da bana göre insanların risk alarak Erdoğan’a meydan okumalarını pek mümkün kılmıyor. Şöyle bir husus olabilir: Zamanla olacak, acelemiz yok. Tamam aceleleri yok, ama bunun karşılığında da aynı şekilde insanlar da pekâlâ şunu diyebilirler: “Tamam, acelemiz yok. Bakalım, yapsınlar görelim.” Bir taraf temkinli davranınca öteki taraf da, yani normalde o harekete katılması beklenen insanlar da pekâlâ temkinli davranabilirler — ki davranacaklardır. Bu sefer ne olacak? Önce, “Partinin kurucularını bir görelim, partinin adını görelim, partinin programını görelim” diyecekler. Ondan sonra, “Bakalım bu parti şu konuda ne yapıyor, bu konuda ne yapıyor?” diye diye, diye diye desteklerini, belki de teorik olarak vermeye hazır oldukları destekleri geciktireceklerdir. Çünkü bu Erdoğan’ın son dönemde topluma hâkim kıldığı psikoloji tam şöyle bir psikoloji: Ne olur ne olmaz. Yani şimdi bu işler serbest gözüküyor, ama ne olur ne olmaz, yarın bugün yaptıklarımızdan sorumlu tutulabiliriz. Böyle bir rejim inşa edildi. Korkuya dayalı, çekinmeye dayalı bir rejim inşa edildi. Ve FETÖ ile mücadele iddiası ile yapılanlara da baktığımız zaman, zamanında tamamen serbest olan, hatta devlet eliyle teşvik edilen birçok şeyin bugün suç olarak görüldüğünü ve insanların bu nedenle, bankaya para yatırdı, gazeteye abone oldu gibi gerekçelerle içeri alındıklarını gördük. Dolayısıyla burada da insanlar tamamen temkinli olmayı tercih edebilirler. Tabii ki buraya angaje olacak olan çok insan vardır.

Bir diğer husus, hâlâ “AKP’nin devamı, yeni AKP, ikinci AKP olur” düşüncesini kırabilecek bir şeyi dünkü yayında da görmek mümkün olmadı. Eleştiri var. Eleştiriler de çok temkinli. Belli bir tarihten itibaren başlanan eleştiriler. Karşılığında çözüm önerileri genellikle mâkul olan, ama çok da böyle heyecanlandıran çözüm önerileri değil. Dolayısıyla böyle bir tıkanıklık da çok ciddi bir şekilde söz konusu. Tutuk bir olay var. Yani baktığımızda Babacan heyecan vermekten uzak şu anda. Belki de sorsanız özel olarak böyle yapıyordur. Yani bu bir tercih de olabilir. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum. Böyle bir şeyi tercih etmiş olabilirler; ama şu anda zaten bu hareket ilk anıldığından bugüne kadar bayağı zaman geçti ve insanlar artık sabırsızlanmaya başladı. Bu partiden nefret edenler de, bu partiye asla yönelmeyecekler de, ya da bu partiye yönelmeyi düşünenler de sıkılmaya başladı. Öyle bir ortamda bir çıkış olup bir heyecan yaratması gerekirdi. Bu heyecanı da nereden görürüz? Gazeteci olarak, bakarız, bu kadar süre konuşmuş, bayağı bir şey konuşuluyor. Buradan başlık ne çıkıyor, başlıklar ne çıkıyor diye baktığımızda çok fazla bir başlık göremiyoruz. Yani insanlar: “–İzledin mi Ali Babacan’ı? –İzledim. –Nasıl buldun? –Eh, fena değildi. –Ne dedi? –Ya, her şeyden konuştu.” Büyük ölçüde böyle bir sonuç ortaya çıkmış durumda. Ama şu konuda bunu dedi, bu konuda bunu dedi gibi çok vurgulu aktarımların pek olmadığını görüyoruz. Buna karşılık kendisiyle sohbet ettiğim zaman da, dünkü yayında da şunu gördüm: Babacan bu olaya sürüklenmiş birisi gibi, mecburen parti liderliğini ya da genel başkanlığını üstleniyor; kendisine lider denmesini pek istemiyor, ama partinin başı olacak belli ki. Çok böyle mecburiyetten, arkadan itildiği için girmiş bir siyasetçi profili çizmiyor. Bu beni açıkçası şaşırtmıştı. Ben onun hep böyle bir şekilde, “Ya, işte Abdullah Bey olmadığı için ben mecburen alıyorum” havasında bir tutum bekliyordum kendisinden. Hiç de öyle değil. Bayağı benimsemiş gördüm. Dünkü yayında da bu gözüküyor. Ve anladığım kadarıyla onunla beraber hareket edenler de Babacan’ın parti genel başkanlığından çok fazla rahatsız değiller. İçlerinde buna en uygun ismin o olduğunu düşünüyorlar — ki bence de gerçekten o ekip, bu işi kotarmakta olan ekip içerisinde gerçekten en ideal isim Ali Babacan. Dolayısıyla Ali Babacan’ın Türkiye siyasetinde daha uzun bir süre etkili olma ihtimali çok ciddi bir şekilde var. Fakat aynısını, kurmakta olduğu parti için söyleyebilmek için henüz çok erken. Bu olay daha gelişecek. Orada yayında da sözü edilen Davutoğlu’nun hareketi, partisi belli oluyor ki bu olayda birlikte hareket etmelerini istiyor Davutoğlu. Zaten hep bunu duyuyorduk. Ama Babacan istemiyor. Daha doğrusu anladığım kadarıyla Babacan’dan ziyade Abdullah Gül istemiyor. Davutoğlu’nun Erdoğan tarafından partinin başına geçirildiği süreç, şu anda Babacan ile birlikte parti kurmakta olan kişiler için çok olumsuz yönler içeriyor. Böyle bir olay var.

Evet, Ali Babacan’ın tabii ki muhalif olan, zaten AKP karşıtı olan çevrelere hitap etmesinin de bir anlamı var. Ya da apolitik genç kesimlere, siyasetle şu âna kadar çok fazla ilişkisi olmayan kesimlere hitap etmesinin bir anlamı var. Ama esas olarak da birlikte kurdukları o partinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tabanına, kadrolarına hitap etmesi gerekiyor. O konuda hâlâ Erdoğan’a karşı çekinceler nedeniyle, ondan ürktükleri için çok fazla tutuklar. Zamanla açılırlar mı, onu zamanla göreceğiz. Çok konuşacağız ve zaten yıl sonuna kadar partiyi kuracaklarını söylüyorlar. Davutoğlu da keza öyle olacak. O sefer daha somut konuşma imkânımız olacak. Partilerin programları çıkacak, yöneticileri şekillenecek. Çok sayıda isim olacak. Ama şunu şimdiden söylemek lazım. Daha önce de söylemiştim, tekrar vurgulamak lazım — ki Babacan da bunu dün yayında bir şekilde belirtti: Davutoğlu’nun hareketiyle aralarındaki en büyük fark, Davutoğlu’nun “ben”, birinci tekil şahıs konuşurken, Babacan’ın ve partisinin birinci çoğul şahıs yani “biz” diye konuşuyor olmaları. Evet, bu konuyu daha sonra da uzun uzun ele alacağa benziyoruz.

Kapatmadan önce günün sürprizine değinmek istiyorum. Benle beraber büyüyen –daha doğrusu ben hep aynı kalıyorum da, o büyüyor–, çiçeğim meşhur oldu. Benden daha meşhur oldu, iyi de oldu. Bu sayede öğrendim ki bu çiçeğin adı kolyosmuş. Kimileri renginden vs.’den dolayı HDP bayrağına benzetiyorlar, ama hiç aklıma gelmemişti. Türkiye’de artniyetli insandan çok bir şey yok. Bu çiçeği Müge, yani eşim bana küçük bir parçayken vermişti ve öğrendim ki bu çiçek ilk olarak 8 Ağustos’ta benimle beraber yayına çıkmış. Bunu da Ekşi Sözlük‘te “gizli vezne” adında bir kullanıcı paylaşmış bugün. Bu çiçeğin benimle beraber her günkü serüveninin fotoğraflarını koymuş. Bir de buradan bir video yapmış “gizli vezne” adındaki kişi. Evet bir de tabii çiçeğe “aparatçik” diye bir isim vermiş. Aparatçiği son dönemdeki yayınlardan birisinde, “İslamcı aydınlar” yayınında kullanmıştım. Yani fena da bir isim değil, ama genellikle olumsuzluk atfedilir aparatçiğe. Demesek daha iyi diyelim, bence kolyos fena bir isim değil. Evet, kolyos, benden daha iyi bir gelişim gösterdiği kesin olan kolyosun videosu ile, “gizli vezne” tarafından hazırlanan videosu ile bitiriyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.